- Kategori
- Gündelik Yaşam
Asmakaradam köyü (Mucur/Kırşehir) ile ilgili

Asmakaradam Köyü /Mucur-KIRŞEHİR
Bir Şiir ve Kısa Bir Öykü
Köyüm Asma yüzü yamaca bakar
Önünde suyu berrak dere akar
Bağlarında tatlı üzümler biter
Bağlar Paşa’mda öldü duydunuz mu?
*****
Köyün gerisi de kapalı ılman
Çatalpınarın suyu derde derman
Ah ihtiyarlık çabuk geçti zaman
Pınarlar Paşa’m öldü duydunuz mu?
*****
Baharda kara bulut çöker ağlar
Derelerin suyu bulanık çağlar
Eşinden ayrılan ah çeker ağlar
Komşular Paşa’m öldü duydunuz mu?
*****
Turnalarda çok yükseklerde uçar
Sıralanmış Geycek Dağını aşar
Seyfe Gölüne hasret kanat açar
Turnalar Paşa’m öldü duydunuz mu?
*****
Hacıbektaş’ ta pir evliya yatar
İnsanların önüne ışık yakar
Dedeler piri huzurda saf tutar
Erenler Paşa’m öldü duydunuz mu?
*****
Çobanlık yaptı çok zorluklar çekti
Çelikçayır Acıyı her gün gezdi
Hak bilir hiç kimseyi incitmezdi
Gücükburun Paşa’m öldü duydun mu?
*****
Mehmet gözümün yaşı mı silinir
Bir ah çekersem yürekler delinir
Ciğerlerim bölük bölük bölünür
Dostlar Paşa’mda öldü duydunuz mu?
Mehmet TURAN
Ankara, 28 Kasım 2009
Not: Şiirde geçen Yamaç, Ilman, Çatalpınar, Çelikçayır, Acı, Gücükburun Asmakaradam Köyü’nde belirli yerlere verilen yer adlardır. Hacıbektaş, köye 8–9 Km. uzaklıkta Nevşehir’ e bağlı bir ilçedir.
Kısa Bir Öykü (Bu Şiirin Hikayesi)
Adına şiir yazılan kişi Paşa TURAN’ dır.
Duran oğlu Paşa TURAN, 1927 yılında doğdu. Paşa adını, Yusuf oğlu Mustafa ÇELİK koymuştur. Yusuf, Paşa TURAN' ın babası Duran' ın amcası, dedesi Halil' in kardeşidir. İstiklal Harbi Gazisi olan Mustafa ÇELİK, çok sevdiği bir komutanından dolayı bu adı koymuştur. Paşa TURAN, 28.02.2005 tarihinde hakkın rahmetine kavuşmuştur.
Şiir, eşi Döndü TURAN’ ın ağzından tarafımdan kaleme alınmıştır.
Paşa TURAN, kavgacı bir insan değildi. Hiçbir şekilde hiçbir köylüsünü, komşularını incitip, kırmamıştır. Ömrü boyunca hiçbir şekilde harama el uzatmamıştır. Haram olur endişesi ile komşularının bağında bir saklım üzüm dahi koparmamıştır. Kendisi; zaruret (fakirlik, kıtlık, yokluk) gibi en naçar kaldığı zamanlarında bile, çocuklarının kursağına bir lokma haram sokmadan onları yaşatan, yaşayan onurlu bir kişiliktir. Her kime sorarsanız sorun komşuları, köylüleri onu öyle, hep o şekilde tanırlar ve anlatırlar...
Askerlik dışında uzun süreli olarak Köyünden dışarı çıkmadı.
Gençliğinde çobanlık yaparak orta yaşlığında ekim, dikim, çiftçilik yaparak kıt kanaat da olsa geçimini sağlayarak onurlu bir şekilde yaşayan o kişi, Paşa TURAN, benim babamdı. Yattığı yer nur, mekânı cennet olsun. Canım babamın aziz ruhuna daima “Fatiha”lar gönderiyorum. Yaşadığım sürece de hep “Fatiha”lar göndereceğim.
Babama, Paşa adının koyan Yusuf oğlu, İstiklal Harbi Gazisi Mustafa ÇELİK (Mustafa Amca) çok yaş yaşadı. Sağlıklı, uzun bir ömür tüketti. 100 yaşının üzerindeki bir yaşta vefat etti. Orta boylu, beyaz sakallı, nur yüzlü olan Mustafa Amca; hisli, ince duygulu, hassas ve duyarlı olduğu kadar şen, yüzünde gülümsemesi hiç eksik olmayan, sevgi dolu bir kişiliğe sahipti. Bir torunun kayıtlara aldığı videoda, 100 yaşının üzerindeyken bile 75 yaşındaki oğlu Yakup ÇELİK’ le el ele tutuşup halay sekecek kadar gönlü genç, hayata bağlı, bir o kadar da inançlı bir insandı. Evde, harmanda, tarlada, bağda, bahçede, bostanda her nerede olursa olsun hiçbir zaman vakit namazlarını kaçırmaz, eda ederdi.
Eskiden, benim çocukluktan çıkıp ilk gençliğe geçtiğim o yıllarda, köyümde tarım henüz daha makineleşmemişti. Tarlalardaki ekinler, tırpan töngü ile desteler halinde biçilirdi. Kuru olan ekin destelerini, kuvvetli rüzgârlar tekrar tarlaya savurmasın diye yığınlar yapılırdı. Tırpanla ekin biçilirken tarlaya düşen ekinlerin toplanması için de tırmık çekilirdi. Her gün sarı sıcağın altında; birkaç gün bu tarlada, birkaç gün öbür tarlada, sonra diğer bir başka tarlada olmak üzere bir aya yakın bir süre, bazen de bir aydan fazla çalışılırdı. İçi dolu başaklardan dolayı ağırlaşmış tüm destelerin yığınlara taşınması, ardından destelerden boşaltılmış tarlaların tüm yüzeylerinin uzun ve kalın çivilerden yapılmış, geniş ağızlı ağır bir tırmıkla taranması ne çok zordu. Tırmık taş toplar, ot köküne takılırdı. Eğil, kalk, tırmığın ağzından taşı al tekrar tırmığın gerisine at, ot köküne takılan ağır tırmığı yürütmek için tırmığı sağa sola esnet, olmadı ağzını yukarı kaldır. Bu işlere ne el dayanırdı, ne de kol…
Ne çok meşakkatli ve zordu o yıllar. Babalarımız, analarımız ne çok zorluklar çekerlerdi. Her şey kol, kas gücü ile yapılırdı. Yedikleri; hemen her gün, yoğurt torbasındaki akşamdan süzdürülmüş yoğurttan yaptıkları ayran ile yufka ekmek içine koyup yeşil soğandan yaptıkları dürümdü. Gerçi ağaçlarının altına serpilmiş; çok nefis, hoş kokulu olgun kaysılardan toplanmış küçük bir cıngıl kap dolusu kaysıda tarlaya gelmiyor değildi. Bazı günlerde de içi mercimekli üzeri kekik kokan tereyağlı bulgur pilavı bulunurdu. Bulgur pilavının olduğu gün biz çocuklar için düğün bayramdı. Aşağı yukarı köydeki tüm insanların yiyecekleri bu şekildeydi. Asmalardaki saklımlar henüz koruk, domatesleri, salatalıkları daha çiçekte olduğundan başka değişik yiyecekleri yoktu. Analarımız, babalarımız güneşin altında çalışırken esmerleşirler, kara sırım gibi olurlardı. Yetersiz beslenme ve ağır iş yükünün altında bir damlacık etleri, butları kalmazdı. Adeta taşlaşmış kas, kemik yığını olurlardı.
Tarlalardaki yığınlar, öküzlerin çektiği kağnı ya da at arabası salları ile harman yerine taşınır, halaka harmanlar dökülürdü. Ekin yüklü kağnıların tekerleri; acı, ölüm nedeniyle çok işten feryat eden, çok yürekten ağlayan bir insan gibi taa çok uzaklarda duyulan duygulu, yanık ağlamaklı sesler çıkarırdı. Bu seslere yürek dayanmazdı. Kağnı sesleri çoğu zaman benim de yaşadığım gibi insanları farkında olmadan başka dünyalara doğru alır götürürdü.
Halaka harmanlar, öküz ve atların çektiği dövenlerle sürülürdü. Ekin biçme, toplama işinde olduğu gibi harman sürme işi de gayretli bir çalışmayı gerektirirdi. Sapları saçıp döşek haline getirmek, dirgenlerle sık sık karıştırarak, aman vermeden döşekler üzerinden döven ile dönüp, döşeği saman haline getirmek, döşeğin çok daha kalınlaşmaması için de olmuş olan samanları döşeğin dışına çıkartıp bilezik yapmak, tekrar sap saçıp o sapı da saman haline getirmek v.s. gibi sarı Ağustos sıcağının altında süregelen çok emek gerektiren yoğun ve yorucu çalışmalar olurdu. Harman sürme faaliyeti, çoğu zaman günün ucu ile gün doğarken başlar, Ağustos’ ayının aydınlık gecelerinde gecenin saat 10’ na, 11’ine kadar sürerdi.
Ağustos ayının bazı zamanlarında da birkaç gün poyraz bütün gün sert eserdi. Gece, gündüz esen poyraz, harmanların üzerinde sabahtan akşama kadar kalkmayan sapları ıslatan çiğ yapardı. İşte o zaman bizlere gün doğardı. Harman sürme faaliyeti dururdu. Böylesi zamanlar, bizim için dinlenme zamanıydı. Köylüler, poyrazlı günlerde harmanın duldasına (rüzgar tutmayan tarafına) otururlar, hemen oracıkta oluşan bir gündem dahilinde koyu bir sohbette dalarlardı.
Böylesi zamanlarda bizler, köyün yeni yetme gençleri olarak bizler başka bir harman duldasında Mustafa Amcaya askerlik anılarını anlattırırdık. Mustafa Amca, çok şey anlatırdı bize… Bazı bölümleri anlatırken gözü uzaklara dalardı. Gözü yaşarır, kirpiklerinin arasında bir damla yaş, yüzünden aşağı doğru kayardı. Mustafa Amca: “……………….........Zorlu bir hücumdan sonra Yunan’ ı bozduk. Geriye çekiliyorlardı. Gerilerde tekrar mevzi tutmasınlar, tutunmasınlar diye peşlerine düştük. Bu sefer ordunun erzakları, cephaneleri geride kalmaya başladı. Bir kısım asker, bizler geri döndük. Süvarilerimiz ve diğer birliklerimiz Yunan’ ı kovalarken bizlerde geride kalan Ordunun erzaklarını peşinde yetiştirmeye çalıştık. İzmir’ e doğru hareket halinde olan ordumuzun peşinde biz de konvoylar halinde gece gündüz hareket halinde idik. İzmir’in Tire mi yoksa Torbalı’nın mı köylerinin birinin içinde geçiyorduk. Hava çok sıcaktı. Öğle vakti güneş tepemize dikilmişti. Susuzluktan dilimiz, damağımız kurumuştu. Köyden geçerken dayanamadım evinin önünde geçtiğimiz bir kadına bacım suyun varsa bir tas soğuk su ver dedim. Kadın su vermediği gibi bana; ".........................................................................................……………………………………………………………………………" dedi. Cephede aynı mevzilerde yan yana, omuz omuza düşmana kurşun attığımız arkadaşlarımı kaybettim. O arkadaşlarıma çok üzüldüm. Ancak o kadının bana söylediği birkaç laf, öyle çok ağırıma gitti ki; o gün, yüreğim, tam ortasından bıçakla ikiye bölündü. O kadının çirkin sözlerini daha bu gün bile unutamıyorum. Ölünceye kadar da aklımdan çıkmaz. İyi bilin ki çocuklar o günlerde o kadın gibi içte ve dışta nice çok düşmanlarımız vardı. Bu vatanı, yedi düvele karşı son bir defa daha vatan yapmak çok zor oldu. İçte ve dışta çok savaştık. Bizden çok can, kan aldı. Ülkemizin nice yiğit gençleri toprağa düştü. O günlerde içim hep kan ağladı.
Sizlerde biliyorsunuzdur çocuklar. Havva’nın Mehmet yetim büyüdü. Havva Bacının kocası da Çanakkale Cephesinde kaldı. Havva Bacı tek çocuğu ile genç yaşta dul kaldı. Karşımızdaki Karacalı Köyünden ikiside askerde piyade Çavuş olan Osman oğlu Mahmut ile Kardeşi Mehmet, Babur Köyünden Piyade Er Hacı Mahmut Oğlu Mahmut, Kabaca (Pınarkaya) Köyünden Kara Ahmetlerden Hanifi Oğlu Musa, Küçükkavak Köyünden Ali Oğlu Ömer, Geyicek Köyünden Çelebioğullarından Süleymen Oğlu Mustafa, Budak Köyünden Usta Osmanoğullarından Piyade Çavuş Veli Oğlu Mehmet, Kayı Köyü’nden şunlar………… şu köyden şu kişi/ kişiler, hep şehit oldular, Çanakkale Cephesinde kaldılar. Başlarında taş dikili bir mezarları dahi yok… Çanakkale Savaşları akabinde güçsüz kaldık. Güçlü olan yedi düvel; bizim güçsüzlüğümüzden cesaret alarak yurdumuzun her tarafından, her cepheden, üzerimize saldırdı. Çanakkale cephesinden babalarının şehit olmaları yetmedi, Onların yetim büyümüş çocukları olan gencecik yiğitlerimizin çoğununu da Kurtuluş Savaşında şehit verdik. Şu köyden…… ..şu köyden… şunlar Kurtuluş savaşında hep şehit düştüler. Çok zor günler geçirdik. Önce Yüce Allahın, sonra Atatürk’ümüzün sayesinde çok canlar, bedenler vererek bu vatanı vatan yaptık. Savaş görmeden yaşadığınız bu günlerin, bu toprakların, vatanın, kıymetini çok iyi bilin çocuklar” diye bizlere öğütte bulunurdu.
Sevgi dolu, çok sevilen, köyün hassas yürekli ihtiyar Türkmen kocası Mustafa Amca eşi, öldükten sonra hiç evlenmemişti. Bizlere öğütte bulunduğu o zamanlarda yaşı 75-80 olmasına rağmen ezberinde Karacaoğlan’ dan şiirler söylerdi. Yüzünden gülümseme hiç eksik olmazdı. Yaşama arzusu çok yüksek bir insandı. Çok zorluklar görmesine rağmen hayata hep olumlu bakar hep iyi yönünden görmek isterdi. Dahası, Mustafa Amcam o yaşlarda olmasına rağmen rahmetli Abdullah Emminin çoluk, çocuk sahibi kendisinden 10–15 yaş küçük dul eşi, Köyün çalışkan, dirayetli hanımı olan Selbi Bacısına (Selvi SEZER' e) sırılsıklam âşıktı. O taraflarda yolda bir kadın ayakkabısı izi görse bu Selbi’min ayak izi derdi.
Köyün biricik Selbi Bacısı, Mustafa Amcamın kendisine sırılsıklam âşık olduğunu biliyor muydu bilmiyorum ama şakacı oğlu Ali İhsan SEZER, zaman zaman Anamı sana vereceğim diye Mustafa Amcamı hep ümitlendirirdi.
Mustafa Amcamda, Köyün biricik Selbi Bacısı da diğer köylülerimin tümü de iyi insanlardı. Çalışkan insanlardı. Nasırlı ellerini topraktan hiç çekmezlerdi. Kendilerinin ve çocuklarının rızkını temin etmek için tarla sürerler, bağ bostan ekerler, sularlar, bakarlar, toplarlar eve taşırlardı. Dedelerini cephede şehit vermiş olan babalarımız savaş görmemişlerdi. Onlar vatan topraklarının imarı için, vatan topraklarını imar edecek genç nesillerin yetiştirilmesi için cefakâr kadınları, iş tutacak yaşa gelmiş çocukları ile birlikte gece gündüz durmadan çalışırlardı. O köylülerimin çoğu babam gibi çoktan rahmetli oldular. Yattıkları yer nur, mekânları cennet olsun.
Köyde ilk Avrupa’ ya (Almanya’ ya) gidişler, 1963 ve sonrasında oldu. Babalarımız, ağabeylerimiz olan o nesillerle birlikte köyde hızlı bir değişim, dönüşüm başladı. Tarım çok hızlı makineleşti. Makineşlemye bağlı olarak klasik üretim, tüketim ilişkileri değişti. Artık köyde kas, kol gücüne ihtiyaç kalmamıştı. Nesil olarak çok daha genç olan bizler bir iki köyü terk etmeye başladık. Bu gün o cefakâr neslin çocukları, torunları olan bizler, ata yadigârı köyümüzü (Asma Köyünü) tamamen terk ettik.
Bizler; bugün, Ülkemizin büyük şehirlerinde, yurtdışında yaşıyoruz. Dedelerimizin, babalarımızın genlerini taşıyan ülkesine, vatanına, milletine son derece yürekten bağlı olan bizler, rızıklarımızı temin etmek için yine babalarımız, dedelerimiz gibi gece gündüz durmadan çok çalışıyoruz. Vatan savunmasında askerlik yapıyoruz. Üniversitelerde okuyoruz. İşçi, işveren, esnaf, öğretmen, polis, subay, mühendis, doktor, laborant, eczacı, bürokrat olarak çalışıyoruz. Ticaret yapıyoruz. Ülkemize ve kendimize güveniyoruz. Ülkemize hizmet sunuyoruz, gelişip kalkınmasına katkı sağlıyoruz. Dedelerinin, büyük dedelerinin genlerini taşıyan şimdiki neslin çocukları da gelecekte hep böyle olacaklardır. Aileleri ve ülkeleri için çok çalışacaklardır. Bu Ülkenin eğitimli, bilgili fertleri olarak önemli görevler alacaklar, önemli işler yapacaklardır.
Asmakaradam Köyü mezarlığında yatan, toprağa düşmüş anneleri, babaları, ebeleri, dedeleri, büyük ebeleri, büyük dedeleri çok rahat olsunlar, rahat uyusunlar. Oğulları, torunları hiçbir zaman onları unutmayacaktır. Her nerede olurlarsa olsunlar, her ne iş yaparlarsa yapsınlar, gelip ata topraklarını ziyaret edip, onların aziz ruhlarına daima “Fatiha” okuyacaklardır.
Mehmet TURAN
Ankara, 28 Kasım 2009