Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Nisan '11

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Annesinden kızına miras -4

Mine artık bugüne kadar sahip olduğu gücün etkisini yitirmişti, büyü bozulmuş, duvarları granitten sandığı şatosu yıkılmak üzereydi. Nasıl olur da ilk gördüğü andan itibaren tutkuyla bağlandığı, gözünün içine baktığı erkeği bir başka kadına dokunabilir, onunla aynı yatağa girebilir, onu mutlu edebilirdi. Bu hak sadece ve sadece ona aitti. Nikahla bunu tescillememişler miydi. Mine gözünün ucuyla başka birine bakmak bir yana, bunun düşüncesinden bile hep uzak olmuş, hayatta tek bildiği Sedat’ın son erkeği olacağından emindi. Bundan o kadar emindi ki eşini kıskanmayı, başkalarına ilgisinin olup olmadığını kontrol etmeyi bile aklından geçirmemişti. Sedat “öyle şey” yapmazdı. “Öyle şey” i sadece iyi ailelerden olmayan, eğitimsiz, basit insanlar yapar, hatta “kötü kadınlar” şeytanlıklarından “mutlu aile erkeklerini” yoldan çıkarırlardı. 

Bu algısını bütün komşuları, akrabaları, arkadaşları öylesine içtenlikle destekliyor, “yuva yıkan” şeytana öyle ağır laflar edilip beddualar gönderiliyordu ki Mine bir nebze olsun umutlanıyor, haklılığının bu kadar kalabalık bir grup tarafından destekleniyor oluşundan garip bir şekilde haz alıyordu. Geniş bir cephe oluşmuştu Sedat’a karşı, kadınlar türlü falcıların adını veriyorlar, hatta işi büyü yaptırmaya kadar götürüyorlardı.” Öyle biri var ki, yaptığı büyüyle kadının elini kolunu bağlar, aklını başından alır canım, yedi sülalesi bir daha iflah olmaz, hadi gel gidelim bak, göreceksin bir çırpıda yoluna girecek her şey, yine eski düzenine kavuşacaksın” 

Mine önceleri küçümsediği, şiddetle kınadığı falcıymış, büyücüymüş hepsinin kapılarını aşındırmaya başladı. Aklını yitirmişti sanki. Bedeni uyuşmuş, zihni ona türlü oyunlar oynuyordu. İkisini bir arada düşündüğünde hem Sedat’ı hem “o” kadını paralamak istiyor, bu onur kırıcı durum bir an önce bitsin diye aklına gelen tüm yolları deniyordu. Evi terk edip, ayrılmayı denese, nereye gidecekti, çocukların okul dönemiydi, nereden ev tutacak, hangi parayla yaşamına devam edecekti. Hiç çalışmamış, birikimi olmamış, birkaç parça ziynet eşyasından başka ona ait ne vardı? Oturdukları ev, yazlıkları, araba, kirada olan birkaç dükkan hep kocasının adınaydı ve Sedat’ın babasından kalan varlıkla yapılmıştı çoğu. Sedat’ın babası aniden öldüğünde annesi üç çocuğunu çağırmış, ”babanızdan kalan ne varsa, oturduğum ev dahil paylaşın, ben ölene kadar sadece bu eve dokunmayın” demişti. 

Mine annesini kaybettiğinde o kadar üzülmüş ve sanki bir yarısı da annesiyle beraber toprağa gömülmüştü ki, babasının mal paylaşımı yapmamasını hiç sorgulamamıştı. Babası hala yaşıyor ve erkek kardeşlerinin ilgisiyle de gayet sağlıklı bir ömür sürüyordu. Mine ara sıra onu ziyaret eder, ev işlerini kolaylaştırırdı. Ütüsünü yapar, birkaç günlük yemeğini dolaba hazırlar, çıkarken de “yine gelirim” demeyi ihmal etmezdi. Bunu içtenlikle değil de görev gibi söylerdi. Çocukluğundan gelen o babasına karşı hissettiği, ama adını tam olarak hiçbir zaman koyamadığı garip sıkıntı hiç azalmamış, annesi erkenden ölünce daha da artmıştı. Açıkça söylemese de annesinin ölümümden babasını sorumlu tutuyor, “keder içinde gördüğü kadının” kahrından erken öldüğüne inanıyordu. 

Tüm bunları hesaplıyor, ayrılığı düşünmeye cesaret edemiyordu. Ne gidecek bir evi, ne geliri vardı. Tüm gücünü, gençlik yıllarını, aklını, yeteneklerini, seçeneksiz gördüğü bu hayat için kullanmış, aksini hiç hesaba katmamıştı. Öylece evde olup, yemek yapmak, çamaşır kurutmak, alışverişe gitmek de gururunu kırıyor, her şeyi kabullenmiş görünmekten korkuyordu. Korkuyordu, hem de çok korkuyordu Mine. Öğrenilmiş çaresizliklere düşmekten korkuyor, bildiği, gördüğü annesinin evlilik modelinden öte bir yaşam bilmiyordu. Onunkisi biraz daha günün yeniliklerine uyarlanmışıydı sadece. 

Çok yalnızdı, yapayalnız, ölmüş olmayı diledi, çocukları vardı. Ölemezdi. Aklından geçen en çılgın çözümlerin hiçbiri onu rahatlatmıyor, tam tersine içindeki sıkıntıyı büyütüyordu. Sedat’ının eski Sedat olması için dua etti, bildiği tüm duaları okudu. 

Kafasının içi uğultularla dolu, gördüğü kabustan yorgun düşmüş olarak uyandığı bir gece yarısı, aslında evlendiği günden bu yana Sedat’ın ihanetini beklediğini ve bu korkuyla dolu olduğunu fark etti. Korkusunu derinlerde bir yere itmiş, sinsi bir pusu gibi orada öylece dallanıp budaklanmasını görmezden gelmişti. Korkusu onun ruh ikiziydi sanki, içinde karanlık bir köşede onu izler, attığı her adımda onunla yürür, onunla uyur, onunla beslenirdi. Sessizce yataktan kalktı, günlerdir oturma odasında ki kanepenin üzerinde uyuyordu. Pencerenin önüne gitti. Gökyüzünde dolunay kocaman, parlak, etrafındaki puslu halesiyle tam tepesindeydi. Karşı binanın çatısında martıların beyaz sülietlerini, hafif kıpırdanmalarını izledi. Camı açtı, tren rayları ıssız ve boştu. Son yük trenleri de çoktan geçip gitmişlerdi. Kediler çöp konteynırının tepesinde eşeleniyor, çalan bir araba alarmı sessizliğin ortasında çınlıyordu. Karanlıklardan bir cevap bekledi, bir işaret, bir umut. Gökyüzündeki yıldızlara, aya, bulutlara bile umutsuzca tutunmak istedi. “Allahım, lütfen her şey eskisi gibi olsun, lütfen”. 

Oysa değişimi durdurmak onun elinde değildi, değişim çoktan başlamış, herkesden önce o değişmişti.O artık eski Mine olmayacaktı ki, bu mümkün müydü? Korkusuyla yüzleşecek kadar cesur muydu Mine, annesinin kederini yüklendiğini, babasının günahını yargıladığını biliyor muydu? O çocuktu, ama babasını hep yargılamış, anlamadığı, nedenini bilmediği halde onu sevmemişti. Annesinin mutsuzluğunu, zoraki görünen boyun eğişini fedakarlık saymış, ki bu annesinin öğrendiği ve bildiği tek yoldu, çocuk ruhunda onları yargılamıştı. “Anne mağdur, baba suçlu”. Evlenene kadar geçen çocukluk ve genç kızlık dönemi ruhu bu olguyu modellemiş ve derinlerde bir yerde saklamıştı. Korkusu ve yaşadıkları eşleştiği anda önce tüm dış etkenlere dayanarak durumu nasıl kurtarırım kolaylığına sığınmıştı. Geleneksel, öğretilmiş zavallılık rollerine sarılmış, öfke ve nefretinin en son zerresine kadar kötülük planları yapmıştı. Hiç biri işe yaramadı.Şatonun duvarları çatlamıştı bir kere, güven verici değildi, içinde huzur yoktu, görkemi, parlaklığı, yaldızı gitmişti, gri ve donuktu. Yirmi yılda inşa ettiği eseri birkaç haftada köhne bir kulübeye dönmüştü. 

Çare olabilecek her yere bakmıştı, evlilik danışmanları, psikolog, akıllı komşular, yakın arkadaşlar, yengeler... Bir tek yere bakmayı akıl edemiyordu. Kendisine, Mine’ye bakmıyordu hiç. O kusursuz, haklı ve zavallıydı. Tıpkı annesi gibi. Dönüp kendisine bakmaktansa, karşıya, başkalarına yönelmeyi tercih ediyor, onlardan hazır ve denenmiş reçeteler sunmalarını istiyor, söyledikleri her şey daha da öfkelenmesine sebep oluyordu. O bir şey yapmamıştı ki, o erdemli anne, güzel ve bakımlı kadın, becerikli eşti. Neden herkes onu bu işi halletmesini bekliyordu ki, kötülüğü başlatan kocası değil miydi? O neden tüm bunların dışındaymış gibi görünüyordu. 

Sedat’ın cephesinde ise durum başka türlü karmaşıktı. İsteyerek evlenmişti Mine’yle. Annesinin yanında duyduğu güveni hissetmişti yanında. Üstelik annesinden farklı olarak eğitim almış, okuyan, uzak dünyaları merak eden bir kızdı. Büyüdüğü mahallenin kurallarına boyun eğmeyecek yapıda görünmüştü gözüne. Hem güvenilir bir eş, hem de heyecan verici bir hayat arkadaşı olabilirdi. Olabilir sanmıştı.. 

Evliliklerinin ilk yıllarında belki bu beklentileri doğru çıkmıştı, daha sonraları çocukların doğumu, okulları, alınacaklar, ödenecekler, gidilecek arkadaşlar, ağırlanacak misafirler dışında konuşacak konuları kalmamıştı. Mine kendi kurduğu krallığında zaferlerinin peşinden koşuyor, Sedat’ı da finansörü olarak elinin altında istiyordu. Giderlerin ardı arkası kesilmiyor, Sedat ne kadar çok çalışırsa çalışsın kazancının gideceği yer hep daha önceden ona sorulmadan hazır bekliyordu. Oğlanın dersanesi, kızın dans kursu, salona yeni koltuk, Mine’nin porselen dişleri. Bunlar bitince banyonun seramikleri yenileniyor, ” hazır mutfak mutlaka şart, meşe mutfağı olan bir tek biz kaldık koca apartmanda, utanıyorum vallahi” sızlanmaları... Peki ya Sedat’ın hayalleri. Onlar nerede? Akşamları evde yediği yemek ve arasıra Mine’yle birlikte aldıkları üstbaştan başka kendisi için yapabildiği ne var. Elbette çocuklarının iyi eğitim almasını o da istiyor, hiçbir şey esirgemiyor, karısı hiçbir şeyden mahrum olmasın diye elinden geleni yapıyordu. İyi de onun yaşam heyecanını canlı tutacak, bu hep aynı hedefe yönelmiş sıkıcı aile döngüsünden arasıra da olsa başını dışarı çıkarmasını sağlayacak ne vardı hayatında. Hiçbir şey… 

Sıkılıyordu, çok bunalmıştı. Bazen kaçıp uzaklara gitmek istiyor, kimsenin onu bulamayacağı bir yerlerde yepyeni bir yaşama başlamayı hayal ediyordu. Tüm sorumluluklardan uzakta sadece keyif alacağı işler yapmak, tekneyle dolaşmak, tenis oynamak istiyor, akşamları deniz kenarında birkaç kafadar arkadaşıyla kadeh tokuşturabilmek istiyordu sorgusuz sualsiz. Kaç yıl olmuştu bunları yapamayalı kendisi bile unutmuştu. Bu beden onun değildi sanki Mine ve doğurduğu çocukların hizmetkarı olmuş, hiçbir şeyden zevk almaz olmuştu. İşte tam da bunalımlı anlarından birine denk geldi kadınla tanışması. Öyle çok güzel ya da herkesin dönüp bakacağı cinsten bir kadın değildi. Birkaç saniye gözgöze geldiler o kadar. 

Aman o ne bakıştı öyle, kadın simsiyah gözlerini dikmiş, dişiliğinin en cüretkar manalarını yüklediği bakışlarıyla sarsmıştı Sedat’ı. Daha önce böyle bakan bir kadın görmemişti, arsızdı, küstahtı, meydan okuyordu.”Cesaretin var mı, maceraya var mısın?”dercesine. Ürpermiş, çok eskilerden hatırladığı tanıdık bir heyecan dalgası kaplamıştı ruhunu. “Maceraya davet”. Tam da eksikliğini hissettiği şey bu değil miydi? Adrenalini yükselmiş, hormonları ergen bir çocuğunki kadar coşkuyla dolaşmaya başlamıştı kanında. Beyni o anda tek bir şeye kitlendi. “Bu davetten kaçamam, bu meydan okumaya karşılık vermek zorundayım” Kadın durağan ve dingin yaşamında kendisini mahrum ettiği her şeyi temsil ediyordu o an. 

Hep düzgün ve doğru yaşamıştı öğretildiği şekilde. “Günah dedikleri ne varsa uzak durmuş, yasaklara uymuş, kurallara boyun eğmişti. İyi evlat, iyi koca, iyi baba olmuştu ama mutsuz da olmuştu. Mutlu değildi, ruhu mengene gibi onu sıkıyor, evde karşılacağı her şeyi önceden bilmenin bıkkınlığını yaşıyordu. Kurdukları bu düzende ona ait bir alan yoktu, o eşinde, çocuklarında, işinde vardı sadece. Tüm bunları çıkardığında hayatta onun var olabileceği hiçbir şey kalmamıştı. Sedat geleneğin içinde ona sunulanların arasında kaybolmuş, baktığı hiçbir yerde kendini göremezken nasıl mutlu olabilirdi. İşte bu düşüncelerle sımsıkı sarıldı bu karanlık gözlerin pırıltısına. Onu çekecekleri karanlık dehlizlere girmeye hazırdı, tehlikeler vız geliyordu. Söylenenler arı vızıltısı gibi uğultuyla geçip gidiyordu kulağının dibinden. “Kimseye hesap vermek zorunda değilim, bu benim hayatım diyordu, istediğim gibi yaşarım, benim de mutlu olmaya hakkım var” 

Ne çocuklarının ona sırt çevirmesi, ne Mine’nin düşmanca tavırları onu bu tercihinden caydırmadı. Kendisine ayırdığı birkaç günden ibaretti tüm sevinci. “Nankörler, bunca sene her şeyi onlar için yaptım, bir anda sildiler beni, demek ki bu kadarmış kıymetim” düşüncesiyle avunuyordu şimdilik. Vicdanı içten içe yanlış bir şey yaptığını bilse de ruhu onu çekip götürüyor, sürüklendiği bu heyecan ve zevk dolu yaşamdan vazgeçmeyi göze alamıyordu. Bu planladığı, önceden düşündüğü bir şey değildi, oluvermişti. Bu kadar basitti. 

DEVAM EDECEK 

 

 
Toplam blog
: 40
: 423
Kayıt tarihi
: 14.04.11
 
 

Eğitimim, hayata dair hiç bir şey bilmediğimi anlamama yetecek kadar, Bilgi birikimim, bilgin..