Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Eylül '12

 
Kategori
Öykü
 

Aşk mektupları

Aşk mektupları
 

Görsel; www.ispatasikardir.blogspot.com adresinden alıntıdır.


 

‘’Yıllar boyu, Anadolu’nun çeşitli kasaba ve ilçelerinde görev yapmış ve sonunda Akdeniz kıyısına yakın şirin mi şirin bir şehre tayin olma şansına erişmiştim. Ömrümün bir kısmı okumakla, büyük bir kısmı da yargı mensubu olarak görev yapmakla geçti. Savcı yardımcısı, yargıçlık ve derken emeklilikten sonra da avukatlık yaptım. Hukuk ve adalet hemen hemen hayatımın tüm evrelerini kapsadı. Bu arada da güzel bir eş, çocuklar ve yuvaya sahip oldum. Bu süreç içerisinde sayısız olayla, cinayetlerle, ölümlü kazalarla, nelerle karşılaşmadım ki! Zaman içerisinde kimini unuttum, kimi olay çok sıradandı. Kimileri de anılarımda su damlası misali kaldı. Bazen çağladı, kimi kez de aktı gitti. Bazılarını ise hiç unutmadım, unutamadım doğrusu. Hafızamda, anılarımda kaldı. Hatırladıkça içimin cız ettiğini hissettiğim olaylar…

Hele biri var ki halen dün gibi aklımda. O küçücük, çelimsiz ama küheylan gibi duygular taşıyan kızı anımsarım. Anımsadıkça da gözlerim dolar. Çoğu kez de aklıma takılır. Şu an nerededir? Ne yapar? Sorular gelir gider… Cevapsız, kimliği meçhul, akıbeti meçhul sorular.

Dava dosyaları, bugün ki gibi tuğla misali üst üste yığılmış, dağ gibi değildi o zamanlar.

Şehre yeni atanmıştım. Dava dosyalarını tek tek elden geçirip, inceliyordum. Hatta gündüz yetiştiremediğim dosyaları eve götürüp, geceler boyu irdeliyor, üzerlerinde çalışıyordum. Zira akşamları, daha sakin bir ortamda okuyor, içerlerindeki belgeleri daha salim bir kafayla değerlendirebiliyordum.

Meslek hayatım boyunca, hem kanunlara hem de adaletin hassas terazisine uygun kararlar vermek için azami gayret sarf ettim. Tabii ki vicdanımın sesini de hiç kulak ardı etmedim.

Yine rutin sabahlardan birinde; sekretere o hafta görülecek duruşmalara ilişkin dava dosyalarını hazırlamasını söyledim.

‘’O’’ dosyayı elime aldığımda; sıradan bir kız kaçırma davası ile karşı karşıya kaldığımı düşündüm ilk anda. Dosyadaki belgeleri tek tek incelemeye başladım. Taaa ki mektuplara gelinceye kadar! Belki yüz adetti ya da daha fazla. Sayısız mektupla baş başa kaldım bir anda.

Merak içerisinde ilkini okumaya başladım. Kaçıncı mektupta idim bilmem, eşimin sesiyle kendime geldim. Bir an nerede olduğumu, zaman ve mekân mefhumunu dahi yitirmiş olduğumu fark ettim. Silkindim… Gözüm kül tablasına ilişti, eşimin bakışlarıyla aynı anda. Sayısı belirsiz sigara içmiştim farkında olmadan. Eşim, vaktin hayli geç olduğunu, artık çalışmayı bırakıp, yatmam gerektiğini söylüyordu ama benim aklım dosyada ve dosyada okumakta olduğum ‘’O’’ mektuplara takılı kalmıştı. – Siz yatın, ben daha sonra, dosyayı incelemem bittiğinde yatarım- dedim.

Ve… Tekrar mektuplara döndüm. Okudukça; O mektupların içerisinde kaybolduğumu hissettim. Nasıl bir ifade tarzıydı, nasıl bir anlatım, nasıl bir duygu patlaması, nasıl çağlayan, aşk dolu yazılar? Duygu seline kapılmış gürül gürül akıyordu. Sanki tek taraflı bir aşk hikâyesinin romanı idi okuduklarım. Mesleğim gereği hep okuyordum ama o güne kadar, böyle etkileyici bir metin bütününe rast gelmemiştim. Tümünü okuyup bitirdiğimde; gözlerimin gayri ihtiyari yaşlandığını fark ettim. Hayır!!! Yalnız yaşlanmamıştı. Düpe düz ağlıyordum. Hani erkekler ağlamaz ya!!! Kim demiş? Ağlıyordum işte! Kimdi bu mektupların yazılmasına sebep olan, mazhar kılınan erkek? Kim istemezdi ki yerinde olmak? Bu mektuplar nasıl olmuştu da dava dosyasının içine, en önemli delil niteliğinde yerleşmişlerdi?

Aşk, yalan diyorlardı ya… Yok hayır!!! Bu duyguları satır satır kâğıda nakşettiren aşk değil de neydi? Her bir mektup, çok güzel bir el yazısı ve özenle hem de divitle yazılmış, kimi kelimeler kalın uçla belirginleştirilmişti.

Dosyayı elimden bıraktığımda, çoktan sabah olmuş ve gün ağarmaya başlamıştı. Seherin hafif esen yeline doğru yönelttim yüzümü.  Uykusuz ama garip bir duygu yumağı ile sarmalanmış bir halde; bir duş alıp, giyindim. Dosyalar, kolumun altında işyerine gitmek üzere yola koyuldum.

Sekretere bu dosyadaki tüm belgelerin birer fotokopisini çekmesini söyledim. Şaşırmış bir halde soran bakışlarla baktı. –Çek her birinin kopyasını- dedim. O kopyaları uzun yıllar boyu sakladım. Ara sıra bazı bazı tekrar tekrar okudum. Her bir okuyuşumda da yine aynı duygu çağlayanlarına kapıldım, gittim.

Hafta sonuna doğru, bu davanın ilk duruşması vardı.

Ve… O gün geldi çattı. O mektupları yazan kişiyi merak ediyordum. Mübaşir, seslendiğinde; duruşma salonunun kapısında; palabıyıklı devasa bir babanın yanında, 14 ya da 15 yaşlarında, kısacık saçlı, simsiyah gözlü, kara kuru, sıska ve çelimsiz bir kız çocuğu girdi içeri.

Bir de bu kızı kaçırmaya kalkışan iki adam. Biri sevgilisinin abisi, diğeri arkadaşı olan. Sevgilisi yok ortada, zira kaçırma olayından bile bihaber.

Duruşma başladı. Ben de sorularla konuyu anlamaya çalıştım.

Baba hiddetten, köpürüyor. Mahkemede olduğunu bile unutmuş bir halde en yüksek perdeden bağırmakta. Sus! İkazlarını bile duyacak bir halde değil. Adamlar ise iddia edilen, her bir suçu inkârda.

-Bu mektupları kim yazdı? Diye sorduğumda; o küçük, sıska, çelimsiz kız çocuğundan beklenmeyecek bir ses tonu ve bakışlarındaki kararlı ve kesin ifade ile-BEN- diye yanıt aldım. Hiç yüksünmeden, korkmadan, tüm cesareti ile yürekten cevaplamıştı. O minik bedeninde taşıdığı aşk dolu, kocaman yüreğiyle… Bilmeden etkisinde kaldığım, belki de gizliden gizliye duyduğum hayranlığım; bu yürek dolusu cesur cevaptan sonra biraz daha artmıştı. Kim bilir?

Neyse, davayı tüm delillerin ışığında ve vicdanımın kılavuzluğunda, birkaç duruşma nihayetinde neticelendirdim. Davanın konusu veya teferruatı değildi esas anlatmak istediğim.

O dava dosyasındaki mektuplar, adliyenin tozlu arşivlerinde kaybolup gitmiştir, büyük ihtimalle; yıllar sonrasında.

Bense!!!

Zaman zaman, Aşk’ın kutsallığını ve erişilmez bir duygu olduğunu, kelimelerden cümlelere, cümlelerin kâğıtlara yansıyan aksini seyrettim, hiç bıkmadan, usanmadan...’’

‘’Çaresizim, çaresizlik denizinin enginlerinde… SEN!!! Aklım ve kalbim arasında kaldığım, en çaresiz, en kimliksiz, en yıkık duygularımın sahibi. Çaresizliğimsin…’’

 

 

Ayşen Arslangiray Kura

 

 
Toplam blog
: 533
: 1375
Kayıt tarihi
: 14.11.10
 
 

Aydoğdu; kızgın güneşinde Ağustos'un, sararmıştı altın sarısı başaklar. Kırlangıçların göç dansın..