- Kategori
- Deneme
Aşk'a Dair
Ne zaman aşkın büyülü bir duygu, inanılmaz bir yaşantı oluşundan söz edilse aklıma Oscar Wilde’ın sözü gelir: “Aşkın gizemi, ölümün gizeminden daha büyüktür."Bu sözün içerdiği anlam derinliğine doğru sıra dışı bir yolculuğa çıkalım bir an. Ölüm, yüzyıllar boyunca insanlığın zihnini kurcalayan, bilinmeyen, zaman ve uzam ötesi bir yaşantı ise, aşk da belki ondan daha gizemli, daha az kendini ele veren, kaynağını insanın varoluşundan alan bir kavram ve bu kavrama can veren bir muhteşem bir yaşantı… “Aşk iki kişiliktir” der Ataol Behramoğlu. Çünkü çok özel ve çok derinlerdeki bir ruhsal noktada; iki insanın kaynaşıp “bir olma” yaşantısına geçmesidir aşk.
Aşkın gizeminin çözülmesi sanırım pek kolay olmayacak; popüler psikiyatri dergilerinde ve günlük gazetelerde indirgemeci bir tutumla aşkın kimyasının ve biyolojisinin çözümlendiğine dair pek çok yazı yer alsa da; bunların çoğunun yöntemsel açıdan tam anlamıyla gerçeği yansıttığı, “serotonin” düzeyinin artması ya da depressif durumlar arasındaki çelişkilerin açılımlanmasıyla bütünsel bir çözüme ulaşıldığı söylenemeyeceği gibi, bu çalışmaların henüz emekleme devresinde olduğunu da belirtmek yerinde bir tutum olacaktır.
Aşk, öncelikle bir varoluşsal olgu; Albert Camus’nün deyişiyle “Yaşamda kendisine bir anlam arayan tek varlık olan insanın” temel sorunsalıdır. Yusuf Alper bu konuda şunları yazıyor: “Aşk insanlık tarihi kadar eski bir olgudur…Her aşkta bir aşık olan(aşık) bir de olunan (maşuk) olması kaçınılmazdır. Bu, insan gibi eşraf-ı mahlukat için geçerli sayılsa da daha alt düzeyde varlıklarda da biyolojik(belki de psikolojik) düzeyde olabilmektedir. Burada bizi ilgilendiren biyo-psiko-sosyo-ontolojik varlık olan insanların aşkıdır… Psiko-sosyo-ontolojik boyut oldukça karmaşık durumlar ortaya çıkarıyor.” (Yusuf Alper “Psikanaliz ve Aşk”, s.36- 37) Bu açıdan bakıldığında insanın psikolojik derinliği, bilinçaltındaki labirentler ve girdaplar; aşk nedeniyle toplumun yüzyıllar boyunca temel doğrular olarak dayattığı kuralların sarsılması ve sorgulanması; aşkla nefretin ve aşkla ölümün birbiriyle kıldan ince, kılıçtan keskin yakınlığı; bunun altındaki temel varoluşsal problemler; diyalektik karmaşa ve kaos… İşte karmaşık durumlardan kastedilenlerin bir kısmı, sanırım bu durumlar ve olgulardan oluşuyor.
İnsan soyunun, kendisine yüzyıllardan bu yana toplum tarafından dayatılan kuralları, doğru olarak sunulanları sorgulaması, yaşamı açılımlaması, genişletmesi ve kendi yaşamını evrensel sonsuzluğa açması için bir çıkış kapısıdır aşk. Bir hastalık mıdır? Aşkın psikopatolojisi varsa nedir? Aşk çok büyük heyecanların, tarifsiz mutlulukların, uç noktada güzelliklerin yaşandığı bir duygu yoğunlaşmasıdır. Aynı zamanda, “sahip olma” düşüncesinin aşılamaması nedeniyle de kıskançlık, kuşku, kaygı, merak ile örülü çok zorlu bir yaşantıdır. Acı verir insana. Şiddete uzanan boyutu da vardır aşkın. “Her şeye karşın herkes sevdiğini öldürür.” der Oscar Wilde; “Bazen sert bir bakışla, bazen kılıçla ya da kılıçtan keskin bir sözle öldürür sevdiğini, aşkını.” Bir duygudan diğerine savrulan insan, uç noktalarda yaşamanın, aşkın doğasından kaynaklandığını keşfeder. Bu keşif de varoluşsal bir nitelik taşır özünde. Sonuçta aşk, insanın temel huzursuzluklarından biridir. Bu huzursuzluk, insanı sevdiğinin varlığında kendini eritip yok etmeye; kendi benliğini silmeye götürürken, bir yandan da sahiplenme duygusu nedeniyle sevdiğinin yalnızca ve yalnızca kendisine ait olmasını istemeye… İşte aşkın tragedyası buradadır. Benlik(ego) kabuğunu kıran insan, bu kez daha güçlü bir ego durumunun içine yuvarlanıyor. Bir çözülme, dağılma gibi görünen aşk, iki kişi arasında tüm yoğunluğuyla yaşandığında sözcüklerle anlatılamayan, sınır ötesi bir durumdur. Aşkın büyüsünü bozan, “sahiplenme” duygusudur. Franz Kafka, günlüklerinden birinde şu duruma dikkati çeker: “Almanca’da ‘sein’ sözcüğü iki anlama gelir: ‘var olmak’ ve’ onun olmak.’” Var olmak özgürlüğü gerektirir; birisinin olmak ise özgürlüğün teslim edilmesini; yani tutsaklığı. Sözcüğün kendi içinde barındırdığı bu tutarsızlık, yaşamın dile yansımasını biçimlendiriyor. Bu noktada Erich Fromm’un “Sevme Sanatı” kitabındaki bir cümle dikkati çekiyor: “Sevgi, özgürlüğün çocuğudur.” Özgürleştirdikçe ve özgürleştikçe daha çok ve daha derinden âşık olur insan. Ama bunu gerçekleştirmek için bütün bir paradigmayı, yaşama biçimini, bütün mantaliteyi yıkıp yok etmek ve yepyeni bir dünya kurmak gerekiyor. “Sahip Olma”nın değil “Olma”nın egemenliğindeki bir dünya. Erich Fromm’un “Sahip Olmak ya da Olmak” adlı yapıtında bu konuyla ilgili pek çok ipucu bulmamız olası. Ütopyalara da ihtiyacımız var; özellikle, insan varlığının sanal / silik bir gölgeye dönüştüğü içinde yaşadığımız çağda.
Bütün aşklarda temel bir çatışma vardır; doğal duyguların, toplumun koyduğu sınır ve kurallarla çatışması. Bu çatışma, mülkiyet ilişkileriyle birlikte şekillenen evlilik kurumu ve bu kurumun çerçevesindeki ahlak anlayışıyla kişinin/kişilerin çatışması anlamına da geliyor. Anna Karenina’nın, Madame Bovary’nin, Aşk-ı Memnu’daki Bihter’in… çelişkileri böylesi bir çatışmadan kaynaklanmakta; yani toplumun evlilik formundaki ilişkiyi onaylaması, kural dışına çıkanları törel ve yasal yönden cezalandırması… Bir de kişinin kendine koyduğu engeller; vicdani hesaplaşmalar… Yüzyıllar boyunca yazılan edebiyat yapıtlarını incelediğimizde aşağı yukarı belirli bir format çıkar karşımıza. Âşık olan iki insan ve onları engelleyen birtakım güçler… Bu güç kaynakları törel, kültürel, sınıfsal, dinsel farklılıklar olabilir. Ama aşk bütün engelleri yıkıp aşar; hiçbir kural ve sınır tanımaz. Çünkü o özgürlüğün ve insan doğasının yaratımıdır. “Psikanaliz ve Aşk”ta Yusuf Alper’in deyişiyle, “Gerçek aşk çerçevesine giren her ilişki, niteliksel olarak diğer tüm ilişkilerden aşkındır.” (s. 37)
Aşk bütün toplumsal çelişkileri aşar; setleri yıkar. Kerem’in delicesine âşık olduğu Aslı, bir Ermeni keşişin kızıdır. Aşk, iki insanı bütünleştirir; onlar birbirleri için “öteki” değildirler artık. Romeo ile Juliette, ailelerinin düşmanlığına, törel baskılara rağmen birbirlerinin varlıklarında, düşmanlığı aşkla yok ederler. Benlik sınırlarını yok eden aşk, toplumun her türlü sınırlarına, dayatmalarına meydan okur. Bu meydan okumanın gücü aşkın özünden kaynaklanır. Kavuşamayan sevgililerin aşkları efsane olur; hem dünyada hem de Anadolu coğrafyasında yüzyıllarca anlatılır.
Aşkın özü cesarettir; yaşama ve yaratma cesaretidir. Bertrand Russel’ın sözleriyle: “Aşktan korkmak, yaşamdan korkmak demektir ve yaşamdan korkanlar şimdiden üç kez ölmüşlerdir.”
Yaşatmak, yaratmak, özgürleşmek… Cesaretle ve aşkla… Sanatla, şiirle, yazınla…
Sonuçta, ölümsüzlüğün içinde yol almak değil midir aşk?
Hülya SOYŞEKERCİ