Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Nisan '08

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Aşk mı, Stockholm Sendromu mu?

Aşk mı, Stockholm Sendromu mu?
 

Öncelikle aşağıdaki yazılanların bir genelleme olmadığını; okunularak biriktirilen, gözlem ve tecrübelere dayanan şahsi çıkarımlar olduğunu belirtmek istiyorum. Biz hikâyelere hep esas oğlanın, esas kızın gözünden bakarız; diğer karakterlerin kendi hikâyelerini hiç irdelemeyiz. Hiç Pamuk Prenses’teki kötü cadının psikolojik sorunlarına, onun çocukluğunda neler yaşadığına kafa yoran oldu mu aranızda? Mesela ben, Tom ve Jerry hikâyelerinde hep Tom’a üzülmüşümdür, o sonuçta kendi genlerinde yazılı bir prosedürü uygulamaya çalışıyor yalnızca. Burada sizlere bir Pamuk Prenses hikâyesi aktarmayacağım tabi, söylemek istediğim hikayelere baktığınız her yönden farklı bir hikaye, belki diğeri ile isimler dışında hiç ilişkisi olmayan bambaşka bir hikâye ile karşılaşırsınız. Benim aktardıklarım da yalnızca benim bakış açım…

Aslında aşk masalları, hep aynı şekilde başlar;

Baharın ilk öpücükleri değdi mi narin kirpiklerine, tüm çim – çiçek, börtü – böceğin uyanıverdiği, konuştu mu kiraz dudaklarından tane tane mutluluk dökülen, yüreği de tıpkı beli gibi incecik güzeller güzeli bir kız. Bir gün hiç beklemediği bir anda karşısına, genç bir adam çıkıverir. Şiirler okur güzel kıza, ay ışığında şarkılar söyler. Sevdalanırlar ve hiç bir kötülük düşünmeden, başlarlar rüyalarda, masallarda yaşamaya... O kadar, o kadar severler ki birbirlerini, nihayetsiz bir mutluluk için and içerler, REHİN VERİRLER yüreklerini birbirlerine; sonsuz saadeti yakalama uğruna.

Aşkların giriş kısmına baktığımızda masallar ile reel hayat pek farklı değildir aslında. Sadece esas oğlan ile esas kızı betimleyen sıfatlar ayrışır belki. Birde partnerlerin ilanı aşk şekilleri. Ama gerçek hayatta (?asla) masallardaki gibi bitmez aşklar.

VE SONSUZA KADAR MESUT YAŞADILAR……

İnsanlar umumiyetle zayıf olduğu dönemlerde aşık olurlar; yeni bitmiş bir aşk, bir gençlik bunalımı, mutsuz bir evlilik, aldatılma ertesi, bir yakınını kaybetme veya o an adını koyamadığınız bir buhran yada hoşlandığınız ama ulaşmanın zor olduğuna inandığınız (maddi/manevi) biri nedeniyle kendinizde duyduğunuz ancak adlandıramadığınız güçsüzlük hissi. Bilimsel araştırmalar aşkın, beyinde muhakeme ve yargılama yapan bölümleri etkisiz hale getirdiği, beyindeki kimyasallardan serotonin seviyesinin, aşık olanlarda saplantılı -obsesif kompülsif bozukluğu bulunan- kişilerinki ile aynı seviyede bulunduğunu tespit etmiştir. Yani aşk aslında bir hastalıktır demek çok yanlış bir betimleme olmaz bu anlamda, hastalıktır evet; ama yaşanılası bir hastalık.

Problem aşık olmakta değil sonucuna hazırlıklı olmaktadır aslında; şu ana kadar yazılanlarda kilit ifade şu sanırım: “…..REHİN VERİRLER yüreklerini….”. Çünkü aşk, (?hiçbir zaman) sonsuz olamaz; ilişkileri bu kadar monoton yaşadığımız, sevdiğimiz her şeyi fasılasız birlikte yaşayıp birbirimizi, ilişkimizi bu denli hızlı tükettiğimiz sürece. Yine bilimsel araştırmalar gösteriyor ki; aşkın süresini, sinir büyüme faktörü (NGF) biçiyor. Ellerin terlemesine ve heyecanın yükselmesine de neden olan NGF değeri tutkulu aşkın ilk zamanlarında yükseliyor fakat insanın doğası itibarıyla bu tutkuyu sürdüremediği ortaya çıkıyor ve arzunun şiddetiyle doğru orantılı artan NGF değeri en fazla 3 yıl sonra azalıyor. (Prof. Dr. Semir Zeki, Londra Üniversitesi) Yani “sonsuza kadar mutlu, mesut yaşadılar” ya imkansız, ya da bunun müsebbibi aşk değil.

Evet, reel hayatta aşklar bitiyor, ancak evlilikler, ilişkiler devam ediyor. Asıl sorun nasıl devam ettiği. Taraflar ya mutsuz oluyor ve bunun teşhisini zamanında koyarak, hayatlarında radikal bir başkalaşım ile ayrı ayrı ya da birlikte olmak üzere yeni bir reçete uygulamaya geçiyorlar, ya ilişkilerini tüketmeyip, ilişkilerinde adrenalini mümkün olduğunca zirve de tutuyorlar (ki bu sınıfta yer alanlar özellikle ülkemizde istatistiksel olarak göz ardı edilebilecek kadar az sayıda), ya da taraflardan güçlü olanının baskısında bir ilişki altında ezilen tarafın “eğer mutlu olmak istiyorsam öncelikle karşımdakini mutlu etmeliyim” çabaları altında devam eden, -felaketlere gebe- bir REHİN süreci yaşanmaya devam ediyor. Burada kullanılan güçlü kavramı yanlış anlaşılmasın, burada bahsedilen fiziksel güç değildir. Aslında burada bahsedilen, ilişkinin bittiğinin farkında olan ve ilişkiyi kendi kafasında bitirip kendi hayatını yaşayan/yaşamaya çalışan/yaşamak isteyen, partnerini ise yenemediği mazeretler nedeniyle bırakamayan, evli ise sadece evlilik cüzdanında bir isim olarak taşıyan taraftır.

Yaşanan bu rehin süreci ve haksız da olsa güce teslim olma eğilimi, taraflardan güçsüz olanında bir çeşit Stockhlom Sendromu oluşumuna sebep olur. İnsanların mevcut konumlarını korumak istemesi, ya da sorumluluk almamak için konformist olmayı seçmesi (daha doğrusu bir seçim yapmaktan kaçınması) sonucu ilişkiler bir avcı-kurban ilişkisine, köle-efendi diyalektiğine dönüşmeye başlar. (Hegel'e göre güçlerin eşit olmadığı her ilişki efendi köle ilişkisine döner.) Kurban önce dış dünyadan tamamen soyutlanır ve dolayısıyla ihtiyaçları için baskı yapan tarafa bağımlı olduğunu hissetmeye başlar. Baskıcının yaptığı küçük iyilikler kurbanın gözünde büyür, zamanla kurban kendisini, baskıcının yerine koyup olayları onun gözünden görmeye, yaptıklarına hak vermeye başlar. Kurban tarafından baskıcının şiddet eğiliminin tamamen göz ardı edilmesi sonucunda, içinde bulunulan tehlike de reddedilir. Kurban tek olumlu ilişkisinin baskıcı ile arasında olan olduğunu düşündüğü için bu ilişkiyi de kaybetmek istemez ve dolayısıyla kurbanın baskıcıdan ayrılması gitgide zorlaşır. Biz benzeri durumlarla Türk Filmleri vasıtasıyla birçok kez karşılaştık zaten. Filmlerimizde bir şekilde kız, onu rehin alan, dağa kaldıran adama aşık olmaz mı? Bizim senarist ve yönetmenlerimiz Stockholm Sendromunu 23 Ağustos 1973 günü Jan Erik Olsson’un Stockholm’un Normalmstorg semtinde bir banka şubesine girerek 3 banka memuresini rehin almasının ardından gelişen olaylarla bilim dünyasına kazandırılmadan önce de biliyorlarmış aslında.

Bu sendrom sadece rehin alma durumlarında gerçekleşmez: Şartların eşit olmadığı –bir tarafın bağımlı olduğu-, baskı uygulayan bir kişinin bulunduğu, hayatta kalma içgüdüsünün ağır bastığı durumlarda da ortaya çıkabilir. İncelendiğinde hemen her uzun ilişkide görülen bir olgudur. İlişki uzun ve derinse, evliliğe gidiyorsa, ya da zaten evlilikse taraflar ilişkiye kafaları rahat devam etmek isterler. Başlangıçta karşısındakinin yanlışlarını görürler, bu yanlışlara ilk aşamada muhtemelen protest bir tepki ile cevap verirler ama baskıcı tarafın püskürtmesi ile geri çekilmek zorunda kalırlar. İkinci aşamada yanlışları partnerine ifade etmeden, bir kenara yaza yaza biriktirir ve ancak -tabiri caizse- bıçak kemiğe dayandığında ifade eder ve -yine tabiri caizse- ağzının payını alırlar, çünkü istediklerini, beklediklerini yine elde edemezler. Ancak bilinçaltı şunu öğrenir; “bu farkındalık ilişkiye zarar vermektedir”. Sonuçta konformist olmayı seçerek karşısındakine karşı bir empati geliştirir ve kendini onun yerine koymaya başlarlar, baskıcı taraf sanki hiç yanlış yapmıyormuş gibi bir mekanizmaya kendini inandırıp, "boyun eğmeye", "alttan almaya" başlarlar. Bir sonraki aşamada ise “artık suçlu o değil, kendisidir”.

Evet arkadaşlar, bunlar benim çıkarımlarım. Galiba hala koyunlardan çok da farklı hareket etmiyoruz ve galiba davranış itibariyle beynimizin geçirdiği evrim o derece az ki hala primatın alt beyninin verebileceği tepkileri veriyoruz. İlginç olan şey, bu evlilikler, bu ilişkiler diğerlerinden daha uzun sürmektedir. Aslında burada hastalıkmış gibi anlatılan bu sendrom belki beynin bir savunma mekanizması belki de patolojik bir duruma düşen ilişkiye uyguladığı bir reçetedir. Konunun başında da değindiğim gibi hikayeye nereden baktığınıza bağlı. Her ne kadar yazıda bu sendrom bir hastalıkmış bakış açısıyla anlatılsa da, belki bu sendromu yaşayan kişiler makalede anlatıldığı kadar rahatsız değil bundan. Aksine belki de mutlu. Ve ilişkinin devamı için kendini adapte etmiş -Susan SARANDON’un Gönüllü Rehine (Earthly Possessions) filmindeki gibi- rolüne. Galiba çok ta farkında olmamak, belki de dünyanın dönüşüne çok ta müdahale etmemek lazım. Yukarıda araştırmasından bahsedilen Prof. Dr. Semir Zeki’nin dediği gibi, “Aşk bir hastalık ama tedavi etmeye gerek yok. Hayatınız boyu devam etmesini istediğiniz bir hastalık. Arzu edilen bir felaket”.

 
Toplam blog
: 4
: 1944
Kayıt tarihi
: 05.04.08
 
 

Ben kim miyim? Kendimi nasıl ifade edebilirim ki... Kimdir : Sanırım hiçkimse, belki bir dünyalı, bü..