Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Mart '08

 
Kategori
Anılar
 

Anılarımızda kısacık gezinti

Anılarımızda kısacık gezinti
 

Bir zamanlar daktilo vardı.


Ne kadar çağdaş yaşıyoruz değil mi? Bakınız, uzay artık kapı komşumuz oldu. Zırt-pırt gidip geliyoruz. Elbette bu gidiş gelişin maliyeti Afrika'daki en az on ülkenin temel gereksinimlerini karşılayacak boyuttadır. Durum böyle olunca da, insan bunca harcamanın neden yapıldığını sorgulamadam geçemiyor. Elin oğlu bir çıkarı ve gelecekte bir getirisi olmasa bunca harcamaya girer mi?

Ya teknoloji nasıl gelişti görüyor musunuz? Bundan yüz sene önce bulunsaydı büyük buluşlar literatürlerine girecek yüzlerce buluş, sessiz sedasız teknoloji dünyamıza giriyor. Elektriği, telefonu, ampulü, radyoyu, penisilini, matbaayı kimin bulduğunu biliyoruz da; faksı, bilgisayarı, lazer yazıcıyı, digital fotoğraf makinesini, cep telefonunu kimin bulduğunu bilmiyoruz. Kimbilir, belki de bu buluşlar kurumsal bir araştırmanın ürünüdür diye bulanı ortaya çıkmıyor.

Neyse, konumuz bu değil. Bunlar yalnızca konumuzun giriş bölümünü oluştursun diye yazılan kelimelerdir. Fakat, yine de konumuza yol gösterecek cinstendir. Yani, "Giriş taksimi" gibi. Bu giriş taksimleri Türk Sanat Müziği'nde çeşitli saz aletleri ile yapılır. Ben, kanun taksimini, klarnet taksimini çok severim. Bir de ritm sazlar vardır ki, hiç bir işe yaramaz gibi gözükürler ama, o, saz topluluğundan çıktığı zaman bakarsınız ki ortada hiç bir şey kalmamış. Def, darbuka bunlara örnektir. Bir köşede oturan ritm saz sanatçısı defini ya da darbukasını marifetli elleriyle çalar. Adı üzerinde esere ritm katar. Kulağınızı dikkatle o enstrümana verdiğinizde bir zaman sonra yalnız onun sesinin kulağınıza geldiğini anlarsınız.

Ne ilgisi var yazımla bu giriş, taksim konularının canım! Yazımın gerçek konusu ne benim yazdığım ne? Vallahi suç parmaklarımda. Bu parmaklar ki kaç sene daktilo tuşlarında gezindi durdu. Şimdi, bilgisayar klavyesinde dolaşan gencecik kardeşlerim "daktilo da ne?" diye sorar gibi. Efendim, daktiloyu şöyle düşünün: Bilgisayarınızın klavyesinde bastığınız harf ekrana değil de kağıda düşerdi. Ama, biraz gürültülü düşerdi ki, gece yarıları onunla yazı yazamazdınız. Akşam olup da el ayak çekilince bir harfe basardınız, o da şaryodaki kağıda bastığınız harfi çıkarırdı. Böyle böyle yazınız ilerlerdi. İyi de konu komşu sabah şikayete gelirdi: "Sabaha kadar tak tak da tak tak! Aaa ne o öyle? Kesin şu gürültüyü?"

Komşu haklıydı. Çünkü o zamanlar daktilo denen yazma aleti vardı ama, bilgisayar kadar yaygın değildi. Şimdi, çoluğu çocuğu belki bilgi edinir diye bilgisayar alan anneler ve babalar, çocuklarının bilgisayarı play station gibi kullanmaktan başka bir amaç için kullanmadıklarını görüyor. Yaşı biraz daha büyük olanlar ise kendi aralarında geliştirdikleri bir dille yazışıyorlar. Bu dili nasıl anlıyorlar ben de bunu anlamıyorum. Kendi aralarında bir dil geliştiren bu çocuklar sabah olup da okula gittiklerinde Türkçe yazmayı unutmuş oluyorlar. İnanmıyor musunuz? O halde, ilk, orta, lise, üniversitede okuyan ya da yeni bitirmiş bir tanıdığınız varsa karşınıza oturtun. Siz de elinize bir roman ya da bir öykü kitabı alın ve yüksek sesle okumaya başlayın. Siz okurken karşınızdaki de okuduklarınızı yazsın. Yalnızca bir sayfa. Siz okumayı o yazmayı bitirdiğinde kitapla karşılaştırın. Yanlışları kırmızı kalemle işaret edin. Bana hak vereceksiniz.

Şimdi çoğunuz diyecek ki "Kalem nerede?". Burada da haklısınız. Bilgisayar kullanmaktan neredeyse elimize kalem almaz olduk. Allahtan okullarda tam bilgisayarlı eğitime geçilmedi de çocuklarımız kurşun kalemin, tükenmez kalemin ne olduğunu biliyor. Peki kaçı dolma kalemi biliyor? Bilenlerden kaçı dolam kalem kullanmış? Amma yakışıklı dolma kalemler vardı değil mi? Altın uçlu olanlar bile vardı. Yüksek bürokratlara bir armağan gidecekse mutlaka kalem takımı olurdu. Yani, dolma kalem, tükenmez kalem, kurşun kalem bir arada. Bunların değerleri de çok yüksekti. Bugünün değeriyle 1.000 Ytl ile 10.000 Ytl arası takım kalemler vardı. Bunlar bugün de bazı önemli kırtasiyecelilerde var. Merak edip görmek isteyenler kırtasiyecileri ziyaret edebilir. Başka yerde bulunmaz. Kaçımızın cebinde dolma kalem var?

Yazmak güzel birşeydir. Bence çok okumanın sonu yazmaktır. Okuduğunuz binlerce kitaptan edindiğiniz bilgileri kendi düşüncenizde yorumladıktan sonra belki de özgün bir forma sokup bir yazı durumuna getirebilirsiniz. Önemli olan kendinizden ne kattığınızdır. Sizin yorumunuzdur. Dünyadaki bütün yazarlara bakın, hepsi kendinden önceki yazarları okumuş insanlardır. Bizim yazarlarımız içinde de dünya klasiklerini okumamış yazara rastlanmaz gibime geliyor. Eğer rastlanırsa bu kendi yalanları olur. Çünkü, hangi programda bir yazar dinlesem ve ona "Nasıl yazar oldunuz?" diye sorulsa, mutlaka okuduklarından ve özellikle "Dünya klasiklerini okuduğundan" sözeder. Şimdi aklınıza şöyle bir soru gelecek: "Biz okuyan bir toplum olmalıyız ki her sabah yeni bir yazar ortaya çıkıyor." E, haklısınız ama haksızsınız. Haklısınız her sabah bir yazarın çıktığına, haksızsınız her sabah bir yazarın çıktığına. Bu şu demek: Her kitap sanatsal değer taşımaz. Bu nedenle de her kitap çıkaran yazar olmaz. Nasıl her gazete gazete değilse.

Örneğin son çıkan bir gazete var ki yalnız "jurnelcilik" yapmak için yayın yaşamına başladı. Yazarları muhabir değil muhbir. Bir başka gazete var ki o da arkadaşlarının darbeci olduğunu yayınlıyor. Yani sabah o isim isim arkadaşlarını yayınlıyor, sabaha karşı saat dört sularında da o arkadaşları gözaltına alınıyor. Şimdi siz buradaki insanlara "gazeteci"mi diyeceksiniz? Eğer bu muhbirlere gazeteci diyecekseniz gerçek gazetecilere ne diyeceğiz? Günah değil mi onlara?

Gazeteci değişince gazete patronları da değişti doğal olarak. Örneğin eskiden gazete patronu yalnız gazetecilik yapar, geçimini bu işle sağlardı. Telefonlarla zar zor gelen haberler yazdırılırdı. Köşe yazarları ahşap tabanlı ve soba ile ısıtılan odalarında daktilo ile yazılarını hazırlarlardı. Zavallı mürettipler elle her harfi dizerlerdi. Harfler kurşundan yapıldığından bu mürettiplerin kurşun solumaları da için "bonusuydu". Bu nedenle eskiden bir söz vardı: "Matbaanın havasını solumuş bir kişi artık bu işten geri dönemez" denirdi. Kimbilir, kurşun kokusu şimdinin tineri gibi alışkanlık yapıyordu belki de.

Gazetelerin okunması bile güçtü. Kurşun harflerle mürettiplerin dizdiği satırlar kargacık-burgacık olması bir yana, bir de kağıtların kalitesizliği vardı. Saman kağıda baskı. Biz o kâğıtlara "teksir kâğıdı" derdik. Bakınız söz sözü açıyor. Bilir misiniz yakın zamana kadar fotokopi diye bir alet yoktu. İşte o zaman teksir denen baskı aleti vardı. 12 Mart darbesinden önce bu teksir makineleri birçok örgütün basım ve yayın organı olarak da kullanırdı. Önce mumlu kâğıt dediğimiz bir kâğıdı alacaktınız, bu mumlu kâğıdı daktiloya takacaktınız, yazmak istediğiniz konuyu yazacaktınız, sonra bu mumlu kâğıdın alt kopyasını alacaktınız. İşte bu alt kopyası sizin yazdığınız yazının delikli haliydi. Sonra bunu teksir makinesine takacaktınız. Teksir makinesinin mürekkep koyma kutucuğu vardı. Oraya mürekkebi koyardınız. Bir başka bölüme teksir kâğıtlarını koyardınız ve teksir makinesinin kolunu çevirdiniz. Mumlu kâğıttaki yazı teksir kâğıtlarına çıkardı. Ancak, her sayfa için bir mumlu kâğıt yazmanız gerekirdi. Teksir kâğıdının özelliği parlak olmaması, saman kâğıt olmasıydı. Saman kâğıt mürekkebi kolaylıkla emerdi. Şimdi, bilgisayarda yazdığınız yüzlerce sayfayı "yazdır" emriyle bir kaç dakikada döküveriyorsunuz.

Şimdi çocuklarımız bu dünyada herşeyin her zaman varolduğunu sanarak büyüyorlar. Tıpkı bir zamanlar bizim gibi. Bizler dedelerimizin kandillerde yaktıkları yağlarla aydınlandığını biliyor muyduk? Ya da işe sefertası ile yemek götüren büyüklerimizi biliyor muyduk? Ya da İstanbul'dan Ankara'ya telefon etmek için önce 03 santrale adımızı yazdırıp sıraya girdiğimizi ve bu sıranın 7-8 saat sonra geldiğini biliyor muyduk? Sıra geldiğinde de sesimizin karşıya gitmesi için avaz avaz bağırdığımızı anımsıyor muyuz? Radyo denen aletin bile çok seçkin ailelerde olduğunu, buzdolabı denen şeyin ülkemizdeki Amerikalılarda olduğunu biliyor muyduk? At arabaları ile kapımıza gelen odun ve kömürü bir kış boyu yaktığımızı anımsıyor muyuz?

İşte şimdiki çocuklar da bizim gibi. Onlar kullandıkları teknolojilerin her zaman bu dünyada varolanduğunu sanıyorlar.

Şuna hepbirlikte tanık oluyoruz sanırım: Teknoloji ilerledikçe, insani ilişkiler geriliyor.

 
Toplam blog
: 278
: 3275
Kayıt tarihi
: 26.05.07
 
 

İstanbul'un Kadıköy ilçesinde doğdum. Bir daha da Kadıköy'den ayrılmadım. İstanbul Üniversitesi, Ede..