Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Mayıs '07

 
Kategori
Sivil Toplum
 

Anayasal hukuk devleti olmak…

Anayasal hukuk devleti olmak…
 

Demokratik rejimlerde egemenlik kayıtsız şartsız millet adına kayıtlı olmakla birlikte, kullanma yetkisi halkın rızasına bağlı olarak siyasi oteriteye aittir.

Son günlerde Türkiye gündeminde demokratik plüralizm (çoğulculuk) kültürüne uygun düşmeyen siyasi arayışlara sahit olmaktayız. Kimi kesimleri ise, demokrasiden vazgeçecek kadar geçmişin arayışı içinde görmekteyiz.

Yanlış anlaşılmasın Çanakkale değil, Çankaya savaşları uğruna kavram kargaşası yaratarak, dindar-ateist, laik-antilaik, demokrat-antidemokrat gibi kavramlar yine istismar edilir oldu. İmtiyazli küçük çıkar guruplarına hizmet amaçlı bu suni tartışmalar, vatandaşlarımızda geçmişe dönme korkusu uyandırmakta. Türkiye demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı, yoksulluk ve sefaletle boğuşacak bir ortama çekilmek istenmekte.

Tüm bu olumsuzluklara sebep sağ partilerin karşında sol partilerin yetersiz ve cılız olmasının yanında, sağın alternatifinin sağ olmasının getirdiği sıkıntılardır. Mevcut sol halka umut vaad eden sosyal, kültürel, ekonomik ve her alanda sorunları çözecek politikalar üretemediği için, aşırı devletçilik zihniyetine yönelerek, statüsünü korumaya calışmakta. Daha da kötüsü demokrasiyi kesintiye uğratacak ihtilal tellallığı yapacak kadar yanlışlara yönelmekte.

Bilindiği gibi, demokratik sistemlerde Montesquieu’nun da açık bir şekilde tarif ettiği gibi ” özgürlüklerin korunması” ve siyasi otoritenin kontrolu anayasal düzen içinde hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı kuvvetler ayrılığı prensibiyle mümkün olur…

Cumhuriyet devrimlerinin Yunanca kökenli ”laic” (sekülarizm) laiklik anlayışı dini inkar eden bir kavram olarak tektim edilmekte. Laikleşme süreci, dinin antitezi olarak taktim edildiği için, dine karşı olan bir akımmış gibi yorumlanmakta. Laisizmin, İslamiyetin temellerini yıkmaya çalıştığı yolunda verilen yanlış izlenim ve ideolejik maksatlı propoğandalar ve laikliği yeni bir din gibi taktim etmeye gayretleriyle birlikte, laikliğin sathi görüntüsüyle saldırganlaşıp, İslami değerleri küçümseyen bir tavır sergilemesi laisizme tepkilerin çoğalmasına neden olmakta. Esasen laikliğin asıl görevi din ve devlet işlerini birbirinden ayırmak olmalıydı. Gerçekte Cumhuriyetin temel felsefesi ve dine bakış açısı Tanrıyla insan arasında bir bağ olduğu ve her insanın dini ibadetini dilediği gibi yapması gerektiğine inanmaktı. Bu yaklaşımın özünde vicdan hürriyeti ve sezginin gücüne inanç vardı. Kollektif olmaktan çok, kişisel inanç biçimi olan bu yorum, İslamiyetin bireyi değil de, daha çok toplumu ön plana çıkaran geleneksel tutumuyla tam bir tezat oluşturması gözardı edilmemeliydi. Bugün, laiklik konusu hala tartışılıyorsa sebebi bu tezatın olmasında aramak lazım gelir.

Zaman, zaman laikliği korumak adına demokrasiden vazgeçme eğilimlerine şahit oluyorsak laiklik anlayışımızın yanlışlığından kaynaklanmaktadır. Laisizmi gerçek anlamda liberalleştiremediğimiz içindir ki, laiklik sürekli istismar edilen bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Laisizmi istismar edilen bir unsur olmaktan çıkartıp, demokrasiye olan bağlılık ve güven sağlanmadığı müddetçe irtica ve rejimin tehlikede olduğu oyunlarıyla daha çok oynarız gibi görünmekte. Gerçekten sosyal uzlaşı arzu ediliyor ise, devrimlerin sadece laiklik ilkesini sahiplenip demokratik haklardan kolayca taviz verilebilir anlayışına son verip, hepsini aynı değer ve ölçüde görüp hiç bir maddesinden taviz verilmemesiyle sağlanır.

Sosyal düzen ve sosyal adalet anayasal düzen içerisnde devlet ve toplum arasında hukuka dayalı ilişkiler sayesinde sağlanabilir... Devlet; toplum ve toplumlar arası ilişkileri düzenleyen, iç ve dış tehlikelere karşı güç ve iradeyle donatılmış bir yapıya sahip, toplumun malı olan bir kurum olarak kabul edilmelidir. Devletin sorumluluk alanları içinde siyasi rejimi demokrasiye sahip cıkma zorunluluğu da vardır.

Devlet anayasal hukuk devleti olmakla klasik haklar diye tarif ettiğimiz hürriyetlerin korunmasını garanti eder ve güvenceye alarak sosyal hukuk devleti olma kimliğini kazanmış olur. Devlet fertlerin vazgeçilmez ve başkasına devredilmez hak ve hürriyrtlerini teminat altına almakla egemendir, fakat J.Locke göre, ”siyasi iktidarın kaynağı olan egemenlik halka aittir”.

Bugün Türkiyede siyasi plüralizmde yaşadığımız olumsuzluklar Türk solu’nun Marksist anlayışa bağlı olarak, sosyal ve ekonomik hakları görmezden gelip klasik hak ve hürriyetlere kollektivist bir yaklaşımla bakmasından kaynaklanmaktadır. Marksist anlayışta sosyal haklar bir hak olmaktan ziyade, devlet tarafından düzenlenmiş bir edim ve hizmet olarak değerlendirildiği bilinen bir gerçektir. Bu anlamda Marksist anlayışa göre temel hak ve hürriyetlerin totaliter amaçların dışında kullanılması sözkonu değildir. Devlet insan ve toplumun üstünde bir varlık olarak görülür ve insanlar ancak devlet için vardır anlayışı hakimdir. Bu bakımdan, Marksistlerin öngördüğü insan hakları anlayışını, demokratik anlamda insan hakları olarak nitelendirmek yanlış ve hatalı olur.

Türk solu dağılan Sovyetler Birliği sonrasında sosyal düzen, sosyal adalet, sosyal refah, fırsat eşitliği, vicdan hürriyeti, ifade özgürlüğü vs, hakların geliştirilmesini sağlayacak fikir ve politikalar üretemediği için kurtuluş olarak “anti demeokratik metodları” tercih eder duruma düşmüştür.

Türkiyede totaliter diktatörlüğün güçlenmesini isteyenlerin, insan hak ve hürriyetlerini sınırlandırarak devletin güçleneceği saplantısına düşenlerin esinlendikleri fikri yapı Markist felefeden başka bir şey değildir. Demokratik hak ve hürriyetlerin kısıtlanmasıyla toplumsal dinamizmin yok olup, refah seviyesinin düşeceği malesef dikkate alınmamaktadır... Refah seviyesinin düşmesiyle birlikte, sosyal ve teknolojik seviyeninde düşeceği hiç hesap edilmemekte. Bu anlamda 21. yüzyılda sosyalist blog çağdaşlarıyla teorik ve pratik alanda devlet ve halkın gelişmesine engel olduğu içindir ki komünizme olan güven yitirilerek Sovyet Rusyanın yıkılışını hazırlayan sebeplerden olmuştur.

Benim anlamakta zorlandığım husus ise!.. çağdışılığı ve Pratikteki uygulamasıyla toplumlara sosyal, kültürel ve ekonomik refah sağlamaktan yoksun, bireysel hürriyetlere zincir vurarak insanlığa zulum ve gözyaşını reva gören bir felsefenin ilericilik olarak taktim edilip hala taraftar bularak propoganda alanı oluşturmasıdır... 21. Yüzyıl bilgi ve aydınlanma çagında, bilgi ve iletişimin sınır tanımayan en parlak devrini yaşadığı çağımızda, asrın gerçeklerine aykırı düşünce ve fikirlere itimat edilerek umut bağlanmsını anlamakta gercekten zorlanmaktayım...


Metin YAZAREL

 
Toplam blog
: 65
: 3015
Kayıt tarihi
: 21.06.06
 
 

Sosyal Bilimler Fakültesi Sosyoloji bölümü  terk. Hollanda'da ikamet etmekte. Hollanda'da ..