- Kategori
- Mizah
Alengirli pansiyon
On yıl kadar oluyor, Ege’nin o güzel ve sakin kasabasına gittiğim.
Şubat sonu idi, yanımda Dayı ile kasabanın resmi daireleri arasında turlayıp duruyorduk. Dayı belirgin bir telaşla, aksayan ayağını benim hızlı adımlarıma uydurmaya çalışarak yanımdan hiç ayrılmamıştı. Ben her ne kadar dinlenmesini, ona gerek olduğunda onu çağıracağımı söyledi isem de, tekliflerimi inatla reddediyor, sağa sola yalpa vura vura peşimi bırakmıyordu.
Sonunda mesai saatinin bitimi ile birlikte bizim işimiz de bitmişti. Memurlarla birlikte merdivenleri iniyorduk. Memurun biraz da bahşiş bekler bir ifade ile yaltaklanır bir edada gülümseyerek:
“-Sizin için bu saate kadar kaldık.”
sözünü Dayı:
“-Kalacan tabii, senin vazifen bu…”
diyerek sertçe bir tersleme ile karşılamış, neye uğradığını şaşıran zavallı apar topar yanımızdan uzaklaşmıştı. Biz ise akşam yemeğinin telaşına düşmüştük. Dayı, az önceki sertliğinden hiçbir iz taşımayan geniş gülümsemesi ile:
“ -Bir rakıyı hak ettik artık” diyordu, “- Yanında da balık yeriz”.
İki önerisi de benim için zevk verici şeyler değildi, Ne rakı severdim, ne de balıktan hazzederdim. Yine de o kadar hevesli görünüyordu ki bir şey demedim.
Sahildeki bir restorana girdik. Kibarlık ile Dayı, aradan on milyon yıl da geçse asla bir araya gelemeyecek kavramlar olarak kalacaklardı. Bu nedenle kibar davranmaya kalkışması; üzerine bir türlü oturmayan bir elbise gibi pot yapıyordu. Bir kapıdan gireceğimiz zaman hemen kenara çekilip yol veriyor, kapıyı tutuyor, bunu öylesine törensi bir gösterişle yapıyordu ki etrafın dikkatini çekiyordu. Ayrıca görüntüsü ile bu tür davranışları bir tek kelime ile ifade edilmek zorunda kalınmış olsa idi eğer; tek karşılık “tezat” kelimesi olurdu.
Siyah kuzgun karası saçları vardı. Boyatalı epey olmalı idi ki dipleri bembeyaz olmuşlardı. Ön iki dişi eksikti. Biraz da bu nedenle çok ender gülümsüyordu. Orta boylu, sağlam yapılı, kırk beş yaşlarında bir adamdı. Lacivert takım elbise, içine beyaz balıkçı yaka bir kazak giymişti. Siyah sivri burunlu ve yuvarlak topuklu ayakkabılarının içerisine giydiği beyaz çoraplar kıyafetini tamamlıyordu. Sol ayağı bilekten sakattı. Kurşun yediğini o nedenle sakat kaldığını söylüyordu. Oysa yeğeni, o içeriye kahve servisi yapmaya gittiğinde, alçak sesle dayısının küçüklüğünde ağaçtan düşüp ayak bileğini kırdığını, çıkıkçının yanlış tedavi ettiğini ve topal kaldığını, insanları etkilemek için kurşun masalını uydurduğunu söylemişti.
O kasabaya Tekin’le beraber gidecektik, bazı emlak işleri için. Yazıhanesine uğradığımda mahcup bir ifade ile çok acil bir işi çıktığını bana eşlik edemeyeceğini, yanıma refakatçi olarak dayısını vereceğini, Dayı’nın emrimde olacağını, tapuların da Dayı adına çıkartılabileceğini söylemişti. Gerçekten de öz dayısı idi. Bir kavgaya karışmış, birkaç yıl cezaevinde kalmış, daha sonra Tekin’in yanında çalışmaya başlamıştı. Belli bir eğitimi ve mesleği olmadığı için ayak işlerine bakıyor, çay-kahve servisi yapıyordu. Bu seyahat onun için çok önemli idi, bir işe yarayacaktı. Hevesle kapının dibindeki sandalyeye oturmuş bizi izliyor, konuştuklarımızın bir tek kelimesinin bile kaçırmamak için tam anlamı ile pür dikkat kesilmiş bir adam prototipi nasıldır onu sergiliyordu.
Otobüste bir süre sohbet ettik. Daha doğrusu sohbet olayının iki taraf arasında gerçekleşen bir eylem olduğu göz önüne alınırsa buna monolog demek olayın ruhuna daha uygun olacak. Zira otobüs hareket eder etmez cezaevine girdiği ilk günden başlayarak önce tüm koğuşu, sonra tüm cezaevini nasıl sopadan geçirdiğini hızlı bir kurgu ile aksiyon filmi tadında anlattı. Tabii bu bir filmden çok, radyo tiyatrosu etkinliği şeklinde gerçekleşti. Aradan bir saat geçmişti ki yolculuklarda bir türlü uyuyamadığını, bu nedenle yolun onu yorduğunu söyledi ve hemen ardından derin bir uykuya daldı. Ellerini iki bacağının arasına sıkıştırıp sabaha kadar hiç kıpırdamadan uyudu. Verilen molalar onun uykusunu hiç etkilememişti. Otobüs garaja girip yolcular indikten sonra : “-Haydi Dayı ” dedim “-Geldik, uyan.” hemen gözlerini açtı:
“-Uyumuyordum ki” dedi, “-Gözlerim kapalı, öyle oturuyordum.” .
Ayağa kalktı, bütün gece aynı pozisyonda oturması nedeni ile vücudu tutulduğundan bir milyon yıl önce yaşamış Australopithecus Adamı gibi omuzları öne doğru eğik, kalçaları geriye çıkmış bir vaziyette yürüyordu. “-Bana Dayı dersen sevinirim” dediğinden ben de ona Dayı diye hitap ediyordum. O ise, benden on yaş daha büyük olmasına rağmen bana ağabey diye hitap ediyordu, bu onun en büyük saygı ifadesi oluyordu.
Gelen garsona ters ters baktıktan sonra aksi bir sesle “- Ne var ?” diye sordu. Ters ters bakması her hangi bir şeye kızmış olmasından ileri gelmiyordu. Dayı tanımadığı herkese ters bakıp aksi bir sesle hitap ediyordu. Bu onun bir nevi korunma yöntemi idi. Bilgi ve becerilerinin azlığı onu alıngan yapmıştı, bu tür aksi bir tarz benimseyerek kendisine yönelmesini muhtemel addettiği alayların önünü keseceğine inanıyordu. Zaten bir gece önce anlattığı hapishane öykülerinde dayak aksiyonunun başlangıç noktası koğuşa girdiğinde kendisine yanaşılıp bir sigara istenmek sureti ile alay edilmesi olmuştu. “-Ben alay ettiğini hemen anladım” diyordu “-Ve giriştim yavşağa…” . Bir sigara istenerek nasıl alay edildiğini ve bunun hemen nasıl anlaşıldığını ise ben bu güne kadar hala anlamış değilim.
Garson tedirgin bir vaziyette ayak değiştirdi, “-Şey efendim, çupra var, barbun var, mercan var, karagöz var…”, Dayı : “-Çupra getir.”dedi.
Kaşlarını iyice çattı, ağzının kenarından ; “- Mezelerle de donat burayı, bir karafa da rakı getir, buz getir, çabuk haydi.” diye homurdandı, kendisine beni iyice ağırlaması için bir aylık maaşından fazla ödenek verilmişti ve bunun keyfini çıkartıyordu.
Birden bana döndü,
“-Ağabey pardon” dedi, “-Kusura bakma, önce sen buyur, hangi balığı emredersin?”.
Çok utanmış görünüyordu. İhtimamla ve büyük bir cömertlikle sunduğu nezaketini ihmal ettiğini düşünüyor, mahcubiyetten ne yapacağını şaşırıyordu. Sorumlu o imiş gibi garsona çıkıştı, ses tonu, tavrı bir çıkışmadan çok ağır bir hakaret formatı taşıyordu ve çok sıradan sözcükleri bile ağır hakaret cümlelerine dönüştürecek bir formüle sahipti;
“-Neden Ağabeyime sormadın ki önce?”,
Garson sesini çıkartmadı. Bu tehlikeli görünümlü ve tavırlı yabancıdan hoşlanmamıştı, ama korkusu hissiyatına baskın geldiğinden son derece itaatkâr davranıyordu.
“-Ben balık istemem” dedim, “-Et yok mu?”,
Dayı şaşkınlıkla yüzüme baktı,
“-Balık sevmem” diye açıkladım.
“-Sevmez misin?”.
Aklı balık sevmeyen birisinin bulunacağını kabul etmekte zorlanıyordu. Taşralıların çoğunluğu gibi balığa bir fetiş muamelesi yapıyor, çok özel durumlar ve günlerde yenecek bir yiyecek olarak görüyor, hatta balık yemeyi bir sosyal statü sembolü olarak algılıyordu. Asıl şaştığının balık sevmediğimi bu kadar rahatlıkla ifade etmem olduğu belliydi. Garson araya girdi:
“-Maalesef et bulunmaz efendim, çok taze barbunumuz var, halis zeytinyağında kızartırız isterseniz.” .
“-Eğer taze ise olabilir” dedim. Ayrıca karides salatası, kalamar ve midye tava da istedim. Dayı rahatlamış görünüyordu, nezdinde eksi değerlere doğru yol alan itibarım biraz toparlanmış gibi idi.
“-Seviyormuşsun işte.” dedi sadece, gücenik bakıyordu. Yine de rahatladığı belli oluyordu. Çok hassas bir dengede yol alıyordu kişiliği, yaşamın anları içerisinde her yeni gelişme Dayı’da bir kriz algısı oluşturuyor, telaşlanıyor tüm kepenklerini indiriyor, bütün zırhlarını kuşanıyor ve saldırgan bir tavır takınıyordu.
“-Deniz ürünlerini severim, hele midyeye mesela, bayılırım. Sadece bir ikisi hariç, balık sevmem.” dedim.
Gerçekten mis gibi zeytinyağında çıtır çıtır kızarmış barbunyalar nefisti. Pek hoşlanmamama rağmen buzlu rakı da epey yorucu geçen günün ardından oldukça iyi gelmişti. Bol yeşilliğin olduğu masada her şey o kadar lezzetli idi ki, dayının bir gece önce otobüste anlattığı aksiyon öykülerinin ikinci basımını, ardından üçüncü basımını tevekkülle dinleme gücünü kendimde bulabiliyordum.
Vakit gece yarısına yaklaşmıştı. Güzelim kış gecesi lacivert kadifeden bir pelerin gibi o sakin Ege Kasabasının üzerini örtmüştü. Denizin üzerinde gümüş tozları serpiştiren mehtabın huzuruna ve Dayının iyice hafifleyen ve peltekleşen sesi ile dahi bozulmayan sessizliğe kendimi kaptırmıştım ki önce büyük bir sarsıntı ile her şey allak bullak oldu, ardından şiddetli bir patlama ile her yer zifiri karanlığa büründü. Sarsıntı o kadar şiddetli idi ki adeta dalgalı denizde bir küçük kayıkta gibi hissetmiştim kendimi. Her şey farklı tarafa gidiyordu. Kenarında oturduğum pencereye tutunmasa idim yere düşmem işten bile değildi. Ege’nin alışık olduğu depremlerden birisine yakalanmıştık. Sarsıntı elektrik trafosunda patlamaya ve elektriklerin kesilmesine neden olmuştu.
Her şey durulduğunda önce ortama müthiş bir sessizlik hâkim oldu, sonra Dayı’nın yeri göğü inleten küfürleri bu sessizliği adeta parçaladı. Dayı benim kadar şanslı değildi, deprem sırasında huysuz bir rodeo beygirine dönüşen sandalyesinin üzerinde tutunmayı başaramamış, yere düşmüş ve masanın altına yuvarlanmıştı. Dayı’nın küfürlerinden anladığım kadarı ile kendisi Yunanistan’ın Annesi ile cinsel ilişkiye girmek arzusunda idi, ayrıca yine Yunanlıların tümünün geçimini fuhuş sektöründe çalışarak elde eden kadınlardan doğduğunu haykırıyordu masa altından Dayı. Tabii bütün bu eylemlerle sıfat bildirim ve taleplerini benim burada naklettiğim gibi uzun cümlelerle ifade etmek yerine; gayet sade, süssüz ve buraya aktarmak istediğimde bol bol nokta kullanmamı zaruri hale getirecek sözcüklerle yapmayı tercih ediyordu. Tam onlarla oral yoldan cinsel ilişki kurmak istediğini olanca gücü ile haykırırken garsonlar bulup yaktıkları bir mum ile yardıma geliverdiler.
Ben garip duygular içerisinde idim, depremin Dayı’nın libidosunu neden tetiklediğini ve bu ortaya çıkan muazzam libidinal enerjinin neden bir milletin tümüne yöneldiğini anlamaya çalışıyordum. Dayı’nın zaten hassas olan dengesinin yerini bir kaosa terk ettiğini düşünürken, garson yardım etmek amacı ile masanın altına eğildi ve gözden kayboldu, Dayı “-Siz de gelin bir tane daha atabilirler.” derken garsonu da yanına çekivermişti.
Yazık olmuştu, Dayı boyut değiştirmişti. Tekin’in bu duruma ne kadar üzüleceğini düşünüyordum ki masanın altından dayının eli bir mengene gibi ayak bileğime yapıştı.
“-Ağabey haydi çabuk gel diyordu, güvenli burası. Bir füze daha gelmeden çabuk gel buraya.”
“-Füze mi? Ne füzesi?”
Birden her şey açıklığa kavuştu zihnimde. O sıralarda Yunanistan ile Kadın Başbakanımız arasında üzerinde birkaç keçi olan bir kayalık yüzünden anlaşmazlık çıkmıştı, basın tiraj, televizyonlar reyting rekorları kırdıkları için olayı kışkırtıyorlar, zaten o dönemde dolandırıcıların oyuncağı olup devlet parasını önüne gelene kaptıran Başbakanımızı oradan oraya koşturuyorlardı. İşte o günlerde dünya harp tarihine geçecek müthiş sözünü söylemiş ve krizi bitirmişti:
“O bayrak inecek, o asker gidecek!”.
Her ne kadar cümle Türkiye ve Türkçe konuşulan ülkelerde bu güne kadar hala anlaşılamamış olsa da Yunanlılar üzerinde etkisini göstermiş ve kayalık yine keçilere kalmıştı.
Dayı’nın uluslar arası politikayı bu kadar yakından takip etmesi etkileyici idi doğrusu. Elektrik trafosundan gelen patlamayı Yunanistan tarafından atılan füzenin sesi olarak yorumlamış ve füzenin tam da yemek yediğimiz restorana düştüğünü sanmıştı. Yunanistan ve Yunanlılar hakkında ihzar ettiği duyguları ve sarf ettiği kelimeler ise Dayı’nın sadece üzerine füze atana değil su sıçratana bile sarf edebileceği cümlelerdi.
O sırada elektrikler gelmiş her şey normale dönmüştü. Dayı keyfi kaçmış bir vaziyette biraz daha rakı içti. Yüzünde sıkıntılı bir ifade vardı.
“-Ne o dayı” dedim “-Korktun mu?”
“-Ben korkmam” dedi dişlerini hiddetle sıkarak, “-Senin için endişelendim, sinirlendim bir de, ben sinirlendim mi baş ağrım tutar, hafiften başladı, inşallah ilerlemez.”
Gerçekten kaygılı idi, soruyu sorduğuma pişman olmuştum. “-İstersen kalkalım” dedim, hesabı öderken garsona otelin nerede olduğunu sorduk, orada otel bulunmadığı, pansiyonların da bu mevsim kapalı olduğu cevabını aldık. İşte bu telaşlanacak bir durumdu, o saatte ve o mevsimde başka bir yere gidecek vasıta da bulamazdık. Bir sorun olduğunu sezen pansiyon sahibi yanımıza geldi. Hiç mi kalacak yer olmadığını sorduğumuzda;
“-Bir pansiyon var ama alternatiftir bilmiyorum ister misiniz?” dedi.
Dayı’nın kelime haznesi pek de geniş sayılmazdı, bu sınırlı haznede alternatif kelimesi bulunmadığından en yakın sesdeş kelime olarak alengirli sözcüğünü bulmuştu:
“-Alengirli mi? Nasıl yani?”.
O saatte durumumuzu ve başka alternatifimizin olmadığını göz önüne alarak konuyu daha fazla uzatmak istemedim ve Dayı’nın sözünü keserek temiz olup olmadığını sordum.
“-Temizdir, çok temizdir, rahat da edersiniz, ben de zaten restoranı kapatıyorum, sizi arabayla bırakırım.” dedi restoran sahibi.
Birkaç dakika sonra iki katlı, küçük bir bahçe içerisinde küçük ama şirin bir binanın önünde idik. Bizi arabası ile bırakma nezaketini gösteren restoran sahibine teşekkür edip uğurladık. Sadece iki yataklı bir oda bulabilmiştik. Ona da şükrederek odaya yerleştik, iyice yorgundum, Dayı ise belli ki kötü bir ağrının etkisi altında idi. Yapabileceğim bir şey olup olmadığını sordum, “-Hiç bir şey fayda etmez” dedi ve uyumaya çalışacağını, söyledi. Dalmışım. Gecenin bir vakti Dayı’nın inlemeleri ile uyandım, “-Oy anam oy, dayanamıyorum” diyordu yüksek sesle. Kalktı sonra “-Yıkanayım, belki geçer” dedi ve banyoya gitti. Yandaki odadan da bir adamın inlemesi duyulmakta idi belli belirsiz. Anlaşılan zavallı oda komşumuz da migren ağrısı çekiyordu. Ağrısı o kadar şiddetli olmalı idi ki kıvranıp duruyordu. Bunu inlemesine eşlik eden karyola gıcırtılarından anlamıştım. Galiba deprem, migren ağrılarını tetikleyici bir işleve sahipti. Gece Dayı’nın inlemeleri, banyoya gitmeleri ile geçti, sabah gün ışımadan biraz önce Dayı uykuya dalabilmişti. Yan odadaki adamsa Dayı’dan daha şanslı olmalıydı. İlk duyduğumun dışında sesi kesilmişti.
Dayı’yı uyandırmaya çekinerek, gürültü etmeden giyindim. Koyu, iyice demli bir çay ancak beni kendime getirebilirdi. Koridora çıktım , yandaki odanın da kapısı açıldı o sırada. Odadan çıkan çok zayıf, orta boylu adam akşam ağrıdan inleyip kıvranan kendisi değilmiş gibi neşeli bir sesle “-Günaydın” dedi, benimse “-Geçmiş olsun” kelimeleri dökülüverdi ağzımdan. Yüzüme şaşkın bir ifade ile baktıktan sonra merdivenlere yöneldi ve aşağıya inmeye başladı. Tuhaf bir yürüme tarzı vardı, daha doğru söylemek gerekirse tuhaf olan sadece yürüyüşü de değildi. Tavırlarında anlayamadığım bir farklılık vardı. Arkasından ben de aşağıya inmeye başladım. Merdivenin başındaki bankoda oturup portakal suyu ve çörekle kahvaltı etmekte olan ve büyük bir ihtimal ile kasabanın basketbol takımının pivot pozisyonunda oynayan uzun boylu delikanlı yüksek sesle ;
“-Kız Şero, nasıl geçti gecen?” diye selamladı oda komşumu. Benim geldiğimi görünce şaşırdı, telaşlandı, “-Çay ister miydin Şerafettin Ağbi?”
diyerek düzeltmeye çalışıyordu durumu bana karşı. Sonra yerinden fırladı;
“-Sizi şöyle alayım” diyerek beni salonun öbür ucundaki, 3-4 masadan ibaret kısma götürdü. Onun da tavırları bir tuhaftı. Sonra kırıtarak bankoya gidip Şero Ağbisi ile mırıltıyla konuşmaya, gülüşmeye koyuldular. Arada bana bakıp gülüşüyorlardı. “-Sabaha kadar inlediler ha”, “Durmadan abdest mi alıyorlardı?” sözcükleri kulağıma çalındı, anlaşılan gürültüleri yanlış değerlendiren bir tek ben olmamıştım geceleyin.
Çayımı karıştırırken alternatifin anlamını nihayet anlamıştım ama bana kalırsa pansiyona Dayı tarafından getirilen niteleme daha bilgece idi :
“Alengirli Pansiyon”