- Kategori
- Anne-Babalar
Ana
Çocuklarım, eşim, yuvam, Trabzon, Meydan Atatürk Parkı
Güneş doğrulmadan mersedese bindiler. Uzakları yakın duymaya başladı Hüseyin. Açılan alnına, sarkık sarı bıyıklarına bakıp ensesinden omuzlarına düşen saçlarında ellerini gezdirdi anası. Bir süre sarılı durdu oğluna. Kırk günlük izinleri bitmişti. “ Sayılı gün değil mi!“ diye söylendi. Sonra, kavuşup ayrılmak üzerine söylenen türkülere tutundu yüreğiyle. Hüseyin’i büyüttüğü yıllar güzelliğini , alımlılığını tüketen acılar bugün de usundaydı ananın.
Fındık bahçelerinin yamacında eteğini çekiştiren, acıkınca oturup tepinen çocuk o günleri çok gerilerde bırakmıştı. Ulaşıp boynunu saramadığı bu adam güzellikleri, diriliği bedeninde taşıdığı yılları çağrıştırıyordu anaya. Türkülere tutunup anılara sığınması bu yüzdendi.
Ana, uzaklara yol alacak sarı mersedeste gözlerini gezdirdi. Bozuk Türkçesiyle konuşan torunu uzak ve yabancı gibi. Ya ön koltukta oturan gelini! Tanıdık mıydı!? Gelinle kaynana arasında gizliden gizliye bir duvar örülüydü.
gülün en kırmızısı
parmaklarında
gözlerinde sürme
soluğunda türkülerim
İki yıl önce birlikte türküler yaktığı gelinin yerini bir başkası almış , tanınmaz Olmuştu. Aralarındaki duvar durmadan yükseliyordu. Para çantasında taşıdığı döviz mi, yanaklarına sürdüğü allıklar mı ayrılığı çoğaltan? Gelinin, ikide bir, “ niks , kaput , ya “ diye çocuklarına Almanca seslenmesi neyin kanıtıydı? Sorular, sorular! Yanıtını bulamadığı sorular ananın yüreğinde, usunda geziniyordu.
Almanya’ya gitmediği yıllarda kaynanasıyla fındık dallarına birlikte uzanan gelinden başkası değildi. Kuşağını belinden büküp bağlayan, doyuncaya dek yemek yemeği ayıp sayan oydu. Konuştuğunda yüzü al al olurdu. Ya şimdi öyle mi ! Elinde tuttuğu sigarasını vişne koyusu dudaklarına götürdüğünde geçmişinden iz taşımıyordu.