Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Portakal Çiçeği ve FISILTI

http://blog.milliyet.com.tr/elvince

29 Ağustos '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Anne Ben Geldim...Kızın

Anne Ben Geldim...Kızın
 

Onu evine götürecek bu yolda küçük adımlarla yağan yağmura aldırmadan yürüyordu. Camı çizik saatine baktı; yemekte olmalıydı şimdi ailesi. Onları yıllarca özlemişti; kemirgen bir hayvan gibi bütün benliğini usul, usul kemirmişti bu özlem. Artık kemirilen yerler acımıyordu; ama kapanmıyorduda bu kangrene dönüşmek üzere olan acı. Karnının acıktığını hissetti.Yağmur hızını kaybetmişti, billurdan öpücükler gibiydi. Saçlarına, yanaklarına konan öpücükler, telaşsız devinimlerle ruhuna kadar işliyordu.

Sırt çantasında şemsiye olmasına rağmen kullanmamıştı. Yıllardır bu kadar huzurla yürümemişti. Sokağın başına geldiğinde 145 nolu belediye otobüsü yavaşca geçiverdi yanından. Büyükce bir su birikintisi vardı az ötede. İstedi ki otobüs hızla dalsın su birikintisinin içine ve zaten sırılsıklam olan bedenini delerek iliklerine kadar ıslatabildiği kadar ıslatsın.

Sokağın başı, evlerin ışıkları, 145 nolu otobüs, yağmur, su birikmiş çukur; her şey yerli yerinde idi. Hiç ayrılmamışcasına tanıdık; seyretti.

Kalbi hızla çarpıyordu,yıllardır söyleyemediği kelimeler küçük dudaklarına kadar gelmişti. Sağ eliyle ağzını kapadı. Bıraksa ateş misali yakarak çıkıverecekti kelimeler. Ateş onu kemiklerine kadar yakacak su dolu çukura bir avuç kül olarak savuracaktı. Genzini temizlemek için tuhaf sesler çıkardı, kelimeler gerisin geriye uslu çocuklar gibi dönüp gittiler. Az ileride yol kenarına yapılmış hiç bir anlamı ve estetik kaygısı olmayan bir park vardı. Daha doğrusu "park" adı verilen bir görüntü.Tahta bir bank, arkalığı kırılmış, boyası yağan yağmurla akmış gibiydi, öylece ona bakıyordu. Bankın hemen yanı başındaki, ampulu üstünden sökülerek alınmış sokak lambası ışığı elinden alınmış deniz feneri gibiydi. Neye yarar diye düşündü, sadece insana " hiçlik" nedir onu hatırlatıyor. Zorla "hiç" yapılmayı...

Banka doğru yürüdü. Sırt çantasını çıkarmadan ayaklarını altında toplayarak bağdaş kurdu. Cep telefonu çalıyordu, aldırmadı, merak etmiyordu arayanı. Gözleri sabitlenmişti ona zorla "hiç" yapılmayı anımsatan sokak lambasına. Çocukluğunda merdiven basamaklarına oturur saatler boyu kalkmazdı. Öylece sabit bakışlarla sokakta oynayan çoçuklara bakar, kimi kez çocukların yerine kendini koyardı. Özellikle kız çocuklarını zayıf oldukları için çok kıskanırdı. Kendisi çok şişmandı. Arka bahçede unutulmuş, erkek çocuklarının tekmeleriyle yıpranmış bir varil gibi hissederdi bedenini. Kendisiyle alay edilmesinden korktuğu için çocuklardan uzakta ama onlara sabitlenmiş bakışlarla merdiven basamaklarında otururdu. Kırık dökük bankın üstünde yeşile çalan sürmeli gözleri, bembeyaz teninin çerçevelediği yüzüne dökülen ıslak saçlarıyla çok güzeldi. Tıpkı o çocuklar gibiydi ve evine giden yoldaydı şimdi. Her hatırladığında burnunun direğini sızlatan. Akasya ağaçlarının o günlerde, gözüne güneşe müsavi gözüktüğü evine.

Üniversite eğitimi görmek için kaçarcasına terkettiği evini şimdi sığınacak bir liman olarak görüyordu. Geçen bunca yıla rağmen hala tek sığınağı eviydi. Şimdiye kadar "evim" dediği tek yer olmasada, tek sığınaydı. Annesini ardında bırakarak, yalvarmalarına aldırmamış, çekip gitmişti. Annesi onun tek çocuk ve "eksik etek" oluşunu bahane ediyordu. "Terör" diyor, "anarşi " diyor" kızım tek başına oralarda , olmaz" diyordu. Çok istiyorsa üniversite eğitimi almayı, babasına yalvaracaktı annesi yeterki çekip gitmesindi. Ne çok severdi maviş gözlü babası kızını."tek kızım, tek gözüm, can özüm" diyerek çagırırdı, ama asla yaşadığı sürece onun üniversite eğitimi almasına izin vermeyecekti. Valizine koyduğu birkaç ıvır zıvırla yüreğinde kocaman bir korkuyla çekip gitmişti.

Üniversite eğitimi trajik bir olayla son bulmuştu. Gerçi çoktandır okula gitmiyordu,sol eğilimli bir partinin gençlik kolunda görev alıyordu. Uzun ince bir delikanlıyı seviyor, onun bazı kişilerle haberleşmesine yardımcı oluyordu. Neredeyse sekiz aydır aynı evde kalıyorlardı. O, uzun ince delikanlı, sol eli olmayan "Sarı muzo" dedikleri bir adam...Ezbere bir hayatı yaşıyor gibiydi. Şiir ve sigara kokan geceler içindeydi. Üç gecedir sevdiği delikanlı evden çıkmıyordu, çok tedirgindi. "Sarı muzo" ortalarda yoktu, korkuyordu delikanlı.Deşifre edimiş olduklarından korkuyordu. Son gece ışığı bile yaktırmamıştı. Kapıları kırılarak açılmıştı,kapıyı güçlendirmek adına arkasına koydukları konsol ve tüp devrilmişti.

Saçını kavrayan eli itmeye çalışarak bunu ona kimin yaptığını görmeye çalışıyordu.

Bağırabildi mi?

Ne söyledi?

Bilmiyordu...

Onunla beraber sevdiği delikanlıyıda yere yatırmışlar, üstelik başına basarak tamamen hareketsiz kalmasını sağlamışlardı. Odanın tavanından bakıyor gibiydi olan bitene. Hissizleşmişti, sanki kendisi yaşamıyordu bu anları. Birden küfür etmeye başladı, tüm gücüyle bağırıyordu. Odada ne kadar "GÜÇ" varsa onlara küfür ediyordu. Atılan bir tekmeyle kan boşandı ağzından. Üstüne abanan pisliği can havliyle itti. Pislik ona güldü. Pisliğin ter ve sigara kokan vucudunu atamadı üstünden. Karnına aldığı bir tekmeyle inleyemeden bayıldı.

Sabit bakışlarla öylece duvara bakıyordu. Saçları kusmuk kokuyordu, geceliği kan içindeydi. Nerede ve neden bu halde olduğu önemsizdi, sadece nefes alıp veriyor düşünmüyordu. İçeri giren hemşire " erken doğum yaptınız maalesef, bebek çok zayıf onu küveze koyduk. Biraz kendinize gelin yanına gideriz" dediğinde farkına vardı içindeki boşlugun. Elini karnına götürdü...

-O nerde, ona ne oldu?

- Küveze koyduğumuzu söylemiştim size dedi. Hemşire yüksek sesle.

-Hayır, O ne oldu?

- O mu? Kimden söz ediyorsunuz? Siz dün gece yarı baygın halde atılmışsınız hastahanenin bahçesine. Bekçi beyaz renkli bir Renault'dan atıldığınızı görmüş. Şansınız varmış başka bir yere atmamışlar, doğum çoktan başlamıştı. İkiniz de ölebilirdiniz. Size bunu kim yaptı? Bilmiyor musunuz?

Biliyordu...

Odaya çeşitli aralıklarla girip çıkan hemşireylede, hastahane polisiylede, sivil polislede konuşmadı.Eline gizlice tutuşturulan bir kağıt parçasına yazılanları okuduktan sonrada konuşmadı. Kağıt parçasında uzun, ince delikanlının kanlar içinde tutuklandığı, nereye götürüldüğünden kimsenin haberinin olmadığı yazılıyordu. Susması tembih ediliyordu.

SUSMUŞTU!!! zaten...

Hastahaneden çıktığında evine dönmemişti. Bebeğini bir kez olsun gör(e)meden terketmişti. Terketmeyi bilmek, evet çok iyi biliyordu (!?) Telefonla annesine ulaşarak bebeği almasını istemişti.

Telefonu kapatmadan az önce ''beni sevdiğin kadar onu da sevmelisin anne'' demişti.

Şimdi neden evine dönüyordu? Tam altı yıl, oradan oraya bütün şehirlerin sokaklarında izi kalmıştı.Yurt dışına çıkmak istiyordu, ramak kalmıştı bir Almanla çekip gitmesine, yurdunu terkederek; ama onu alıkoyan bir şey vardı. Kızı...Onu çok özlüyordu. Adını bilmiyordu, saçları ne renkti? İlk bu gece düşledi sarı saçlı mavi gözlü bir kız çocuğunu, içi titredi. Onu merdiven basamaklarında sabit bakışlarla, oyun oynayan çocuklara kıskançlıkla bakarken düşledi.- hayır!! diyerek yüksek sesle, bu düşü kovaladı usundan.

Çalan cep telefonunu almak için ayağa kalktı, sırt çantasına uzandı; ama telefon susmuştu.Telefonuyla aralarında birkaç gündür bir oyun vardı. Çalan telefonu önce umursamıyor, telefon ise arsızca çalmaya devam ediyordu.Tam cevaplayacağı sırada ise susuyordu. Bu da işine geliyor, kim aramış merak bile etmiyordu. Bu sefer baktı arayan numaraya. Oydu...Sim kartını çıkardı yerinden yere attı. Rahatlamıştı, tek bağıda yok olmuştu içindeki acıyı bastırabilmek adına yaşadığı sürgün hayatla. Aylardır bu günü kollamıştı. O geceden sonra yüzlerce gece yaşamıştı, kaçarak, duman dolu...Kimi zaman kendisini boğazına kadar pislik içinde hisederek yürümüştü. Kimi zaman duraksamıştı sakin ve dingin olduğu zamanlarda ruhu ve yüreği. Duraksadığı bir gece evi aramış, telefonun ucundaki incecik ipek gibi hafif ses ona unutmadığını hatırlatmıştı.İçinden kopan bebek yaşıyordu ve annesi onu tıpkı kendisini sevdiği kadar sevmişti. Konuşmadan telefonu kapattı; ama biliyordu onu bekliyorlardı.

Yürüdü...Yol bitmişti...Zile uzandı.

Saniyeler süren; ama sonsuz gibi gelen bir zaman sonunda açıldı kapı...

-Anne ben geldim...KIZIN...

Saçları başak sarısı, mavi gözlü, tombiş bir kız çocuğu orta yaşlı bir kadının elinden tutuyordu. Kadın yana çekildi.

-Çok yorgun olmalısın, gir içeri... Dedi. Sesi billur yağmur damlalarının ıslattığı yüreğe doğru aktı gitti.

Kim bilir neler yaşandı,o dakikadan sonra sesizce kapanan kapının ardında. Gözlerimi kapayıp düşledim. Kendimce... Gülümsedim

Not:Blog seçkilerim için bir türlü karar veremedim. Ben anneyim, sanırım çokta duygusalım. çocuklardan bahseden bütün blogların okunması için sizlere tavsiyede bulunabilirim.

 
Toplam blog
: 76
: 2902
Kayıt tarihi
: 06.11.06
 
 

"Yasamak sakaya gelmez,büyük bir ciddiyetle yasayacaksinbir sincap gibi mesela,yani yasamin disinda ..