- Kategori
- Siyaset
Az yaşa çok yaşa

KÜÇÜK HIRSIZLAR
“Az yaşa çok yaşa, akıbet örter gözünü bir kürek toprak.” M.Aslan Aksungur
Yukarıdaki özlü söz, aklıma gelir gelmez; aklımın yolunu şaşırtan, gönlümün patikalarında oluşan -heyelan- ruhumu da altüst etmeye kâfi gelmişti.
O anda beynimde sözcükler üşüşmeye başladı. -Kıyas ve kısas- sözcüklerini evirip çevirdim. “Kıyas” sözcüğünün sözlükteki anlamı; eşitlik, takdir, bir şeyi diğer bir şey ile ölçmek manasını taşıdığı için mukayese anlamını taşıyor.
“Kısas” ise, sözlük anlamı “aynıyla karşılık vermek” demektir Herhangi bir hakkı dengiyle takas etmek, değiştirmek anlamında kullanılıyor.
Kıyas sözlükte; takdir, eşitlik, bir şeyi diğer bir şey ile ölçmek manasına gelir. Buna “mukayese” de denir.
Sözcüklerin arasında, anlam yüklemeler, tanımlamalarla gidip gelirken de ruhum bungun bir hal aldı.
Neydi ruhumun anatomisini değiştiren nedenler? Bu sorularla beynim eni-konu ağırlaşıyordu. Usuma usulca yaklaşan, “çapulcu- iki ayyaş” gibi sözcükler adeta sol yanımı eziyordu. Sözcüklerin, toplumu nasıl kışkırtacağını, onların öfke katsayısını artıracağını, -zulmün ve ezici güçlerin- neticesini de göze alabilen liderlerin vicdanlarını düşündüm…
“Acı biber tadı veren zamanın masurasını keşke geriye sarabilsem,” diye söylendim durdum. Sabah erken saatlerde ilk işim, kültürfizik hareketleri, yarım kalmış okumamı bekleyen kitaplarımla geçen süre içinde beş bardak su içmek olurdu.
Bu sabah güne kırlangıçların seslerini bastıran serçelerin sesleriyle uyandım. Ev sessizdi. Terasa çıkıp çiçekleri suladım. Derin derin havayı soluyup Kazdağlarını yıkayan sarı güne sırtımı verdim. Bugün, ne yapacaklarımı düşündüm: “Valizler” aklıma gelince yüzümü istençsizce buruşturdum. Nedense Akçay ve Edremit yolculuğuna çıkacağımız şu günlerde -valiz- hazırlamaya üşeniyordum. Tekrar odama geçtim. Dolabımdaki geçen seneki gazeteleri kucakladığım gibi mutfağa yöneldim.
Eski gazeteleri masanın üzerine koyup, mutfak gereçlerini hazırlamaya koyuldum. Bir yandan cam bardakları kestiğim gazetelere sararken, bir yandan okumaya alışkın gözlerim eski haber başlıklarını hızla geçerken, beni şaşırtan bir haberde duraksadım.
“Aa o da ne!”
Sesimi ağzımın içinde sağ elimle bastırdım. 31.03.2012 tarihli X gazetenin ana sayfasındaki haber şöyleydi:
“SALAM VE GAZOZUN BEDELİ 9 YIL HAPİS!”
Efendim, olay Adana şehrinde yaşanmış. Ocak ayında B.A adlı 17 yaşındaki bir genç, gece 02:00 sularında üşüyünce bir büfenin penceresinden ısınmak için girmiş. Karnı da aç olan genç çocuk dolaptaki salam ve kaşarı yiyip gazoz içmiş. Daha sonra da büfenin içinde bir köşeye kıvrılıp uyumuş. Büfenin sahibi 52 yaşındaki Hasan T. Adlı kişiyse “20 TL zarara uğradım” diye genç çocuğu savcılığa şikâyet etmiş. Mahkeme tarafından şikâyeti kabul olmuş ve “nitelikli hırsızlık ve işyeri dokunulmazlığını ihlal etme” suçundan 9 yıl hapis cezası istemiyle dava açılmış.
Şimdi bu haberi hangi vatandaşımız okumuş olsa sanırım benim gibi düşünecektir:
“Ne var yani! O gencin 20 TL olan zararı ödenseydi de hâkimin huzuruna çıkmasaydı.”
Benzer bir vaka şimşek gibi çakmıştı beynimde. Güllüoğlu dükkânından baklava çalan üç çocuğun kayıp ve zor yıllarını düşündüm. On yıl hüküm giymiş ve en güzel yıllarını hapishanede geçirmiş çocuklar özgürlüklerine kavuştuklarında birer sabıkalı genç delikanlıydılar.
Peki, hapishanede kaldıkları yıllarda o çocuklar tutsak büyürken nasıl bir psikoloji içindeydiler. Acaba özgürlüklerine kavuştukları zaman -bir tepsi baklava- gördükleri zaman nasıl bir ruh halinde olurlardı?
Bu düşüncelerin hemen peşi sıra, -aklım-bir anda doğuya doğru yol aldı: Kandil’deki PKK Teröristleri, seyyar adalet masaları kurulmuş, savcılar görevlendirilmiş ve katiller beş dakikada yargılanmış, on dakikada özgür bırakılmışlardı.
Akla şu soru gelmiyor mu?
Binlerce yas tutan şehit anaları, gözü yaşlı eşleri de mahkemeye, “can kaybımızın hesabı sorulsun, suçlu yargılansın,” diye dava açmamışlar mıydı?
O kayıp canların bedeli “20 TL” ‘dan daha mı azdı?
Anayasamızda, ”Nitelikli cana kasten saldırmak ve can almak,” diye bir kanun maddesi yok muydu?
Avukat değildim…
Hâkim hiç değildim…
Ama bir insan olarak kamu vicdanı vardı ve sorguluyordum o vicdanımla vicdansızları…
“Allah kürküne göre üşütür kulunu.”
Demek ki, bir ülkede eğer açsan bir lokma bile çalmayacaksın, üşüyorsan kimsenin malına sığınmayacaksın, ama eline silah alıp ana kuzularını vuracaksın, öldüreceksin, çünkü cezası yok.
Ben böyle düşüncelerle cebelleşirken Antalya’daki yazım dostumuzun, “Türk’e bir selam ver yiyeceğini düşünme.” Sözlerini aklımdan süzdüm.
Hala inancım vardı insanlıktan yana. Zalim bir yönetim ve tek elden çıkan adil olmayan bir kararla bir ülke, daha ne kadar yönetilebilir ki?
Hani bizim çok sıklıkla söylediğimiz bilinen bir söylem vardı, “Gururlanma hünkârım senden büyük Allah var.” Diye…
Zalimlerin vicdanı pas tutmuyor mu, acaba? Onların hiç mi vicdanı yok? Vicdanın fotoğrafını çekmek mümkün olmuyor ne yazık ki… Ben böylesi kendi kendimle söyleşirken, Osmanlı dönemlerini özleyenlere bir halifenin örnek davranışını anlatmak isterdim. Halifeliği uzun süre elinde bulunduran Harun Reşit bilinen adaletini kim unutur ki? Aklımda kaldığı kadarıyla rivayet edilen hikâyeyi yazmaya çalışacağım:
“…Abbasi halifelerinin beşincisi Harun Reşit, sarayının bahçesindeki bir gülfidanını çok beğenir. Yaprağı, kokusu, görünüşüyle dikkatini çeken gülü özel bakıma alması için bahçıvana emir verir.
Bahçıvan üzerine titremeye başlar gülün. Ne var ki, sakınan göze çöp batar derler ya. Aynen öyle olur. Bir sabah bahçıvan gelip bakar ki, gülün dalına konan bir bülbül, ne kadar yaprak varsa hepsini gagalayarak yere düşürmüş. Tek yaprak bırakmamış gülün başında… Korku içinde koşar halifeye:
– Sultanım der, üzerine titrediğimiz gülün yapraklarını bir bülbül gagalayarak yere dökmüş, tek yaprak bırakmamış gülün başında… Harun Reşit, telaş etmeden cevap verir:
– Üzülme efendi üzülme, der. Bülbülün yaptığı yanına kalmaz!
Rahat bir nefes alan bahçıvan işine döner. Bir gün bakar ki, bir yılan yaprakları düşüren bülbülü yakalamış, yutmak üzere, otların arasında kayıp gidiyor. Heyecanla yine halifeye gelir:
– Sultanım der, bülbülü bir yılan yakalamış, yutarken gördüm.
Sultan yine telaşsız:
– Merak etme, yılanın yaptığı da yanına kalmaz!
Bahçıvan yine işine döner… Bir ara bahçede çalışırken otların arasında aynı yılanı görür. Hemen elindeki kürekle o yılanı öldürür. Hemen halifenin huzuruna çıkar, durumu anlatır:
– Sultanım der, bülbülü yakalayan yılanı ben de bahçede otlar arasında yakalayıp küreğimle öldürdüm. Harun Reşit yine sakin:
– Senin de yaptığın da yanına kalmaz!
Nitekim çok geçmez bahçıvan, bir iftiraya maruz kalır ve suçu üzerine atarlar.
Yakalayıp halifenin huzuruna çıkarırlar. Cezalandırılmasını isterler. Halife emrini verir, idam edin..!
Bahçıvan suçu yapmadığının bir kanıtı yoktur. İdam edileceği gün, son arzusu sorulur: “Hünkârımla görüşmek istiyorum, “der. Kabul ederler ve Harun Reşit’in huzuruna çıkartırlar. Bahçıvan:
-Sultanım, bülbülün yaptığı yanına kalmaz dediniz, onu yılan yuttu. Yılanın yaptığı yanına kalmaz, dediniz, onu da ben öldürdüm.
Şimdi benim yaptığım da yanıma kalmıyor, siz ölmemi emrediyorsunuz. Madem herkesin yaptığı yanına kalmıyor, sizinkisi kalacak mı? Diye sorar.
Adaletli ve bilge sultan bahçıvanın sözlerini olumlu bulur, emir verir:
– Bırakın bahçıvanı, çiçekleri sulamaya devam etsin!
Cellâtlar ve suçu atanlar derler ki:
– Sultanımız, yaptığı yanına kalır!
– Hayır der, kimsenin yaptığı yanına kalmaz. En ağır şekliyle bir gün mutlaka öder. Lakin gafil insan bunun farkına varmaz –yaptığı yanına kalır- sanır.”
Bu kıssadan hikâyeyi aklıma getirdiğim zaman kendimi denizin kucağına bırakır gibi yaşamın kollarına bırakırım. Ama ülkem söz konusu olunca, değişmiyor bu ruh haletim. Benimkisi de tıpkı bilgenin yakalandığı hastalık örneğinde olduğu gibi…
Bir bilgeye sormuşlar:
-Efendim canınız ne istiyor?
Bilge cevaplamış:
-Canım hiçbir şey istememeyi istiyor.
Ve devam etmiş;
-Bu ruh halinin adı gönül yorgunluğudur…
Bilgenin başına gelen benim de başıma geldiğini düşünüyorum. Bugünlerde bana “nasılsın?” diye sorulduğunda; ”ülkem böyle karışık iken nasıl olabilirim ki?” diye yanıt veriyorum. Ayrılırken; “istediğin bir şey var mı?” diye sorduklarında; ”canım bir şey istemiyor,” diyorum. Tıpkı o bilge gibi…
Sanırım, bendeki bu ruh hali gönül yorgunluğunun ta kendisi…
Emine PİŞİREN/Haziran.2013