- Kategori
- Öykü
Altısı Kız, Üçü Oğlan!

Betonun daha işgal edemediği, herkesin küçükte olsa bir bahçesinin, bahçesinde bir iki meyve ağacının olduğu, aralarda bulunan boş arsalarda hala çocukların top oynayabildiği, kızların ip atladığı az sayıdaki mahalleden birindeydi annemin evi. Hafta sonları vakit bulursam annemi ziyaret eder, bahçesinin düzeniyle ilgili yardım ederdim. Emeğimin karşılığı ise iş bitimi annemin demleyip getirdiği çay ve ben gittikten sonra ardımdan ettiğini bildiğim duası olurdu.
Lüks arabalarıyla gelip, arsasını kendilerine verirse karşılığında yerine yapacakları apartmanda iki üç daire teklifinde bulunan müteahhitlerden bıkmıştı annem. Sadece annem değil tüm mahalleli bıkmıştı. Betonun bugün olmasa bile yarın mutlaka buraları yutacağını söyledim anneme, buralara katlarca beton yığınlarını diken o kişilerin geniş bahçeli, şehirden uzak villalarda yaşadığını söyleyemedim üzülmesin diye…
Annemin evinin bulunduğu sokağın başında Hanife adında yaşlı bir kadın yaşıyordu. Kimseye gidip gelmez, kapısının önüne koyduğu sandalyeye oturur, akşama kadar oradan kıpırdamazdı. Çocukları sevmez, sokakta fazla gürültü yaparlarsa eline aldığı bastonuyla onları kovalardı. Çocuklar da bu işten zevk alır, rahat bırakmazlardı Hanife Kadını. Kimi kimsesi yoktu sanırım. Mahalleli dışında kendisine kimsenin uğradığını görmemiştim hiç. Ara sıra annemin yaptığı yemeklerden bir kap götürürdüm kendisine… Teşekkür eder gibi gözlerime bakar, kafasını öne doğru eğerdi. Defalarca konuşmayı denedim fakat ne sorarsam, ne söylersem söyleyeyim konuşmazdı, önce gözlerini karşısındakinin gözlerine diker, yavaş hareketlerle sağa sola sallanmaya başlar, sadece şu satırlar çıkardı ağzından:
''Bene verilen bir can,
Bir candan döküldü dokuz kan,
Dokuz kan kurudu akmaz oldu,
Hanife’nin küfesi bir canı taşımaz oldu.
Günah derler, canı sen veremezsin, O alır,
O alır da Hanife nice neden kalır,
On kan kurudu akmaz oldu,
Hanife bu canı nasıl taşır?''
Kısık ve hırıltılı sesiyle kararlı bir şekilde dudaklarından çıkan bu satırlar insanı ürpertir, tüylerini diken diken ederdi. Ne anlatmak ister anlamazdım. Elbet vardı ihtiyar gönlünün gölü içinde yüzdürdüğü küreksiz bir kayık.
***
O gün de annemin bahçesinin yabani otlarını temizlemiş ardından çayımı yudumlamaktaydım. Annem hazırlayıp getirdiği bir kap yemeği Hanife Kadına götürmemi söyledi. Evden çıkıp Hanife Kadının evine doğru yol aldım. Kapısı kapalıydı ve sandalyesi de yoktu kapı önünde… Kapıyı uzun uzun çaldım, sesimi duyar diye bağırdım ama cevap gelmedi. Herhalde bir yere gitmiştir düşüncesiyle geri döndüm. Durumu anlatınca annem şaşırdı. ''O bir yere gitmez. Muhakkak her gün sandalyesini çıkarır kapının önünde oturur. Bu işte bir iş var'' dedi. Ben de şüphelenmiştim. Polisi arayıp durumu bildirdim. Kısa süre sonra polis eşliğinde gelen çilingir kapıyı açtı ve içeri girdik.
İçeri girdiğimizde Hanife Kadının yatağında cansız bedenini bulduk. Yorganı boynuna kadar örtülüydü. Polis yorganı üzerinden kaldırdığında, yatağın içinde birbirinden farklı renklerde dokuz adet bez bebek vardı. Bebeklerin giysilerinden anlaşıldığı kadarıyla altısı kız, üçü ise erkek bebeklerdi. Hepimiz karşılaştığımız manzara karşısında donduk kaldık. Biraz da ürperdik tabi… Hanife kadının cansız bedeni ve yanında dokuz adet bez bebek.
Kimsesi olmadığı için cenaze işlemleriyle mahalleli ilgilendi. Dualarla yolcu ettik Hanife kadını.
Tabii gerçekleri sonra öğrendik.
Hanife Kadının tam dokuz tane çocuğu olmuş. Kimi doğar doğmaz, kimi üç beş aylıkken çeşitli sebeplerle ölmüş. Hiç biri iki yaşını görememiş. Sırdaşı, hayat arkadaşı, eşi Halit Amca’da göçüp gidince bu dünyadan, tek başına kala kalmış Hanife Kadın. Yalnız kalınca akıl sağlığını daha fazla koruyamamış ve uzunca bir süre tedavi görmüş. Tam olarak hiçbir zaman iyileşememiş. Halit Amca’dan kalan köyündeki tarlayı satıp, parasıyla şimdiki evini almış. Kalan parayı ve Halit Amca’dan kalan emekli aylığının büyük bölümünü Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağışlamış.
Bunlar bizim öğrenebildiklerimiz tabi… Kendi içinde neler yaşadığını, ne savaşlar verdiğini, o bez bebekleri ne niyetle, ne zaman, nasıl diktiğini bilmiyoruz. Deli Hanife diye çocukların dalga geçtiği, tahta sandalyesi üzerinde otururken yoldan geçenlerin belki de hiç fark etmediği O kadın, belki de hepimizden fazla fark etti bu hayatı. Bizim dert, acı sandıklarımız belki de Hanife Kadının hayali, duasıydı. Dediğim gibi, hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.
Şimdi o satırların ne anlama geldiğini iyi biliyorum. Atalarından öğrendiği bir şiir, masal sandığım o satırlar, meğer Hanife Kadının ilmik ilmik ördüğü acılarının isyanı, isyanının sabrıymış.
***
Hanife Kadının ölümünden bir müddet sonra Çocuk Esirgeme Kurumu'na kalan evi için bir müteahhit ile anlaşılmış. Evi yıkıldı ve yerine apartman inşası başladı. Domino etkisi başlamıştı bir kere, yavaş yavaş tüm mahalleli müteahhitlerle anlaşmaya başladı. Annem direniyor hala; ''Burada, limon ağaçlarımın içinde öleyim oğlum, ben ölünce ne yaparsanız yapın'' diyor. Sarılıyorum sıkı sıkı anneme; ''Tek derdin bu olsun annem'' diyorum pamuk ellerini öperken.
O dokuz bez bebek ne oldu diye sorarsanız eğer;
Ben bu satırları yazarken bilgisayarımın yanında oturmakta hepsi…
Altısı kız, üçü oğlan!
***
Saygıyla... 03 Aralık 2018 - Denizli / Özkan SARI