Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Şubat '21

 
Kategori
Deneme
 

ALZHEİMERLI KADININ KIŞ GÜNEŞİ

ALZHEİMERLI KADININ GÖZÜNDEN KIŞ GÜNEŞİ          Yaşını almış yaşlı bir hanımefendi olarak, şimdiki neslin hızlı  ilerleyen teknolojik aletlerine ayak uyduramadığım için kendimi  bilgisiz hissettiğimi açıkça belirtmek isterim. Bir ürünün sürekli  yenilenip diğerine oranla daha pahalı olarak piyasaya sürülüyor  olması ile sürekli evrim geçiren insanların kendilerini daha da  pahalı olduklarını düşündürecek bir algı yaratmasına  benzetiyorum.      Oğlum, işi gücü yokmuş gibi sürekli başımın ucunda, zamanını  benimle harcayarak aldığı akıllı telefonu anlatmakla meşguldü.   Bense öğrenmemek için direniyor kafamı sağa sola çeviriyordum.  Arada sırada bana öğretemediğini düşündüğü için garip üfleme  sesi çıkartarak karşılık verir gibi oluyordu. Bu yüzden ara da sırada  kaşlarını çatarak, benim beceriksiz olduğumu sandığından ya da  benim yaşlılığımdan dolayı pes etmeyeceğini anlatma çalışıyordu.  Daha fazla benimle uğraşmaması için dürüst davranıp “Bu  yaşımdan sonra teknoloji kurbanı olmayıp, boyun fıtığına  yakalanmak istemediğim için öğrenmeye hevesli değilim” desem  çok mu ileri gitmiş olurdum. Arkadaşlarla ne zaman telefonda  konuşsam, akıllı aletleriyle fazla zaman geçirdikleri için ya boyun  kireçlenmesinden ya da boyun fıtığından dolayı başlarının derde  girdiğinden şikayetçilerdi. Yani yaşları benle oldukları farz edersek  ihtiyar olduklarından kaynaklı değil hani. Telefonların bu yaştan  sonra bizler için ne kadar tehlikeli gibi görünse de güzel yanları da  var tabi ki.      Sağ kalan birkaç Üniversiteli arkadaşlarımla “Whatsapp”  dediğiniz sayfadan iletişim kuruyoruz. Gelinim sayesinde,  yazdıklarında gelen bildirim sesini kapattırdım çok şükür. Yoksa  onlar gibi şikayetlerim çoğalırdı. Sürekli telefon başındalar. Bir de  neyin gönderilip , gönderilmeyeceğini bilemiyorlar. Genelde  gittikleri, yaptıkları anlarla alakalı fotoğraf atıp duruyorlar. Bazen  de buruşmuş suratlarını çekip yolluyorlar. Tanıyamıyorum tabi.  Nedense üniversiteli yılları hep gözümün önüne gelen. Gelinim  bazen  gözlerime kalem çekip, yanaklarıma pembe allık sürüp  bayramlık kıyafetleri giydirip finolar gibi poz vermemi istiyordu. Tabi  şaka yaptığını biliyordum ama yine de kendi buruşmuş yüzümü  çekip  göndermek için çok hevesli değildim. Eskisi gibi hatırlasınlar  isterim.Benim de tek atabildiklerim, temiz hava alabilmek için  verandaya çıktığım zaman karşımda duran denizin, martıların,  balıkçı teknelerin,bahçede ki çiçek ve kuşların ya da benim  torunlarımın fotoğrafları oluyordu. Bir de üniversite yıllarından  kalma yıpranmış bir kaç siyah beyaz fotoğraflar.  Gelin hanım öyle deyince acaba  nasıl  göründüğümü düşündüm. Hep bana çok doğal duru bir  yüzüm olduğunu söyler durur. Ben de “sen beni asıl gençliğimde  gör” diyerek gülerek karşılık verirdim. O zamanlar Ay gibi parlak,  beyaz yüzüm ve sisli bulut gibi gri gözlerimle etrafa ışık saçardım  bir güneş gibi. Yıllardır elime ayna alıp bakamıyorum  malesef. Şuan nasıl bir görüntüye sahibim hiç bir fikrim yok.   Kendimi incelemek, ben de nasıl bir his oluşturur bilemiyorum.  Zaten benim ve onların gönderdikleri fotoğrafların  çoğu net değil. Titrek ellerle bu kadar becere biliyorduk.    Genelimiz gözlükleriyle bile göremiyor. Kimileri titrek elleri ile  yazmaya çalışıyor. Genelde hep hatalı, anlaşılmaz yazılar geliyor.  Kimisi de benim yeni keşfettiğim kısmı, konuşarak yazdırıp  göndermeye deniyordu. Düzeltmeyi beceremedikleri için yazı  algılandığı gibi geliyor. Çoğu şeyler hep anlamsız ve saçmalıkla  doluyordu. Erkekler hala grupta biz hanımların olduklarını unutup  beyler arasında müstehcen tarzda diyaloglar kurma derdindeydi.  Kimileri de nereden , nasıl buluyorlarsa takvimden sıçramış  mankenlerin görselleri ile dolduruyordu sayfayı. Erkeklerin hiç  değişmediklerini gösteren tek unsur. Biz ihtiyarlar için teknoloji  gerçekten de çok ama çok tehlikeli. Telefon yüzüne, yarı bedenle  tamamen hayattan koparılmış oluyoruz. Eski arkadaşlarıma,  sosyal ağlar sayesinde haberdar olup, hayatta olduklarını  öğrenmenin verdiği mutluluk bambaşka. Tabi hayatta  olmayanlara üzülmüş olsak da ya da bulamadıklarımızdan  haberdar alamasak da eminim gittikleri yerde mutlu olmaları için  dua ettiğimi bilmelerini isterim. Aklımın benden yitip  gitmediğinden önce onların sesini duyduğum için minnettarım.         2018 yılında 77. yaş doğum günüm için canım ailem parti verdi.  “Akşamdan kalma”dememeyi çok isterdim. Parti sahibi olarak  gençleri kırmak istemedim. Akşam ihtiyar halimle çok konuşup  onları sıktığımı düşünürken ne olduysa o sırada dürtüldüm. Ufak  torunum minik elleri ile tuttuğu kendisi gibi süslü püslü bir  paketle karşıma dikildi. Biriktirdiği harçlıkları ile bana hediye  alması çok duygulandırdı. Bana akıllı saat almış. Adımlarımı  sayarsam fazla yürüyüp sağlığıma kavuşacağımı düşünerek almış.  Çocuğun aklına böyle şeyler geliyor tabi. Kendisine arada sırada  verdiğim harçlıklarını biriktirip de aldığını öğrendiğimde bu hediye  benim için daha anlam kazandı ve tarifini edemeyeceğim bir  duygu seline kapılmamı sağladı. Torunumun anlattığıyla cihazın  ne işe yaradığını pek anlayamadım ama şimdiki neslin aklı hep  teknolojilerde olduğu kesin. Aldığı saati biraz da oğlum anlattı.  Tek akıllı yönü saati gösterebiliyor olması. İyi yönlerini elbette  vardır ama kullanım yerlerini sürekli karıştırıyor olmam ya da  ihtiyar halimle uygulayamadıktan sonra benim için bir önemi  kalmıyor. Nabzı ölçüyor olması pek hoşuma gitmiş olsa da, yine  de pek emin değilim çıkan sonuçlara. Çalar servisi ile kalkmak,  bendeki kulaklarla pek olacak gibi değildi zaten. Nerede o eski  çalar saatler. Çok ses çıkarıyor diye masamdan almışlardı.  Erken kalkmama sebep olan tek unsur, yıllardır aynı saatte  kalkıyor olmam sanırım. Çalar saatten farkım yok.       Gece yarısını çoktan geçmişti. Çocuklar odalarına çekilmiş,  gelinler ise masayı topluyordu. Kızım, torunumu emzirmek için  odasına çekilmişti. Oğlumdan biraz hava almak için beni deniz  kenarına götürmesini rica ettim. Tek lüksüm evimin karşısında  denizin olmasıydı. Bu parti  fazla yormuş olmalı ki biraz  kendimi dinlemeyi, dinlenmenin beni  iyi hissettireceğini  düşündüm. Saat çok ilerlemiş olduğunu söyleyip yatmam  gerektiğini söylese de dinlemedim. Yaşlandığımı düşünmekten  ziyade sevdiklerimi diğer yaşımda da görebilecek miydim ve  onların mutluluklarına şahit olabilecek miyim diye umut ettim.   Kış ayında olmamıza rağmen hiç kar yağmıyor olma düşüncesi  sardı beni. Hava da rüzgar olmadığı gibi denizde de dalga yoktu.  Deniz yazdan kalma çarşaf gibi dümdüzdü. Ay ışığı denize  yansımıştı ve ben tam karşımda duruyordu.  Denize yakamoz oluşturan algler canlıları renk  katmıştı adeta. Önümde yanan ateş içimi ısıtmıştı. Ateşin çıkardığı  ses ile gece ava çıkmış balıkçı teknesinin denizde kuğu gibi ses  çıkarmadan süzülüşüne şahit olmuştum. “Sanırım sabahları erken  uyanmamı sağlayan motor sesleri” diye düşündüm hafif bir  tebessüm ederek.    Nere de o eski kış ayları? Her yerin karla kaplı o seneler. En son  2012 senesinin uzun bir aradan sonra çok sert kışı atlattığını  hatırlıyorum. 1987 yılında, 2012 yılına göre çok ağır bir mevsimi  geride bırakmıştık. Sadece İstanbul da değil, Türkiye geneli çok  zorlu bir seneyi atlatmıştı. Ülke kara teslim olmuş ve hayat  durmuştu. İnsanlar sokaklarda donarak yaşamlarını yitiriyordu.  Dünyaya getirdiğim 3. çocuğuma gebeydim o sene. Hava  şartlarından çok, ilerlemiş yaşımın sıkıntılı bir hamilelik  oluşturması strese sokmuştu ve beni aşırı korkutuyordu. Ama  korkumun önüme geçmesine izin vermiyordum. Zorlu bir süreçte  yılmayıp hayata tutuldu kızım. Bu benim dünyaya getirdiğim tek  kızımdı. Hayatıma anlam katan bana umut olan kızım. Çok zor bir  zamanda dünyaya gelmişti. Serma ismini vermiştim kendisine.  Rahmetli annem ölmeden önce eğer olur da bir kız çocuğun  olursa bu ismi koymam için vasiyet etmişti bana seneler önce.  Serma isminin anlamı kış soğuğu demekmiş. Yıllar sonra onu bir  kış ayında zorlu bir süreçte doğuracağımı görüp olacakları bilir  gibi .     Ah canım annem. Ne benim nikahımı, ne de torunlarını  görebilmişti. Ben doğduktan birkaç yıl sonra vefat etmişti. Tanrı  yanına aldığına göre, benden daha çok seviyor olsa gerek. Ondan  bana kalan tek hediye gözlerinin rengiydi. Güneşli havalarda  gökyüzü mavisi, kapalı havalarda sisli bir bulut gibi.      Geçen bir yıl boyunca hastalığım nüksetmişti. Eskiden düzenli  olarak kalktığım için, istemsizce uyanıyor her sabah Güneşi  selamlamaya devam ediyorum.       Bir gün bedenim çalar saat gibi kendini uyandırmayı başarmıştı.  Gözlerimi bir anda açarak, içimden “Artık uyandın. Şimdi kaldır şu  kıçını ve o sıcak yataktan ayrıl. Güne merhaba diyeceğin için git  şükürlerini sun. Güneşi selamla.” diyerek kendi kendimi motive  ettim. Doğu da güneş çoktan doğmuş olsa da, biz batıda  yaşayanların güneşi selamlamak için çok geç kalmadıklarını  söyleyebilirim. Kışın sert bir hava da camı açıp solumak insanı  gerçekten kendine getiriyor. Sert bir kapıya toslamak gibi ama  değil çünkü acıtmıyor. Kışın Güneş arka taraftan doğduğu için  birbirine yapışmış , uzun ince eski yapıtların arasından doğduğunu  görmekte zorluk çekiyordum. Eğer daha yüksek bir tepede ya da  açık bir arazide olsaydım güneşin doğuşunu izlemek daha keyif  verebilirdi. Açık söylemem gerekirse batışı kadar keyif vermiyor.  Çünkü gelişi, batması kadar uzun sürmüyor. Nasıl ortaya çıkıyor  anlamıyorsunuz. Soğuk havayı içime işlerken kemikleri çıkmış  yaşlılıktan oluşan lekeli ellerimin bir yandan titrediğini far ettim.  Bazı his kayıplarım olsa da hala üşümeyi hissetmek güzel bir  duygu benim için. Buz gibi hava da ağzımdan çıkan dumanların,  yarım yamalak açabildiğim buğulu gözlerimle donmuş  kirpiklerimin arasından yükselerek doğan güneşe bakışıma engel  olması biraz rahatsız etti doğrusu. Neyse ki Güneş yeteri kadar  yükselmişti. Sonra da Güneşe “ Uyuya mı kaldın yoksa ? ”diye  dalga geçip, ondan önce kalkmanın verdiği gururu ile saçma  sapan konuşmadan kendimi alamadım. Neyse ki ben onu  aşağılarken çıkmış “Hadi oradan” diye laf soktuğunu duyduğumu  söyleyebilirim ama kanıtlayamam. Her ne kadar çıplak gözle  Güneşe bakmak sakıncalı da olsa , bende ki sisli bulut rengini  almış gözlerim için bunu söyleyemeyeceğim. Daha ne kadar  bozulabilirler ki?       Bir el belirdi sırtımda. Bir an irkilip “Dokunma” diye bağırdım.  Büyük oğlum olduğunu söyledi bana. Alzheimer hastalığının ilk  evresinde olduğum için çok sık kafa karışıklığı yaşıyordum. Benim  gibi bakan iri gri gözleri ile şaşkın bir o kadar da korkmuş. “Ah!  Anneciğim buz kesmişsin.” dedi kısık bir ses tonuyla sanki  duyabileceğim den emin gibi. Dudak okuma eğitmeni olmasam  söylediklerini okuyamazdım kesin. Yakında bu özelliğimi de  unutacaktım. Bende sadece yüzüne tebessüm ederek, “Güneşi  izliyordum. Buraya nasıl geldim ? Ne Zamandır buradayım  bilemiyorum evladım” diyebildim. Şalımı üzerime örtüp, sıcak  eliyle buz tutmuş elimi kavrayıp “ beni  çok korkuttun anneciğim” diyerek içeriye götürdü.  Torunum olduğunu söyleyen ufaklık arada gelip Güneş ile bilgiler  toplayıp anlatıp duruyor. Daha ilk evreler olduğu için kendini  zaman zaman tanıyamıyordum. Güneşi sevdiğim için bana onu  hep anlatmasını istemişim. Anlatırsa mutlu olurmuşum. Anlattığı  zaman , beni çıkartıp izlettirme mi de söylemişim. Eskiden bunu  daha sık yaptığımı söylüyor. Söylediğine göre, hastalığım  ilerlemeden önce Güneşin batışını ve doğuşunu  kaçırmıyormuşum.Geldiğinde, kendisinin de bana eşlik ettiğini  söylemeyi de ihmal etmiyor.       Astronomlar , Güneş’in yaklaşık 4.6 milyar yıl yaşında olduğunu  söylüyormuş. Güneş’in yaklaşık 10 milyar yıl içinde ömrünün  sonlanacağını tahmininde bulunuyorlarmış. Bilimsel bulguları ne  kadar doğru bilinmez tabi. Aynı hastalandığımız da bizler için  belgeler de ne kadar ömrümüz kaldığı söyler gibi. Kesin  bilinmemekle birlikte yaklaşık 3 veya 5 yıl denilebiliyor.  Hastalık  bazen ansızın geliyor ve seni de yanında götürüyor. Bunun sebebi  nedir diye sorarsanız tabi ki bizleriz. Bizler kendimize iyi  bakmadığımız sürece o sinsi hastalık aniden gelir ve bedenimizi  ele geçirir. Bazen acılı sancılı bir şekilde bazen de aniden bir an  nefesinizi keserek. İşte dünyanın sonu, evrenin sonu da bizlerin  elinde. Bizler o kadar çok dışa dönük yaşıyoruz ki kendimizi  düşünmeyi bir kenara itiyoruz. Hep başkaları gibi olma hayat  yaşamaya çalışıyoruz. Daha fazla veya iyi bir hayat olsun diye  bedenimizi yoruyoruz. Bedenimizi yorduğumuz gibi çevreyi de  doğayı da katlediyoruz. Gözle görülebilen den çok gözle  görülemeyenler hava da sinsice dolaşıyor. Üzerimize bir sis gibi  çöküyor. Dünyanın tabakasını delip geçiyorlar. Dünyayı oluşturan  doğal kaynaklar yavaş yavaş azalıyor. Güneşimizi yorarak onu biz  yok ediyoruz. Çok değil. İçimize giren sinsi hastalık gibi bize  küsecek ve belki de benim gibi Alzheimer olacak. Unutacak  görevlerini. Isıtamayacak veya ışık saçamayacak. Derin bir uykuya  girecek ansızın. Bizlerin öldüklerinde derin uykuya girdikleri gibi.                                                                                                                     ( Yaşanmış bir olay olmayıp, hayal ürünü bir kurgudan ibarettir.)

 
Toplam blog
: 2
: 147
Kayıt tarihi
: 03.02.21
 
 

  Okuyucu ve Araştırmacı.   Çocuk kitabı yazar adayı. Gezginci ve Hayalperest..