Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Temmuz '14

 
Kategori
Felsefe
 

Aydın cehaleti

Aydın cehaleti
 

Net'ten alıntıdır


Müthiş bir dönemden geçmekteyiz. Kimi dini reddeder, küçümser; kimi bilimi reddeder, kimi felsefeyi haififser... kimi de "ilim"i bunlardan yalnızca biri zanneder... örnek çok.
 
Öyle ki yalnızca dindar veya dincide değil, “aydın” diye nitelediğimiz insanlarda, aydın geçinenlerde, okumuş, nice bilgi, görgü sahibi, çağdaş, kültürlü, güya “aydın”larda dahi cehaletin ne kadar büyük bir boyutta olduğunu ibretle görmekteyiz.
 
Cehalet deyip geçmeyin. Nedir cehalet? Bilgisizliktir diyeceksiniz. Ve “bilgi” evet gerçekten de önemlidir, çünkü bilgisi yoksa zaten neyi bilmiş olacaktır ki cahil olmasın, cahil kalmasın? Bir şeyleri tabii ki bilmesi, biliyor olması, doğru bilgiye sahip olması gerekmektedir ki insanın, cehaletten kurtulsun. Ama işte yine de “tam” böyle değildir, yalnızca bilgi bile yeterli değildir. Doğru bilgi edinmek ve bilgi sahibi olmak, işin sadece ilk adımıdır o kadar. Zira bilgisizlikten ziyade, asıl, bilinçsizliktir-idraksızlıktır cehalet! Yoksa hiç, hani o atasözümüzdeki “eşeklik bâki kalır” tarzı bunca okumuş, tahsilli, güya bilgili, görgülü insana rastlar mıydık her dakika? İnançlısında da, inançsızında da! Bunca yanlış yapan, herşeyi birbirine karıştıran ve yanılan ve hattâ kötücül ve dahi ahlâksız-edepsiz veya yalancı, riyakar, sahte, öyle ki sun'î birtakım maskelerle dolanmayı bile akıllılık, bilgelik sayan ya da bunun gönül kırmamak olduğunu savunup sevap kazandığını, bunun bile bir "iyilik" olduğunu dahi "sanan" insanla dolar mıydı ortalık her yerde, her alanda?
 
Hani denir ya, “kuru bilgi sadece hamal yüküdür”, çok doğrudur. Bilgiyi içselleştirmedikçe, idrak etmedikçe, aslına vakıf olmadıkça, yalnızca bilgiyle, bir sürü şey bilmekle bir yere varılmıyor; sadece “bilmek” cehaleti alıp götürmüyor. Bilgi, işin sadece iskeleti. Oysa her bilgide bir de bir “ruh” vardır, işte o ruhu özümsemek gerekiyor. O bilginin sahip olduğu derinlikle ve çok yönlülükle, o bilgiye o derinliği de giydirebilmek, o ruhu katmak, kazandırmak gerekiyor. Bilginin o ruhla da kuşandırılması, kucaklaşması, o ruhu kuşanması gerekiyor! Ki “İLİM” de zaten asıl ona deniyor. Yoksa yalnızca ruhsuz bir bilgi, anlamsız, işlevsiz, hiçbir soruna çare de olamayan, yani işte kuru kupkuru, ezbere, körü körüne bir bilgi olmaktan başka hiçbir anlamı, değeri, ederi, etkisi, etkinliği olmayan veya aksine kötücül, olumsuz etkisi olan, sadece işte adının “bilgi” olmasından gayrı bir şey ifade etmiyor, daha öteye geçemiyor; insanı-insanlığı daha ileriye, aydınlığa taşıyamıyor. Nasıl ki insanın da bedenine, yalnızca ruhu yaptırıyorsa yaptığı her şeyi, herhangi bir bilgiye de işte yine aynen o bilginin ruhu ancak işlerlik kazandırabilmiş oluyor. Eğer bir bilginin o ruhunu da özümseyebilmişse işte insan, o bilgi de ancak o zaman iyi-doğru bir işe de yarayabilmiş oluyor.
 
Aksi takdirde; bilgin var mı, var... Eeee, ya sonra? Sonrasında o bilgiyle sen ne yapıyorsun? Geçiriyor musun o bilgiyi yaşamına da, yaptıklarına da? O bilgiyle ve bilgilenmeyle yaptıkların da daha bir doğru, daha bir bilinçlenmiş oluyor mu? Çünkü asıl da, irdeliyor musun acaba o bilgiyi, muhakemesini yapıyor musun, düşünüyor musun üzerinde? Vakıf olabiliyor musun o bilginin aslında daha neler neler ifade ettiğine, içerdiğine, başka diğer ne bilgilerle, ne hakikatlerle bağlantısı olduğuna, içeriğine, kapsamına, derinliğine, ötesine, berisine, öncesine sonrasına, nedenine sonucuna, bütünlüğüne, bütünselliğine, bütünün içinde asıl nasıl bir yere sahip olduğuna, yani özüne de? Evet işte o bilginin özüne, ruhuna da vakıf olabiliyor musun?
 
Soruyor Allah Kur'an'da; diyor ki: “Sizleri biz yarattık, yine de kabul etmeyecek misiniz? Şimdi (rahimlere) dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz mü? Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcı biz miyiz?” (Vakıa 57-59)
 
Soruyor, insanın herhangi bir ahvalini ve durumu-gerçeği böylesine son derece yalın ve sade ortaya koyarak, ama bir o kadar da çarpıcı bir şekilde vurguluyor, çünkü biz insanlar da zaten her an görmekteyizdir ki kendimizde de, etrafımızda da hiçbir şekilde aksamaksızın sürüp giden müthiş bir işleyiş, bir sistem vardır. Ve bu biz olsak da vardır, olmasak da vardır. Yani bunu yaratan zaten biz değilizdir! Gerek insan vücudu ve ruhu ve gerekse kâinat bağlamında herşey, herşey mucizevi bir şekilde mükemmel çalışmaktadır. Hiçbir şey birbirine karışmamakta, hiçbir şey birbirine dolanmamakta, hiç şaşmaz bir şekilde ve hakikaten mucizevi bir mükemmellikte sanki her veri, her olgu, her birim kendi görevini mükemmel bir nizamla yerine getirmektedir. Yani işte Allah'ı tesbih etmektedir. Biz de bunun ve bu işleyişin de, mükemmelliğin de, mucizevi oluşunun da el'an zaten farkındayızdır, bilmekteyizdir, görmekteyizdir de, lâkin yine bile bunlara dair binlerce de sorumuz vardır. İşte o soruların “asıl” cevabı, asıl ruhu-özü de, insanın ve tüm şu kâinatın varlığının da, yaratılışının da, işleyişinin de “bir yaratıcının” yani Allah'ın sonsuz bilincinin eseri olmasıdır. Yani işin, pek de öyle alenen somut olmayan, görünmeyen, "soyut" bir yönü de vardır ve o soyut yönünde de işte bu yer almaktadır!
 
O yüzden insan düşüncesi “sadece somutla" hiçbir zaman, hiç bir ileri ve doğru aşamaya ulaşamaz! Somut ile soyutun zaten kaynaşık durumda olduğu “gerçeğinden” hareketle, insan da düşüncesinde mutlak surette herhangi bir somutu, o somutun zaten var olan soyut boyutuyla da hemhal bir şekilde düşünmek, her hangi bir değerin hem somut hem de soyut boyutunu düşüncesinde de bütünleştirmek, kaynaştırmak zorundadır. Ancak bu şekilde akıl yürütürse ve sorgularsa bir şeyleri doğru bir akıl yürütmeye de erişebilmiş olabilmektedir.
 
“Bilim” de malumdur ki daha ziyade yoğun olarak somut bilgilerle, somut değerler, olgular ve somut açıklamalarla ilgilidir. Ancak bilim bile ister istemez, sırf bu gerçek nedeniyledir ki zaten zorunlu ve kaçınılmaz olarak soyuta da geçişler yapabilmektedir. Çünkü asıl var olan, zaten var olan, “gerçek” zaten böyledir: ŞU SİSTEMDE/İŞLEYİŞTE VAR OLAN İSTİSNASIZ HERŞEYİN, MUTLAK SURETTE HEM SOMUT HEM DE SOYUT BİR ALANI-BOYUTU BULUNMAKTADIR!! Tıpkı bir buzdağı gibi, herbir şeyin hem suyun üstünde, görünen, somut bir kısmı, hem de suyun altında, görünmeyen ve üstelik çok daha yoğun bir soyut alanı, soyut bir kısmı “da” mevcuttur! Nitekim biz insanlar bile işte yine malûm, “dünyasal planda” birer beden + ruh bütünüyüzdür; yani somut + soyut! Bu her iki boyutumuzla birlikte ancak ve zaten bir varlık bütünüyüz, somut ile soyut aynı anda, aynı varlıkta birleşik ve bütünleşik!
 
Pek tabii ki aklımıza gelen her sorunun, çeşitli bilgilerin, olguların hepsinin bilimsel açıklaması da vardır. Şu ana kadar bilimin açıklayamadıkları da zaman içinde yine bilimsel olarak faürkedilecek, keşfedilecek ve açıklanacaktır da, ama asıl sorgulamamız ve bilmemiz gereken ise, bu açıklamaların bile zaten altında yine Allah'ın bilincinin, bilgisinin, sanatının ve mükemmelliğinin yattığıdır. Bir yaratıcının ve onun yaratıcılığının var olduğu ve bunun saklı olduğu, herşeyin ötesinde-gerisinde-berisinde, özünde, nüvesinde bu ruhun-bir ruhun, bu bilincin-bir bilincin, bu enerjinin, bir enerjinin, bu dinamiğin-bir dinamiğin, yani işte bu gerçeğin-hakikatin bulunduğudur.
 
O da soruyor işte, soruyor ki, biz de “sorgulayarak” asıl bunu farkedelim! VE “DİN” Kİ BU SORGULAMANIN VE BUNU BULABİLMENİN, FARKEDEBİLMENİN, BİLEBİLMENİNDİR Kİ ZATEN, KILAVUZUDUR, YOLUDUR VE YÖNÜDÜR İŞTE! Yani hakikat, yani doğru'nun... Yani hak ve haddin, yani adaletin, yani gerçek anlamda bir bilincin-bilmenin, aydın oluş ve aydınlığın yoludur, yönüdür, kılavuzudur din “de”! Yani sadece bilim değil, din de! Hem bilim, hem de din de; bilim ile birlikte din, din ile birlikte bilim de. Kaldı ki zaten bilim, herhangi bir bilginin-bilgi bütününün somut boyutu, din de işte soyut boyutudur bir diğer ifadeyle. Her ikisi de aynı bir BÜTÜN'ün yadsınamaz ve olmazsa olmaz parçalarıdır yani!
 
Dolayısıyla dinin tanımını da başka tariflerde, başka şekil ifadelerde ve yerlerde aramamalıdır!
 
Bu arada, dinin bu az yukarıda büyük harflerle verdiğim asıl tanımını bir kez daha okursak, dinin içerdiği veriler de yani, sorgulamaya açıktır kesinlikle! Dinin asla sorgulanamaz olduğunu, sorgulama içermediğini, sorgulamamak gerektiğini filan düşünenler de lütfen bunu bilhassa bilsinler, öğrensinler. Zira bizzat dinin kendisi zaten sorgulamayı-sorgulatmayı hedefleyendir! Kendisi zaten sorgulatandır ki, zira sorgulamayladır ki ancak “idrak” da oluşacaktır ve din de “idrakı” zaten hedefleyen ve isteyendir!! Sorgulamaksızın insan düşüncesinin doğru bir idraka zaten ulaşamayacağını Allah bilmez mi?!! Bir yaratan, yarattığı varlıkta idrakın da ancak nasıl oluşacağını zaten bilmez mi? Yani insan, Kur'an'daki, dindeki verilerin-bilgilerin "doğruluğunu" da zaten ancak sorgulayarak "idrak" edebilecektir. Onun için, doğru düşünülsün, doğru bilinsin bütün bunlar lütfen!!
 
Velhasıl kelam, cehalet de işte türlü türlüdür. Dindarın dini bilmezliği bir yanda ama güya yüzü bilime, çağdaşlığa, somuta, gerçeğe-gerçekliğe dönük olduğunu iddia eden “aydın” da kezâ, yine eğer dini bilmiyorsa, dine vakıf değilse, dini reddediyor veya önemsemiyor, umursamıyor ya da gereksiz buluyor, yok sayıyor, din gibi bir gerçeğin-gerçekliğin, mevcudiyetin, keza dinin de içendiği bilgilerin ne farkında, ne de ayrımında değilse, dolayısıyla dinî içtihattan da habersiz, bilincinden, özünü idraktan yoksunsa, bu da bir tür cehalettir. Ve bu tür bir aydın cehaletinin de kezâ dindar yobazlığından hiçbir farkı da yoktur.
 
Ha aydının din bilmezliği, dinsizliği, ha dincinin yobazlığı, evet, arada hiçbir fark yoktur. Ha aydının din bilincinden, din ilminden, din ilminin içerdiği hakikatlerden ve bu hakikatten yoksunluğu, ha dindarın, çağdaşlıktan, gelişmiş ve gelişmelere açık bir kafa yapısından, bilimden, fenden, bu hakikatlerden yoksunluğu, cehalet yönünden aynı kapıya çıkar! Bir bütünün ne somut yönünü, ne de soyut yönünü düşünce dışı bırakamazsınız. Aksi takdirde eksik, yani yanlış düşünmüş olursunuz. Eksik veya yanlış düşüncenin de insanı asla asıl gerçeğe, asıl hakikate, asıl doğruya ve doğru bilgiye, doğru bilirliğe götüremeyeceği aşikârdır.
 
Din ile bilimin bir bütünü oluşturmadığını düşünmek tam anlamıyla bir bilinçsizliktir. Çünkü ikisini birlikte değil de, ille de ikisinden birini tercih, birer eksikliktir ve dahi aşırılıktır da. Çünkü “İnsan ve kâinat hakikatinin” hem çekirdeğine/asıl nüvesine yaklaşamamak, hem de dışına taşmak, yani dışında kalmışlıktır. Offside'a düşmek gibi bir durumdur yani. “Bütün”e, var olan bütünselliği ile bakamamaktır. İnsan ve kâinat bilincinden, gerçekliğinden, gerçeklerinden yoksunluktur. İdrak yoksunluğu ve yoksulluğudur. Dolayısıyla bir “doğru ve hak” yoksunluğu ve yoksulluğudur. Ve tabii ki doğru akıl yürütme ve doğru sorgulama yoksunluğu ve yoksulluğudur da!
 
ÇÜNKÜ DİN İLE BİLİM BİRBİRİNDEN AYRI BİR MAHREÇTE VE AYRI AYRI BİR ŞEYLERLE İŞTİGAL ETMİYORDUR Kİ ZATEN. BİLİMİN DE, DİNİN DE KONUSU VE BAHSETTİKLERİ, YİNE ŞU AYNI DÜNYA, AYNI KÂİNAT, AYNI İNSAN, AYNI İŞLEYİŞTİR, YİNE ŞU AYNI İŞLEYİŞİN, ŞU AYNI SİSTEMİN BİLGİLERİDİR, YANİ HER İKİSİ DE AYNI KULVARDA, AYNI MAHİYETTE, AYNI "BÜTÜN"LE İLGİLİDİR ZATEN. BİLİM, DİNDEN, TAMAMEN FARKLI APAYRI BAŞKA BİR İŞLEYİŞİN, BAŞKA BİR SİSTEMİN, BAŞKA BİR KÂİNATIN BİLGİLERİNE Mİ ULAŞMAYA ÇALIŞIYORDUR Kİ BİLİMİ DİNDEN, DİNİ BİLİMDEN AYRI TUTABİLMEKTEDİR, HATTÂ DIŞINDA TUTABİLMEKTEDİR KİMİLERİ?
 
OYSA “AYDIN” VE İLİM SAHİBİ, YANİ GERÇEKTEN BİLEN VE BİLİNÇLİ İNSAN, ZATEN VAR OLANIN, YANİ MEVCUDUN, YANİ HAKİKATİN DE BİLİNCİNDE, HAKİKATİ DE BİLEN, FARKEDEN, GÖREN, DOLAYISIYLA DOĞRU DA DÜŞÜNEBİLEN VE BÖYLECE DOĞRUYU DA BİLEN VE DOĞRUYU DA “YAPABİLENE” VE BÜTÜN BUNLARIN ZATEN AYIRDINDA DA OLABİLENE DENİR. YANİ “BÜTÜNSEL” DÜŞÜNEBİLEN, HERŞEYİ “BİR BÜTÜN HALİNDE” ELE ALABİLEN, BÜTÜNSEL BAKABİLENE DENİR.
 
Onun için, yobazlığı ve cehaleti, bilinçsizliği yalnızca dindarda var sanmak da aydının ayrıca yine bir cehaleti, yine bir bilinçsizliğidir.
 
Nasıl ki dindarın bilimden, fenden, çağdaşlıktan, gelişmiş ve tarafsız doğru bir bilinçten, bilgiden yoksunluğu, dindarın cehaleti, yobazlığı ise, aydının din bilincinden, din hakikatinden, dine dair bilgi ve hazineden, dolayısıyla soyuta, yani “ruha da haiz bilgiden-bilimden”, yani “İLİM”den yoksunluğu da, aydının cehaleti, aydının yobazlığıdır.
 
Farkedilmesini dilerim! 
 
Filiz Alev
16 Aralık 2013
 
Toplam blog
: 157
: 3152
Kayıt tarihi
: 03.03.11
 
 

Ekonomistim, emekliyim. İki evlat annesiyim. Müzikle ilgilenirim, bestelerim vardır. Düşünürüm, a..