- Kategori
- Öykü
Anlam

Oturduğu on bin evlik sitenin, fıskiyeyi andıran beton yapının altına konuşlanmış güvenlik kapısının yanından içeri girdi. İki giriş kapısı vardı sitenin. İkisinde de güvenlik kulübeleri ve araçların rastgele girmesini engelleyecek bariyerler vardı. Ancak bir işe yaradıkları görülmemişti. Güvenlik elemanları hiçbir arabayı durdurup nereye geldiğini sormaz, giriş yapacak aracı gördüğü anda bariyeri kaldırırdı. Gerçi araç durdurup nereye geldiğini sorgulayacak bir site de değildi burası zira içinde iki market, ikisi özel biri devlet olmak üzere üç okul, terzi, tuhafiye, pastahane, kırtasiye, iki eczane, sekiz-on tane kuaför, butik, postane, spor salonu bulunduran, içine otobüs ve minibüs giren mahalle gibi bir yerdi. Kime “nereye geldin?” diye sorulabilirdi ki?
Girdiği kapının yanında bir indirim marketi bulunuyordu. Henüz açılmamış marketin önünde insanlar kuyruk oluşturmuştu. Marketin özel ürünleri ucuza getirdiği günlerden biri olmalıydı. Ürünler çabucak bittiğinden, insanlar market daha açılmadan sıraya giriyorlardı.
Marketin hemen yanından yukarı doğru kıvrılan yolun kenarında ilkokul vardı. Şu an okulun başlama saati olduğundan, yollar arabalarla, kaldırımlar ise anne- baba ve çocuklarla doluydu. Kalabalığın arasından kendisine boşluk bularak ilerlemeye çalıştı. Bu sırada çocuğunun birey olmasına fırsat vermek istemediği için onun beslenmesini ve çantasını taşıyan bir anneye çarpı. “ Aa, pardon, çok pardon” dedi ama kadın istifini bozmadan devam etti yürümeye.
Bir tarafı araba yoluna, diğer tarafı ise site çarşısının arka kapısına bakan, küçük pastanenin oraya kadar yürüdü farkına varmadan. Farkına varamamıştı çünkü yürürken bir yandan da sitenin bir örnek yapılarını inceliyordu. Beş ya da sekiz katlı, kıvrımsız, dümdüz, zevksiz görünümlü bloklar, güzel görünsün diye farklı renklere boyanmış, üzerlerine desenler çizilmişti. Ancak gene de zevksiz görüntülerinden uzaklaşamamışlardı.
Pastanenin yanındaki havalandırmadan gelen mahlebin iştah açan kokusu ciğerlerine dolduğunda, açlık hissetmiyor olmasına rağmen mutluluk hissettiğini duyumsadı. Yemek yemek ona hep keyif verirdi.
Her iki yanı ağaçlar, küçük yeşillikler, güller ve dahi türlü çiçeklerle çevrili, bir tarafı gidiş diğer tarafı dönüş olarak ortadan ayrılmış olan yoldan karşıya geçti. Eve kestirme yoldan gitmeye karar vermişti.
Ortasında iki adet çocuk parkının bulunduğu, küçük bir ormanı andıran alandan geçerken, erik ağacını görünce durdu. Eriği çok severdi. Ağaçtan bir tane erik kopardı, iştahla ağzına attı. Eriği tamamen çiğneyip yuttuğu halde, hiç tat alamamıştı. Neredeydi eriğin o sulu, mayhoş, diş kamaştıran tadı?
Kafası karışmıştı. Rüzgar tüm karışıklıkları çözmek ister gibi ılık ılık, usul usul esiyordu ama, onun zihninin kıvrımları şaşkınlıktan birbirine girmişti.
Yürümeye devam etti. Kendi evinin önüne gelmişti. Kendi yeşil boyalı bloğunun önüne. Bloğun önündeki otopark kalabalıktı.
Apartmana girdi., asansörle sekizinci kata çıktı. Tam evine girecekti ki, kapının önünü görünce duvara çarpmış gibi oldu. O nasıl bir ayakkabı kalabalığıydı öyle. Siyah, kahverengi, topuklu, düz, spor ayakkabılar, kadın ayakkabıları, erkek ayakkabıları… Zili çalmayı düşündüğü sırada kapı açıldı. Evden biri çıkıyordu. Zayıflıktan avurtları çökmüş, gözlerinin feri sönmüş, bembeyaz yüzlü bir kadın. Biraz daha dikkatli bakınca apartman komşularından biri olduğunu anladı. Kadın, o ayakkabı kalabalığının arasından kendi ayakkabılarını buldu, alelacele ayağına geçirdi ve asansöre binip gitti.
Evinin açık olan dış kapısından hızla içeri girdi. Evi yüz elli metrekare, üç oda bir salon, güzel konumlanmış ferah bir evdi. Mutfak, odalar, banyo, salon, evin ortasındaki hole ve koridora bakıyordu. Salon ve çocuk odaları hariç, duvarlar açık renge boyanmış, eşyalarda aşırı renkli seçimler yapılmamıştı. Danteller, masa örtüleri, hareketli desenler falan yoktu. Aksesuar olarak bir vazo, birkaç kuş biblosu, içinde kurutulmuş yapraklar olan yuvarlak ahşap bir tabak kullanılmış, sade bir şıklık yaratılmıştı.
Evde insanın midesinden açlık sinyalleri getirecek kokular vardı. Mutfağa doğru seğirtti. Kahverenginin çeşitli tonlarından oluşmuş çizgilerle bezeli dikdörtgen mutfak masasının üzeri börekler, tatlılar, dolmalarla doluydu. Dolaptan bir tabak alıp yemeyi düşündü fakat tam o sırada içerideki konuşmalar dikkatini çekti. Birisi hakkında konuşuyorlardı. Daha doğrusu evinde, birisi hakkında konuşan bir kalabalık vardı. Yemekten vazgeçip salona gitti. Kalabalığın büyük çoğu tanıdıktı. Annesi, yengeleri, komşuları, kuzenler falan. Hepsi de hüzün içerisinde konuşuyordu. Konuşmalara dikkat kesildi. “Kırkıncı gün, canım benim, çok iyiydi, çok zor” gibi kelimelerin kullanıldığı cümleler kuruluyordu kum beji koltuklarda oturan konuklar tarafından. “Heeey, burada niye toplandınız, kimin hakkında konuşuyorsunuz?” diye seslenmek istedi, sesi çıkmadı. Komşusu ayağa kalktı, kapıdan geçerken ona çarptı ama ikisi de bir şey hissetmedi.
Olan bitene anlam vermeye çalışırken, annesinin gözyaşları içinde sarf ettiği şu sözleri suydu. “Allah’ım, yavrum inşallah yerinde huzurludur. Biz onu görmüyoruz ama inşallah o bizi görüyordur.”
Ve o ana kadar hiçbir şey hissetmediği bedeninde, güçlü bir titreme hissetti. Anlamsız gelen her şey meğer ne kadar anlamlı, anlamlı gelen her şey meğer ne kadar anlamsızmış diye düşündü annesinin gözyaşlarını öperken.