- Kategori
- Deneme
ALZHEİMERLI KADININ KIŞ GÜNEŞİ
ALZHEİMERLI KADININ GÖZÜNDEN KIŞ GÜNEŞİ Yaşını almış yaşlı bir hanımefendi olarak, şimdiki neslin hızlı ilerleyen teknolojik aletlerine ayak uyduramadığım için kendimi bilgisiz hissettiğimi açıkça belirtmek isterim. Bir ürünün sürekli yenilenip diğerine oranla daha pahalı olarak piyasaya sürülüyor olması ile sürekli evrim geçiren insanların kendilerini daha da pahalı olduklarını düşündürecek bir algı yaratmasına benzetiyorum. Oğlum, işi gücü yokmuş gibi sürekli başımın ucunda, zamanını benimle harcayarak aldığı akıllı telefonu anlatmakla meşguldü. Bense öğrenmemek için direniyor kafamı sağa sola çeviriyordum. Arada sırada bana öğretemediğini düşündüğü için garip üfleme sesi çıkartarak karşılık verir gibi oluyordu. Bu yüzden ara da sırada kaşlarını çatarak, benim beceriksiz olduğumu sandığından ya da benim yaşlılığımdan dolayı pes etmeyeceğini anlatma çalışıyordu. Daha fazla benimle uğraşmaması için dürüst davranıp “Bu yaşımdan sonra teknoloji kurbanı olmayıp, boyun fıtığına yakalanmak istemediğim için öğrenmeye hevesli değilim” desem çok mu ileri gitmiş olurdum. Arkadaşlarla ne zaman telefonda konuşsam, akıllı aletleriyle fazla zaman geçirdikleri için ya boyun kireçlenmesinden ya da boyun fıtığından dolayı başlarının derde girdiğinden şikayetçilerdi. Yani yaşları benle oldukları farz edersek ihtiyar olduklarından kaynaklı değil hani. Telefonların bu yaştan sonra bizler için ne kadar tehlikeli gibi görünse de güzel yanları da var tabi ki. Sağ kalan birkaç Üniversiteli arkadaşlarımla “Whatsapp” dediğiniz sayfadan iletişim kuruyoruz. Gelinim sayesinde, yazdıklarında gelen bildirim sesini kapattırdım çok şükür. Yoksa onlar gibi şikayetlerim çoğalırdı. Sürekli telefon başındalar. Bir de neyin gönderilip , gönderilmeyeceğini bilemiyorlar. Genelde gittikleri, yaptıkları anlarla alakalı fotoğraf atıp duruyorlar. Bazen de buruşmuş suratlarını çekip yolluyorlar. Tanıyamıyorum tabi. Nedense üniversiteli yılları hep gözümün önüne gelen. Gelinim bazen gözlerime kalem çekip, yanaklarıma pembe allık sürüp bayramlık kıyafetleri giydirip finolar gibi poz vermemi istiyordu. Tabi şaka yaptığını biliyordum ama yine de kendi buruşmuş yüzümü çekip göndermek için çok hevesli değildim. Eskisi gibi hatırlasınlar isterim.Benim de tek atabildiklerim, temiz hava alabilmek için verandaya çıktığım zaman karşımda duran denizin, martıların, balıkçı teknelerin,bahçede ki çiçek ve kuşların ya da benim torunlarımın fotoğrafları oluyordu. Bir de üniversite yıllarından kalma yıpranmış bir kaç siyah beyaz fotoğraflar. Gelin hanım öyle deyince acaba nasıl göründüğümü düşündüm. Hep bana çok doğal duru bir yüzüm olduğunu söyler durur. Ben de “sen beni asıl gençliğimde gör” diyerek gülerek karşılık verirdim. O zamanlar Ay gibi parlak, beyaz yüzüm ve sisli bulut gibi gri gözlerimle etrafa ışık saçardım bir güneş gibi. Yıllardır elime ayna alıp bakamıyorum malesef. Şuan nasıl bir görüntüye sahibim hiç bir fikrim yok. Kendimi incelemek, ben de nasıl bir his oluşturur bilemiyorum. Zaten benim ve onların gönderdikleri fotoğrafların çoğu net değil. Titrek ellerle bu kadar becere biliyorduk. Genelimiz gözlükleriyle bile göremiyor. Kimileri titrek elleri ile yazmaya çalışıyor. Genelde hep hatalı, anlaşılmaz yazılar geliyor. Kimisi de benim yeni keşfettiğim kısmı, konuşarak yazdırıp göndermeye deniyordu. Düzeltmeyi beceremedikleri için yazı algılandığı gibi geliyor. Çoğu şeyler hep anlamsız ve saçmalıkla doluyordu. Erkekler hala grupta biz hanımların olduklarını unutup beyler arasında müstehcen tarzda diyaloglar kurma derdindeydi. Kimileri de nereden , nasıl buluyorlarsa takvimden sıçramış mankenlerin görselleri ile dolduruyordu sayfayı. Erkeklerin hiç değişmediklerini gösteren tek unsur. Biz ihtiyarlar için teknoloji gerçekten de çok ama çok tehlikeli. Telefon yüzüne, yarı bedenle tamamen hayattan koparılmış oluyoruz. Eski arkadaşlarıma, sosyal ağlar sayesinde haberdar olup, hayatta olduklarını öğrenmenin verdiği mutluluk bambaşka. Tabi hayatta olmayanlara üzülmüş olsak da ya da bulamadıklarımızdan haberdar alamasak da eminim gittikleri yerde mutlu olmaları için dua ettiğimi bilmelerini isterim. Aklımın benden yitip gitmediğinden önce onların sesini duyduğum için minnettarım. 2018 yılında 77. yaş doğum günüm için canım ailem parti verdi. “Akşamdan kalma”dememeyi çok isterdim. Parti sahibi olarak gençleri kırmak istemedim. Akşam ihtiyar halimle çok konuşup onları sıktığımı düşünürken ne olduysa o sırada dürtüldüm. Ufak torunum minik elleri ile tuttuğu kendisi gibi süslü püslü bir paketle karşıma dikildi. Biriktirdiği harçlıkları ile bana hediye alması çok duygulandırdı. Bana akıllı saat almış. Adımlarımı sayarsam fazla yürüyüp sağlığıma kavuşacağımı düşünerek almış. Çocuğun aklına böyle şeyler geliyor tabi. Kendisine arada sırada verdiğim harçlıklarını biriktirip de aldığını öğrendiğimde bu hediye benim için daha anlam kazandı ve tarifini edemeyeceğim bir duygu seline kapılmamı sağladı. Torunumun anlattığıyla cihazın ne işe yaradığını pek anlayamadım ama şimdiki neslin aklı hep teknolojilerde olduğu kesin. Aldığı saati biraz da oğlum anlattı. Tek akıllı yönü saati gösterebiliyor olması. İyi yönlerini elbette vardır ama kullanım yerlerini sürekli karıştırıyor olmam ya da ihtiyar halimle uygulayamadıktan sonra benim için bir önemi kalmıyor. Nabzı ölçüyor olması pek hoşuma gitmiş olsa da, yine de pek emin değilim çıkan sonuçlara. Çalar servisi ile kalkmak, bendeki kulaklarla pek olacak gibi değildi zaten. Nerede o eski çalar saatler. Çok ses çıkarıyor diye masamdan almışlardı. Erken kalkmama sebep olan tek unsur, yıllardır aynı saatte kalkıyor olmam sanırım. Çalar saatten farkım yok. Gece yarısını çoktan geçmişti. Çocuklar odalarına çekilmiş, gelinler ise masayı topluyordu. Kızım, torunumu emzirmek için odasına çekilmişti. Oğlumdan biraz hava almak için beni deniz kenarına götürmesini rica ettim. Tek lüksüm evimin karşısında denizin olmasıydı. Bu parti fazla yormuş olmalı ki biraz kendimi dinlemeyi, dinlenmenin beni iyi hissettireceğini düşündüm. Saat çok ilerlemiş olduğunu söyleyip yatmam gerektiğini söylese de dinlemedim. Yaşlandığımı düşünmekten ziyade sevdiklerimi diğer yaşımda da görebilecek miydim ve onların mutluluklarına şahit olabilecek miyim diye umut ettim. Kış ayında olmamıza rağmen hiç kar yağmıyor olma düşüncesi sardı beni. Hava da rüzgar olmadığı gibi denizde de dalga yoktu. Deniz yazdan kalma çarşaf gibi dümdüzdü. Ay ışığı denize yansımıştı ve ben tam karşımda duruyordu. Denize yakamoz oluşturan algler canlıları renk katmıştı adeta. Önümde yanan ateş içimi ısıtmıştı. Ateşin çıkardığı ses ile gece ava çıkmış balıkçı teknesinin denizde kuğu gibi ses çıkarmadan süzülüşüne şahit olmuştum. “Sanırım sabahları erken uyanmamı sağlayan motor sesleri” diye düşündüm hafif bir tebessüm ederek. Nere de o eski kış ayları? Her yerin karla kaplı o seneler. En son 2012 senesinin uzun bir aradan sonra çok sert kışı atlattığını hatırlıyorum. 1987 yılında, 2012 yılına göre çok ağır bir mevsimi geride bırakmıştık. Sadece İstanbul da değil, Türkiye geneli çok zorlu bir seneyi atlatmıştı. Ülke kara teslim olmuş ve hayat durmuştu. İnsanlar sokaklarda donarak yaşamlarını yitiriyordu. Dünyaya getirdiğim 3. çocuğuma gebeydim o sene. Hava şartlarından çok, ilerlemiş yaşımın sıkıntılı bir hamilelik oluşturması strese sokmuştu ve beni aşırı korkutuyordu. Ama korkumun önüme geçmesine izin vermiyordum. Zorlu bir süreçte yılmayıp hayata tutuldu kızım. Bu benim dünyaya getirdiğim tek kızımdı. Hayatıma anlam katan bana umut olan kızım. Çok zor bir zamanda dünyaya gelmişti. Serma ismini vermiştim kendisine. Rahmetli annem ölmeden önce eğer olur da bir kız çocuğun olursa bu ismi koymam için vasiyet etmişti bana seneler önce. Serma isminin anlamı kış soğuğu demekmiş. Yıllar sonra onu bir kış ayında zorlu bir süreçte doğuracağımı görüp olacakları bilir gibi . Ah canım annem. Ne benim nikahımı, ne de torunlarını görebilmişti. Ben doğduktan birkaç yıl sonra vefat etmişti. Tanrı yanına aldığına göre, benden daha çok seviyor olsa gerek. Ondan bana kalan tek hediye gözlerinin rengiydi. Güneşli havalarda gökyüzü mavisi, kapalı havalarda sisli bir bulut gibi. Geçen bir yıl boyunca hastalığım nüksetmişti. Eskiden düzenli olarak kalktığım için, istemsizce uyanıyor her sabah Güneşi selamlamaya devam ediyorum. Bir gün bedenim çalar saat gibi kendini uyandırmayı başarmıştı. Gözlerimi bir anda açarak, içimden “Artık uyandın. Şimdi kaldır şu kıçını ve o sıcak yataktan ayrıl. Güne merhaba diyeceğin için git şükürlerini sun. Güneşi selamla.” diyerek kendi kendimi motive ettim. Doğu da güneş çoktan doğmuş olsa da, biz batıda yaşayanların güneşi selamlamak için çok geç kalmadıklarını söyleyebilirim. Kışın sert bir hava da camı açıp solumak insanı gerçekten kendine getiriyor. Sert bir kapıya toslamak gibi ama değil çünkü acıtmıyor. Kışın Güneş arka taraftan doğduğu için birbirine yapışmış , uzun ince eski yapıtların arasından doğduğunu görmekte zorluk çekiyordum. Eğer daha yüksek bir tepede ya da açık bir arazide olsaydım güneşin doğuşunu izlemek daha keyif verebilirdi. Açık söylemem gerekirse batışı kadar keyif vermiyor. Çünkü gelişi, batması kadar uzun sürmüyor. Nasıl ortaya çıkıyor anlamıyorsunuz. Soğuk havayı içime işlerken kemikleri çıkmış yaşlılıktan oluşan lekeli ellerimin bir yandan titrediğini far ettim. Bazı his kayıplarım olsa da hala üşümeyi hissetmek güzel bir duygu benim için. Buz gibi hava da ağzımdan çıkan dumanların, yarım yamalak açabildiğim buğulu gözlerimle donmuş kirpiklerimin arasından yükselerek doğan güneşe bakışıma engel olması biraz rahatsız etti doğrusu. Neyse ki Güneş yeteri kadar yükselmişti. Sonra da Güneşe “ Uyuya mı kaldın yoksa ? ”diye dalga geçip, ondan önce kalkmanın verdiği gururu ile saçma sapan konuşmadan kendimi alamadım. Neyse ki ben onu aşağılarken çıkmış “Hadi oradan” diye laf soktuğunu duyduğumu söyleyebilirim ama kanıtlayamam. Her ne kadar çıplak gözle Güneşe bakmak sakıncalı da olsa , bende ki sisli bulut rengini almış gözlerim için bunu söyleyemeyeceğim. Daha ne kadar bozulabilirler ki? Bir el belirdi sırtımda. Bir an irkilip “Dokunma” diye bağırdım. Büyük oğlum olduğunu söyledi bana. Alzheimer hastalığının ilk evresinde olduğum için çok sık kafa karışıklığı yaşıyordum. Benim gibi bakan iri gri gözleri ile şaşkın bir o kadar da korkmuş. “Ah! Anneciğim buz kesmişsin.” dedi kısık bir ses tonuyla sanki duyabileceğim den emin gibi. Dudak okuma eğitmeni olmasam söylediklerini okuyamazdım kesin. Yakında bu özelliğimi de unutacaktım. Bende sadece yüzüne tebessüm ederek, “Güneşi izliyordum. Buraya nasıl geldim ? Ne Zamandır buradayım bilemiyorum evladım” diyebildim. Şalımı üzerime örtüp, sıcak eliyle buz tutmuş elimi kavrayıp “ beni çok korkuttun anneciğim” diyerek içeriye götürdü. Torunum olduğunu söyleyen ufaklık arada gelip Güneş ile bilgiler toplayıp anlatıp duruyor. Daha ilk evreler olduğu için kendini zaman zaman tanıyamıyordum. Güneşi sevdiğim için bana onu hep anlatmasını istemişim. Anlatırsa mutlu olurmuşum. Anlattığı zaman , beni çıkartıp izlettirme mi de söylemişim. Eskiden bunu daha sık yaptığımı söylüyor. Söylediğine göre, hastalığım ilerlemeden önce Güneşin batışını ve doğuşunu kaçırmıyormuşum.Geldiğinde, kendisinin de bana eşlik ettiğini söylemeyi de ihmal etmiyor. Astronomlar , Güneş’in yaklaşık 4.6 milyar yıl yaşında olduğunu söylüyormuş. Güneş’in yaklaşık 10 milyar yıl içinde ömrünün sonlanacağını tahmininde bulunuyorlarmış. Bilimsel bulguları ne kadar doğru bilinmez tabi. Aynı hastalandığımız da bizler için belgeler de ne kadar ömrümüz kaldığı söyler gibi. Kesin bilinmemekle birlikte yaklaşık 3 veya 5 yıl denilebiliyor. Hastalık bazen ansızın geliyor ve seni de yanında götürüyor. Bunun sebebi nedir diye sorarsanız tabi ki bizleriz. Bizler kendimize iyi bakmadığımız sürece o sinsi hastalık aniden gelir ve bedenimizi ele geçirir. Bazen acılı sancılı bir şekilde bazen de aniden bir an nefesinizi keserek. İşte dünyanın sonu, evrenin sonu da bizlerin elinde. Bizler o kadar çok dışa dönük yaşıyoruz ki kendimizi düşünmeyi bir kenara itiyoruz. Hep başkaları gibi olma hayat yaşamaya çalışıyoruz. Daha fazla veya iyi bir hayat olsun diye bedenimizi yoruyoruz. Bedenimizi yorduğumuz gibi çevreyi de doğayı da katlediyoruz. Gözle görülebilen den çok gözle görülemeyenler hava da sinsice dolaşıyor. Üzerimize bir sis gibi çöküyor. Dünyanın tabakasını delip geçiyorlar. Dünyayı oluşturan doğal kaynaklar yavaş yavaş azalıyor. Güneşimizi yorarak onu biz yok ediyoruz. Çok değil. İçimize giren sinsi hastalık gibi bize küsecek ve belki de benim gibi Alzheimer olacak. Unutacak görevlerini. Isıtamayacak veya ışık saçamayacak. Derin bir uykuya girecek ansızın. Bizlerin öldüklerinde derin uykuya girdikleri gibi. ( Yaşanmış bir olay olmayıp, hayal ürünü bir kurgudan ibarettir.)