- Kategori
- Dostluk
Ata K. Bir Ankara Gezintisi

Cuma gecesi normalden biraz daha erken uyudum. Çünkü ertesi sabah 04:30’da Ankara’ya doğru yola çıkacak ve çoktandır görmek istediğim bir arkadaşımı ziyaret edecektim. Her zaman olduğu gibi saat çalmadan dakikalar önce uyandım ve hazırlanıp çıktım. Çankaya’daki otelimin adresini navigasyona girdim ve tahmini varış saatini ekranda 9:03 olarak görünce ister istemez eski günlerim geldi aklıma, gülümsedim. Şimdi burada trafik suçu itirafı yapmayalım da altımdaki 210 hp aracın hakkını hep vermişimdir diyelim:)
Her zaman olduğu gibi, Hay Allah bu yolları yapandan razı olsun mırıltılarıyla ve de cruise control’un emin ellerinde Rachmaninoff dinleyerek yol alıyordum. Trafik normalden yoğundu. Öyle seyahatlerimi bilirim ki Ankara’ya tek bir araba beni sollamadan varmışlığım vardır! Yok yok, çok hızlı olduğumdan değil, yollarda araba olmadığından:) Sanırım insanlar bayram öncesi 2.5 günü de izin almış, tatili 10 güne çıkarmışlardı.
Ankara seyahatlerimin ritüeli olarak Adapazarı yakınlarındaki Berceste’de kahvaltımı yaptım. Elbette ki sucuklu yumurtaya balıklama daldığım günler çok gerilerde kalmıştı. Arabaya bindiğimde Ankara varış saatim 09:41 olarak revize olmuştu. Bir daha mola vermeyecektim.
Bolu Tüneli’nde azami hız 70 km idi; ama kimsenin dinlediği yoktu. Üstelik radyo üzerinden de anonslarla uyarıyorlardı. Ben 70’le gidince de arkamdaki TIR beni ezip geçmekle tehdit etti. Ahh benim güzel ülkem! Anadolu dedik bağrımıza bastık, huzurlu bir hafta sonu geçireceğiz; şu İstanbulluları utandırsanız ya biraz. Isı hızla düşüyordu ve +4’te araç buzlanma sinyali verdi ve hızımı 100’e düşürdüm. Yeniçağa’da ise ekrandaki sıcaklık değeri -1.5 idi. Bugüne dek aynı noktada gördüğüm en düşük değer -19.5’tu; ama aylardan da ocaktı.
Ankara gişelere yaklaşırken hafif bir yokuş inersiniz ve o geniş, keyifli inişte, Ankara’ya varmanın da heyecanıyla gazı biraz okşarsınız! Oysa, aşağıda radar arabası açmış kollarını sizi beklemektedir:) Bu yıllardır değişmemiş bir ritüeldir ve ben hiç yakalanmamışımdır. O noktada kabul edilen max hız 120’den 90’a düşmüştür; ama bunu kimse fark etmez. Benim bir kerteriz noktam vardır. “Ankara 30 km” tabelası. Bu seyahatimde zaten 120’yi geçmedim; ama o tabelayı görünce hızımı önce 99’a ve yokuşun başında da 80’e düşürerek radar arabasının yanından Trafik Meleği olarak geçtim. Yakalananlar ise polise lâf anlatmakla meşgûldü.
Ankara’da 2 sene yaşadım ve aslında çok da iyi bilirim; ama Çankaya’daki otelimde ilk kez kalacaktım. İki senedir gelmediğim Ankara’da nelerin değiştiğini daha iyi gözlemleyebilmek için rota takibini navigasyona emanet edip etrafı izledim. Kim ne derse desin, ben İstanbul ve Ankara Belediyelerini çok başarılı buluyorum. Melih başkan neredeyse 20 yıldır görevde ve Ankara da İstanbul gibi evrim geçirdi.
Otele vardığımda saat 09:43 idi. İki dakikalık gecikmenin nedeni de Mr Navigation’ın Ankara’yı dolaşma sevdasıydı. Yoksa, Cinnah Caddesi’nden yukarı çıkıp, Libya Büyükelçiliği’nden sağa dönerseniz, 300 mt sonra kendinizi Hotel Midi’nin önünde buluyorsunuz. Uzun yıllardır dünyanın dört bir yanına seyahat ediyorum ve yüzlerce otelde kaldım; inanın bu kadar temiz, güler yüzlü personeli, konforlu-kullanışlı odaları olan ancak bir iki otel görmüşümdür. 4 yıldızlı Midi Hotel bence 5 yıldızı fazlasıyla hak ediyordu.
Değerli dostumla akşam yemeğinde buluşacaktık ve daha bir hafta öncesinden organizasyon çalışmalarına başlamıştı.
- Hangi otelde kalacaktım, ulaşımım nasıl olacaktı.
- Ne tür yemekler severdim.
- Şarap konusu önemliydi ve tanrı garsonların yardımcısı olsundu.
Seyahatin birkaç gün öncesinde dostum üç alternatif mekân sundu ve onun önerisiyle Tunalı Hilmi Cafe Botanica’da karar kıldık.
Biraz dinlendikten sonra Maltepe’ye kuzenimi ziyarete gittim. Birkaç saat sonra otele dönüp arabamı bıraktım ve Cinnah’tan aşağıya inip, Kızılay’a kadar yürümeye karar verdim. Amerikan Derneği’nin önünden geçerken 37 yıl öncesine gittim. Şamatasına seviye sınavına girmiştim orada. Kolej mezunuydum ya -teen bıçkınlığıyla- kafa bulacaktım! Sınav sonucu da tam düşündüğüm gibi olmuştu, kafa mı buluyordum onlarla:)
Tunalı Hilmi’deki kafeler cıvıl cıvıldı. Ankaralı kızların da İzmirli güzellerden kalır yanı yoktu hani. Cıvıltı bittiğinde sola döndüm ve eski İşbank Gn Md’lüğü şimdiki BDDK’nın yanından sağa dönerek Kızılay’a yöneldim.
Beni duygulandıran bir an daha oldu. Solda TBMM’yi geçtikten hemen sonra sağdaki Batı Sineması’nın en ön koltuğunda Pink Floyd’un bir filmini izlemiştim; ama adını hatırlayamıyorum:( Yıl 75 ya da 76’ydı.
Ne güzel bir gündü. Hava açık, trafik düzenli, korna sesi yok, insanlar mutlu görünüyordu. İstanbul’un her noktasına takan ben başkentte huzurlu bir gün geçiriyordum ki iki sırıtan yüzle karşılaştım! Bilboard reklamından bana sırıtıyorlardı. Muhakkak ki İstanbul’da ve diğer şehirlerde de sırıtıyorlardı; ama beni Ankara’da yakalamışlardı.
İtiraf etmeliyim ki ben LC Maikiki ve The Factö markalarını sever, hizmet anlayışlarını ve fiyat politikalarını takdir ederim. Halka ucuz ve kaliteli giysiler sunarlar. Bir dönem kuzenim yönetici olarak LC Maikiki’de çalışmıştı ve ben de ricası üzerine Lapland'de marka için fotoğraf çekmiştim. Neyse, The Factö daha yeni bir marka ve onları da halkı kucaklayan mütevazı bir firma olarak biliyordum. Ama karşımda; kazak yirmi bilmem kaç lira, ceket bilmem kaç lira diye sırıtan Paris Milton’la Marda Duran’ı görünce çıldırdım! Lucifer hemen su yetiştirdi, sakin ol Ata dedi.
Yahu kardeşim; böyle reklam mı olur, sizin danışmanlarınız filan yok mu? Sen orta direk ve altı vatandaşa hesaplı ve kaliteli ürünler sunan ve benim de beğendiğim bir firmasın da bu iki insan seni temsil edemez ki. Komik ötesi bir durum! Bn Milton desen dolar milyarderi ve salt oje masrafları için böylesi reklamlarda oynuyor. Marda kardeşim de uzatmalı sevgilisiyle bilmem kaç yüz bin dolarlık Ferrari’lerde geziyor. Gözümüz yok, daha çok olsun da Marie Antoinette’ı ters yüz ettiniz sanki, “Pasta bulamıyorlarsa, ekmek yesinler.” misali.
TV reklamları da başlamış. Marda kardeşim yere yayılmış oturuyor ve Bn Milton da “Marda bu pantolona bayiliyoo.” diyor!! Eminim ki her ikisi de The Factö ürünlerine bayılıyordur ve sadece bu markayı giyiyorlardır:)) Şimdi bir şey söyleyecektim de vazgeçtim; çünkü ben de The Factö giyiyordum, artık giymeyeceğim. Felaket irite oldum! Elbette ki firmanın hedefi, insanlara “Bn Milton ve Marda’nın tercihini siz de böylesi ucuz rakamlara giyiyorsunuz.” mesajı vermekti; ama bence son derece yapmacık, realiteden uzak ve kolaylıkla geri tepebilecek bir reklam kampanyasıydı. Ben Burberry ya da Armani reklamlarında bu yüzleri görmek isteyebilirim; ama The Factö’ye yakışan: Belki üniversite öğrencisi gençlerle ya da halkın içinden insanlarla yürüteceği mütevazı bir reklam kampanyasıydı. Daha sıcak, daha bizden olurdu ve -hadi Marda kardeşimi bir kenara bırakalım- o sosyetik hatuna yüz binlerce dolar ödenmezdi. Siz hiç Los Angeles’tan, New York'tan bir firmanın bir Türk ünlüsüne reklam kampanyasında oynaması için 1 dolar dahi ödediğini duydunuz mu? Ee, nedir bizdeki bu Amerikan sevdası! Lima'sı gider, Paris'i gelir; Bamela Anderson gider, Megan Cox gelir! Hep Macun Kaplıcalı sardı bunları bizim başımıza.
Lucifer’la konuşa konuşa Kızılay’a kadar geldim. Sakinleşmem mümkün değildi. Aslında Zafer Pasajı’na da gidecektim. Çünkü kitap manyağı ana-oğul yetmişli yıllarda oradan çıkmazdık. Şimdilerde kitap kokusundan oldukça uzaklaştıysa da anıları tazelemek adına uğramak istiyordum. Ama vazgeçip -Türkiye’nin en kalabalık yaya geçidinden- karşıya geçtim ve Güven Park’ın önünden bindiğim 413 no’lu belediye otobüsüyle otelime geri döndüm. Duş alıp sakinleşmeli ve biraz kitap okuyarak zihnimi akşamki sohbet için rahatlatmalıydım.
Alkol de alacağımız için Cafe Botanica’ya taksiyle gitmeye karar verdim, 19:30’da otelden çıktım. Kafeye benden önce gelen can dostum beni görünce kapıya doğru yöneldi ve kucaklaştık. Güzel bir akşamda nefis bir bahçedeydik kalemdaşım Ersin Kabaoğlu’yla.
Kanepe Restoran’ın asil garsonunun “Şimdilerde müşterilerimiz sipariş öncesinde biraz sohbet etmek istiyorlar.” sözünü hatırlayarak biz de hoşbeş ettik üç beş dakika. Höt Höt Felsefe’sinden bihaber bir garsona çatacağımız korkusunu yaşıyordu dostum; ama ben gün içindeki sinirimi atmış, bu güzel akşamı asla bozmayacaktım. Önce ne yiyeceğimize karar verdik. Et Külbastı yiyecektik. Bu da demekti ki gövdeli bir şarap olacaktı seçimimiz. Bonfile ya da Chateaubriand kadar ağır olmayan Külbastı için Boğazkere sepajı fazla gövdeli kaçabilirdi ve aklımda daha meyvemsi aromalı Boğazkere-Öküzgözü kupajı vardı. Şarap listesini elime aldığımda garson, arkadaşımın şarap bilgim konusunda kendisine anlattıklarını dinliyor ve gittikçe esas duruşa geçer bir vaziyet alyordu.
Bir süredir raflarda gördüğüm ve denemek için de fırsat kolladığım İzmirli bir markanın Cabernet Sauvignon-Merlot kupajı ilk sıradaydı. İtiraf etmeliyim ki diğer seçenekler uçuştu sadece ve kararımı o yönde kullandım. 2011 kupajı olduğu için dekantasyona gerek duyulmamasını normal karşıladım. Mantarı da inceleyip, koklamadım; ama dostumun meraklı bakışları altında degüstasyonumu yaptım. Someliyemsi bakışlarıyla garson da yorumumu bekliyordu. Kadehi avucumun içinde biraz ısıttıktan sonra burnuma yaklaştırdım. Üzüm, kiraz, nane, böğürtlen, vanilya aromaları oldukça belirgindi. Hele ki o toprakımsı buke yok mu. Cabernet Sauvignon sepaj olarak oldukça serttir ve Merlot ile kupajı daha kolay içimli olması için tercih edilir. Daha az tanene; ama zengin meyvemsi aromalara sahip Merlot şaraba yumuşaklık kazandırır. Kanımca şarabımız %30 Cabernet Sauvignon %70 Merlot kupajıydı.
Başımla onay verişim garsonu da Ersin'i de rahatlattı. Maazallah garsonu sıkıştırırsam, dostum da “Sen bu höt höt’lükle nasıl Satış&Pazarlama yapıyorsun?” diyebilirdi:)
Güzel bir atmosferde nefis bir şarap ve yemek eşliğinde saatlerin nasıl geçtiğini anlamadık, sohbete doyamadık. Siyaset, tarih, ülkenin potansiyel geleceği, anılar, Bn Milton&Marda İkilisi ve elbette ki Milliyet Blog hakkında da konuştuk. Kimlerin kimlerin kulağını çınlatmadık:) Saat gece yarısına geliyordu ki Ersin’in ilk fırsatta İstanbul’a iade-i ziyarette bulunma sözüyle mekândan ayrıldık.
Dostum beni otelime bırakma nezaketini gösterirken Seğmenler Parkı’nın yanından geçtik ve -gecikmeli de olsa- beğeniyle izlediğim Behzat Ç. Başkomiseri, Harun’u, Akbaba’yı ve Hayalet’i görür gibi oldum.