Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ekim '12

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Balkan Yolculuğu

Balkan Yolculuğu
 

Wiki: “Avrupa kıtasının güneydoğu kesiminde, İtalya Yarımadası’nın doğusu, Anadolu’nun batısı ve kuzeybatısında yer alan coğrafi ve kültürel bölgedir.”

TDK: “öz. a. Hırvatistan, Sırbistan, Karadağ, Kosova, Slovenya, Arnavutluk, Makedonya, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan ve Trakya’yı içine alan bölge” 

 

Balkanlarla ilgili nice tanımlar yapılabilir; müziklerini, dağlarını, Çingeneleri, Osmanlı’yı, savaşları, komünizmi, göçleri ya da eşsiz kültür birikimini içeren. Ancak yaptığınız tanımların hiçbiri Balkanları ve Balkan kültürünü anlatmaya yeterli olmayacaktır. Balkanların göbeğinde bir dağ kasabasında doğmuş ve bölgenin bitmek bilmeyen siyasi sorunlarından birinden etkilenerek daha kucaktayken göç etmek zorunda kalmış biri olarak bu coğrafyaya olan ilgim ve merakım haliyle fazlaydı. Balkanlar üzerine izlenen filmler, okunan kitaplar bu merakı tatmin etmek yerine açlığımı artırıyordu. Gidip görmeden ve havayı bizzat solumadan rahat edemeyecektim. Geçen yaz hayaller gerçek oldu. 

Geziyi üç bölümde yazdım: Ailemle dolaştığımız Bulgaristan'daki küçük kentler(1) ardından iki arkadaşımla Bulgaristan'dan Hırvatistan'a varışımız(2) ve bir arkadaşımla trenle Romanya üzerinden Türkiye'ye dönüşümüz(3).

 (Fotoğraf albümü; http://www.facebook.com/media/set/?set=a.2278071143979.128171.1014753060&type=1)

1. Bölüm: Bulgaristan’da Küçük Kasabalar

07.08.11-09.08.11

 

Üç gün boyunca ailemle birlikte Bulgaristan’ın tam ortasında “Trak krallarının Vadisi” ya da “Gül Ovası” olarak bilinen, Koca Balkan Dağları’nın arasındaki bir ovadaki kasabaları gezdik. 

Pavel Banya: Geçtiğimiz yüzyılın başında kurulan kent, bir hidroterapi merkezi olmasıyla popüler olmuş. Tipik bir Bulgar kenti olarak, trafiğe kapalı bir caddenin açıldığı meydanı, geniş bir parkı, heykelleri, bahçeli kutu kutu evleri var. Bunlara ek olarak parkta dev bir kaplıca havuzu bulunuyor. Kentteki sıradan evlerin çoğunun odaları kiralanabildiği gibi lüks oteller de bulunuyor.

Kalofer: Yurtsever şair Hristo Botev’in şehri olmasıyla bir dönem Bulgar milli uyanışının merkezi olmuş. Yayalaştırılmış meydanda komünist dönemden kalan kültür merkezi, eski Türk konakları ve Botev müzesi bulunuyor. Meydandan dağa doğru çıkan merdivenlerin sonunda dev bir Botev heykeli şehri izliyor. Kalofer’in biraz dışında, dağda yer alan manastır da döneminde önemli bir keşişlik merkeziymiş.

Karlovo: Bulgaristan devrimcilerinden Vasil Levski’nin kenti olduğu için eski adı Levskigrad imiş. Karlovo ismi de Osmanlı’daki Karlıova’dan geliyor. Zaten bir Osmanlı şehri olduğu net hissediliyor: ahşap evleri, kıvrımlı sokaklarıyla Türk mahallesi aynen kalmış. İki eski kilise restorasyonlu ve tertemizken, meydandaki caminin bakımsızlıktan ölecek gibi olması insana Osmanlı eserlerinin bilerek bakımsız bırakıldığını düşündürüyor.

Sopot: Bulgaristan’ın önemli romancısı Ivan Vazov’un şehri olduğu için eski adı Vazovgrad. Kentin yamacında bulunduğu dağda yaygın olarak yamaç parüşütü yapılıyor.

Hisarya: Bulgaristan’ın en sağlam Roma kalesi burada yer alıyor.

Damascena Etnografik Kompleksi: Tüm bu bölge ‘Gül Ovası’ olarak biliniyor ve gül, insanların temel geçim kaynağını oluşturuyor. Damascena da bölgeden etnografik öğelerin yanı sıra gül üretimiyle ilgili bir müze – tesis. Gülden şarap, rakı, likör, parfüm, sabun, yağ, reçel vs. her şey yapılabiliyor.

Şipka: Kent, Tuna ovasıyla Trakya’yı birbirinden ayıran Koca Balkan dağlarının girişindeki Şipka geçidinde yer alıyor. Şipka geçidi çok önemli bir stratejik nokta, öyle ki, 77-78 Osmanlı – Rus Savaşı’nda en kanlı çatışmaların yaşandığı ve savaşın sonucunu belirleyen cephe burası. Balkan halklarında bağımsızlık seslerinin yükseldiği günlerde Ruslar İstanbul’a doğru ilerlerken, Osmanlı’nın kendini savunabildiği son nokta burası oldu. Şipka geçidi aşıldıktan sonra Yeşilköy’e kadar rahatça ilerleyen Rusların sayesinde Balkan halklarının tamamı bağımsızlıklarını kazandı ve bölge Türk etkisinden çıkıp, günümüze kadar süren Rus etkisi altına girdi. Bu nedenle burada bulunan iki önemli yapı var: Rusların kendi mimari anlayışlarıyla (soğan kubbeli ve rengarek) yaptığı ve burada ölen askerlere adadığı anıt–kilise ve Bulgarların Ruslara minnet amacıyla yaptıkları görkemli anıt. Anıta tam 1000 basamak tırmandıktan sonra çıktık ve anıtın tepesindeki manzara harikaydı: bir tarafta dümdüz Gül Ovası, diğer tarafta sonsuz Koca Balkan dağları.

 

2. Bölüm: Otomobille Sofya’dan Dubrovnik’e

10.08.11-17.08.11

 

10.08, Sofya

  

Filibe’de ailemden ayrılıp Murat ve Deniz’in yanına geçtim ve Sofya’ya hareket ettik. Sofya’da yağmurla karşılaşmamız başlangıç için hoş olmadı. Deniz’in evine yerleşip bir şeyler yemek için ‘Studentski Grad’a (öğrenci şehri) gittik. Burada ziyaret ettiğimiz Makedon arkadaşlar Serdar Ortaç dinliyorlardı ve bize sürekli İstanbul’u sordular (nargileleri de vardı). Ertesi gün Sofya’dan ayrılacağımız için yağmur da yağsa o gün Sofya’yı gezmeye kararlıydık.

Komünizm döneminde, her şehrin meydanına bir kültür merkezi yapılmış ve bunlardan en büyüğü Sofya’daki NDK binası (Taksim’deki AKM gibi ama daha büyüğü) geziye başladığımız nokta oldu. NDK’nın önündeki park boyunca devam eden aks, şehrin ana caddesi Vitosha Bulvarı’na bağlandı. Cadde boyunca yürürken yağmura dayanamayıp, bir tane ‘çadır’ (şemsiyeye çadır diyorlar) aldım. St. Nedelya Kilisesi’ni görüp caddeden ayrıldık. Başkentin idari kalbinin olduğu bölgeye geldik. Başbakanlık, bakanlıklar, merkez bankası vs. hep buradaydı. Bu erken 20. yy kamu binalarının yanı sıra, bölgede Roma’dan kalma St. George Rotunda’sı ve Osmanlı hamamları da vardı. Soğan kubbeli Rus kilisesini geçip yarım daire şeklindeki ve ortasında atlı Rus askeri heykeli bulunan Milli Meclis Meydanı’na geldik. Meydanın en önemli yapısı meclis binasıydı ve arkasında da Sofya’nın en görkemli binası olan Aleksandır Nevski Katedrali bulunuyordu. Geç olduğu için kiliselere ve müzelere girememiz kötü oldu. Katedralin karşısında bir de Roma’dan kalma bazilikal planlı St. Sofya Kilisesi vardı. Sofya Üniversitesi ve Levski Stadını da gördükten sonra Ruslara şükran parkından geçip Sofya’nın ara sokaklarında doğaçlama dolaştık. Sofya’yı yağmur altında ekspres bir turla gezmiş olduk.

 

11.08, Sofya – Rila – Gevgelija – Üsküp

  

Dün gezemediğimiz Sofya’daki iki Mimar Sinan yapısına bu sabah gittik. Birisi 1903’te kiliseye çevrilen Kara Camii (Sveti Sedmochislenitsi Kilisesi), diğeri ise Bulgaristan Müslümanlarının merkezi olan Banyabaşı Camisi, (yanında hamam olduğu için banyo başı deniyor)

Sofya’dan ayrılıp Rila Manastırını görmek üzere Rila Dağı’na hareket ettik. Bulgaristan’ın en önemli dini ve turistik merkezi olan manastır UNESCO kültür mirası listesinde yer alıyor. Dağda, ormanların içinde oldukça büyük ve gösterişli yapının ruhani bir atmosferi de var.

Bulgaristan’dan ayrılıp Makedonya’ya girdik. Selanik’e 60 km mesafedeki Gevgelija isimli küçük bir kasabaya geldik. Burada Deniz’in bir arkadaşı evinde ağırladı bizi. Ailenin Sırbistan’dan gelen misafirleriyle birlikte zengin bir Balkan sofrasına oturduk. Bulgar, Makedon, Sırp ve Türklerin olduğu masada Domaşna Rakija, yani ev yapımı üzüm rakısı içildikten sonra cila olarak da bira verdiler. TV’de de tabii ki bir Türk dizisi oynuyordu. Gevgelija’yı şöyle bir turlayıp bir Türk kumarhanesine gittik. Selanik’e yakın olduğu için kasabada çok fazla kumarhane ve Yunan turist var.

Akşam olurken başkent Üsküp’e geçtik. Ülkenin en güneyinden en kuzeyine gitmemiz 2 saat sürdü. Bir binanın 6. katında bulunan bir oteli ayarladık. Otel, şehrin merkezi olan Makedonya Meydanı’nda yer alıyor. Merkezi şöyle bir turladıktan sonra ilk izlenimler: sakin, küçük ve kızları güzel bir başkent.

 

12.08, Üsküp – Piriştine

 

Üsküp’te lineer bir gezi rotası belirledik. Yayalaştırılmış ana caddenin başındaki eskiden gar olan şehir müzesini gezip cadde boyunca ilerledik. Caddenin sonunda Vardar Nehri yanındaki Makedonya Meydanı’na ulaştık. Meydanda yeni yapılan tartışmalı İskender heykelini görüp Nehrin üzerindeki tarihi Osmanlı köprüsünden karşıya geçtik. Burada hükümet, ‘Üsküp 2014 Projesi’ kapsamında nehrin yakalarına antik görünümlü  dev kamu binaları inşa ediyor. Şehir, geçirdiği depremler ve savaşlar nedeniyle diğer Avrupa başkentlerinin etkileyici binalarına sahip olmadığı için böyle bir çalışmaya girilmiş ama yapılan binalar bizim Demirören AVM’den bile kötü.

Nehrin karşısında ağırlıkla Müslümanların yaşadığı eski şehir yer alıyor. Osmanlı camileri, hamamları, hanları, konakları ve çarşısı fazla değişmeden kalmış. Hamamları müzeye çevirmişler, camiler aktif. Bölgedeki tüm ülkelerde olduğu gibi burada da bir Türk partisi var.  Kaleye çıktık ancak tadilatta olduğu için giremedik. Tepeden şehri izledikten sonra aşağıya indik. Yer altı kilisesini gezdik. Osmanlı’da yüksek kilise yapımına izin verilmediğinden kilisenin taban kotunu yerin biraz altından başlatmışlar. Bir başka köprüden tekrar Vardar’ın öte yakasına geçtik.

Üsküp’ün önemli yerlerini planladığımızdan erken bitirince günübirlik Piriştine’ye geçip Kosova’yı da aradan çıkarmaya karar verdik. Daha önce konuştuğumuz Makedon arkadaşların ısrarla gitmeyin uyarılarına rağmen gitmeye karar verdik. Mitrovica kasabasında daha yeni çatışmalar olmuştu ancak biz sadece başkente gidip dönecektik. Yola çıktık ama sınır kapısını geçtiğimiz andan itibaren şehirlerarası (hatta uluslar arası) yolda inanılmaz bir trafik bizi karşıladı. Tır da traktör de aynı tek şeritli yolda gidiyordu ve sollama imkanı yoktu. Yol kenarında yer alan tank için hız limiti tabelası da enteresan olduğu kadar endişe vericiydi. Zorlu yolculuk sonunda bu üç yıllık devletin başkentine geldik. Arnavutça “hoş geldin Ramazan” yazısı karşıladı bizi. İki cami, bir saat kulesi, bir müze görüp ana caddede turladık.  Meydanda bir kahramanın heykelinin hemen önünde yere spreyle “Fuck Serbia” yazmışlar. Tezgahlarda Kosova ve Arnavutluk bayrakları, rozetleri hediyelik eşya olarak satılıyordu. Kafede oturup bir şeyler içtikten sonra bu “Avrupa’nın en fakir ülkesi”nden ayrıldık, Üsküp’e geri döndük. Kosova’dan sonra Makedonya çok huzurlu ve güvenli geldi.

Akşam bir Türk AVM’sinde yemek yedik, Şehrin yeni modern stadı Makedonya Arena’ya gittik sonra da oturup bir şeyler içtik. Yunanistan yüzünden adıyla ilgili problem yaşayan ülkede inadına her yere Makedonya adını vermişler sanki.

 

13.08, Ohrid

 

Üsküp’ten ayrılıp şarkılara konu olmuş Vardar Ovası ve Mavrovo’dan geçip Ohrid’e vardık. Kırmızı ışıkta beklerken bisikletiyle yanımıza gelen amca “merkeze yakın, ucuz odalar” deyince kendisini takip ettik ve söylediği odayı tuttuk. Burada da Pavel Banya’da olduğu gibi insanlar evlerinin odalarını otel gibi kiralıyormuş. Yerleştikten sonra gezmeye çıktık. Önce iskele meydanında Plaskevitsa (domuzdan yapılan bir çeşit köfte) yedik.

Ohrid, büyük bir gölün kıyısında olması ve Ortodoksluk tarihindeki önemiyle Makedonya’nın en turistik şehri. Ahşap konakları ve 360 tane taş kilisesiyle oldukça etkileyici bir kent. Rehber kitabımızın önerdiği yürüyüş rotasını izleyerek önce Kalenin üst kapısına gittik. Buradan içeri girip eski konakların arasından geçip önce Sv. Bogardica Perislepta Kilisesi sonra Roma amfi tiyatrosunu görüp Çar Samoil’in Kalesi’ne çıktık. Kalenin burçlarından Ohrid ve gölün manzarasını izledik. Yeni restore edilmiş ve oyuncağa benzemiş Sv. Kliment i Pantalejmon kilisesinden aşağı inip Ohrid’in en meşhur fotoğrafını veren Sv. Jovan at Kaneo kilisesini gördükten sonra göle karşı oturup biraz soluklandık. Kıyıya indik, burada da bir kilise vardı ve sonrasında kalabalık plajlardan geçip şehre girdik. Geleneksel mimarideki bu mahallenin içinde dolaştık Sv. Sofija kilisesini de gördükten sonra üç katlı ahşap bir 19. yy konağı olan Milli Müze’yi gezdik. Hediyelik bir şeyler aldıktan sonra biraz dinlendik ve sonunda İskele Meydanına döndük. Kayıkçının biriyle anlaşıp bir saatlik bir göl turu yaptık. Dayı Türkçe dahil tüm balkan dillerini çat pat biliyordu. Dayıyla sohbet ederken bir yandan da fotoğraf çektik. Gün batımında Sv. Jovan at Kaneo kilisesi çok güzel görünüyordu. 

Akşam çarşı inanılmaz kalabalıktı, ne de olsa Makedonya’nın Bodrum’undaydık ve her taraf akşam gezmesine çıkmış çocuklu ailelerle doluydu. Gece de buranın ünlü Tikveş şarabını içtik.

 

14.08, Bitola – Tiran

  

Bitola, yani Manastır’a geldik. Camiler, havuz, heykel ve saat kulesinden oluşan tipik meydandan geçip yayalaştırılmış ana cadde boyunca yürüdük. Pazar olduğundan tüm dükkanlar kapalıydı ancak kafeler ağzına kadar dolu, herkes oturmuş kahve içiyordu. Tezgahın birinden Yugoslavya döneminden kalma rozetler satın aldım. Muhtemelen orijinal değillerdi ama çok enteresan şeyler vardı. Bazilikal planlı bir Roma kilisesini gördük sonrasında Atatürk’ün Manastır Askeri İdadisi’ni aradık ama bulamadık. 

Tekrar Ohrid’den geçip Arnavutluk sınırına ulaştık. Arnavutluk topraklarında bizi ilk karşılayan paranoyak Enver Hoca rejiminin beton sığınakları oldu. Bu yok edilmesi çok zor beton sığınaklardan ülkenin her yerinde on binlerce olması dehşet verici. Arnavutluk’ta yolların, şehirlerin bakımsızlığından kendinizi Avrupa’da hissedemiyorsunuz. Zaten soğuk savaş döneminde de komünist bloğun en fakir ülkesi burasıymış.  İlk büyük şehir Elbasan’ı geçtikten sonra bir dağa tırmanmaya başladık. Yol bir yerden sonra tehlikeli bir hal aldı. Çok dar, tek şeritli bir yolda gidiyorduk ve bir tarafımız uçurumdu. Deniz sollarken benim ellerim terliyordu. Ülkenin en büyük iki şehri arasındaki yolun böyle olması da Arnavutluk hakkında biraz fikir veriyordu. 

Başkent Tiran’a vardık, biraz karmaşık bir şehir. Eski gri, katı komünist bloklarını rengârenk boyamışlar. Bu şehri pisliğinden ve griliğinden kurtarmak için belediyenin bulduğu en ucuz çözümmüş. Etraftaki Mercedes yoğunluğu inanılmaz, otomobillerin neredeyse tamamı Mercedes. Avrupa’da mafyanın merkezi olan Arnavutluk’a bunca Mercedes’in legal yollardan gelmediği herkesçe aşikar.

Kalacak yer aramak için gezerken çok iyi İngilizce bilen bir adam yanımıza geldi ve hostel mi aradığımızı sordu. Biz evet deyince adamın Mercedes’ine bindik ve arka sokaklardaki eski bir binaya geldik. Hostel ya da başka bir şey olduğuna dair hiçbir yazı bulunmuyordu. Birinci katındaki odalardan birini gösterdi biz de tamam dedik. Sonra para değiştirmek ve arabayı almak için çıktık. Dayı para değiştirmek için beni takip edin deyince arkadan arabayla takip ettik. Bi yerde durunca el işaretiyle Deniz’i yanına çağırdı. Bir tomar parayla bir adam daha geldi arabaya. Üçü, paralar ve hesap makinesiyle uğraşırken biz de Murat’la ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Ne hostel ne de exhcange, hiçbir şey legal değildi burada. Daha sonra arabayı koyduğumuz garaj da birinin evinin bahçesiydi ve İtalyan plaka bir araç daha vardı. Hostele dönünce uluslar arası bir organ mafyasının eline düştüğümüze inanmış haldeydik. Birbirimizi ikna ederek dışarı çıktık ve şehri hızlıca gezdik.

Şehrin meydanında posta binası, cami, saat kulesi ve tarihten bir kahramanın heykeli vardı. Sıradan bir başkent diyebiliriz. İdari kamu binalarının arasından geçip, Enver Hoca’nın kızının babasının anısına yaptırdığı piramitte fotoğraf çekildik. Sokaklarda gezindik, bahsettiğim projeyle renk renk boyanmış büyük binaların arasından geçtik, gençlerin takıldığı caddede oturup bir şeyler içtik.

 

15.08, Sv. Stefan – Kotor

 

Sabah uyandığımızda organlarımız yerinde olduğu için sevinerek çıktık hostelden ve kaçarak uzaklaştık Arnavutluk’tan. Sınırda Karadağ polisi kitabın sayfalarına kadar didik didik aradı arabayı ve eşyalarımızı. İçinde Türk de olan Bulgar plakalı bir aracın Arnavutluk’tan gelmesi pek alışılmış bir durum değildi sanırım ve uyuşturucu falan bulmayı umdu. Karadağ’a geçtiğimizde artık Avrupa’da olduğumuzu hissettik. Dağları ve deniziyle yolun manzarası da çok keyifliydi. 

Sveti Stefan adasına geldik. Kıyıya doldurma ince bir yolla bağlanan adanın üzerindeki Venedik kolonisi kent atmosferi aynen duruyor ancak ada tamamen lüks bir otele ait olduğu için giremedik. Plajdaki şezlongların günlüğü bile 50 euro’ydu!

Bir başka Venedik kolonisi Kotor’a geldik. Neyse ki burası bir ada-otel değil ve sokaklar kamusal. Surların içine girdiğinizde kendinizi 16. yy’a ışınlanmış gibi hissedebilirsiniz. Taş evler, konaklar, hanlar, sokaklar müze şehrin parçalarını oluşturuyor. Yine önce kalacak yerimizi ayarladık, yaşlı bir teyzenin odasını kiraladık. Sonra kenti doğaçlama bir şekilde gezdik. Dar sokaklarda kaybola kaybola gezinmek çok keyifliydi. Sokakların açıldığı küçük meydanlarda kafeler ve restoranlar vardı arada buralarda oturduk. Karadağ’ın güzel insanlarını görünce Türklerin genetiğini düşünüp derin bir karamsarlığa kapıldık.

 

16.08, Kotor – Dubrovnik

 

Sabah erken kalkıp Kotor’un yanından duvar gibi yükselen dağdaki sur boyunca zirveye tırmandık. Oldukça zorlayıcı bir yolculuğun sonundaki manzara tatmin etti neyse ki. Aşağı indik ve Dubrovnik’e gitmek üzere yola çıktık.

Hırvatistan sınırında yine didik didik arandıktan sonra Adriyatik’in incisi Dubrovnik’e vardık. Yine bir Venedik kolonisi ama Kotor’a kıyasla epey büyük. Tarihi şehrin yanı sıra plajları olması ve türlü aktivitelere imkan vermesiyle turistik çekiciliği oldukça yüksek. Bu yüzden çok kalabalık ve fiyatlar da bayağı yüksek.

Kalacak yerimizi ayarladıktan sonra kitabımızda verilen yürüyüş rotasını takip ettik. Ana caddesi ve ara sokaklarda gezindikten sonra surlara çıktık ve tüm şehrin etrafını dolaştık. Dünyanın en etkileyici şehirlerinden birisi burası. Yollar, surlar, binalar aynı beyaz taştan yapılmış ve tüm pencerelerde ahşap panjurlar var. Şehir yarımada gibi denize uzanıyor ve yanlarında plajlar var. Dubrovnik’i yazıyla anlatmayı beceremem sanırım, fotoğraflar daha iyi.

 

17.08, Dubrovnik

 

Bugün arabada meydana gelen bir arızayla ilgilenirken günün yarısı gitti. Deniz tam da ertesi gün dönecekken talihsiz bir sorun oldu. Kalan zamanda da Dubrovnik’in karşısındali Lokrum adasına gidip Adriyatik’in serin sularına girdik. Hırvatistan’ın tam 1180 tane adası varmış! Adada şöyle bir gezindik, zirveye çıkıp Dubrovnik’e baktıktan sonra kentimize geri döndük. Sokaklarda vakit geçirdik, kiliselere girdik.

Deniz’le vedalaştık. Bundan sonra iki kişiyiz ve arabamız da yok.

 

3.  Bölüm: Adriyatik’ten Karadeniz’e

18.08.11-26.08.11

 

18.08, Mostar – Saraybosna

 

Otogar’a gidip Mostar otobüsüne bindik, bundan böyle toplu taşımayla devam ediyoruz. Öğlen Mostar’a geldik. Bu şehirde ilk göze çarpan şey hemen her duvardaki mermi izleri oldu. Sokakların savaş cephesi olduğunu düşünmek korkunç. ‘Cevapcici’ yedikten sonra eski kenti gezmeye başladık. Osmanlı camileri, hanlar, müzeleştirilmiş ‘Türk evi’ ve çarşı arasında dolaşıp ünlü Mostar Köprüsü’ne geldik. Bu köprünün hafızalardaki imgesi, cephelerdeki mermi izlerinden daha çok hatırlatıyor belki de savaşın çirkinliğini. Tek bir dev kemeri olan köprünün nehirden yüksekliği çok fazla ve bunun 16. yy’da nasıl yapıldığını düşününce dehşete kapılıyorsunuz. Bir de buranın gençleri evlenecekleri zaman buradan nehre atlıyorlarmış. Nehrin diğer yanındaki çarşıları da gezdikten sonra tekrar otogara döndük ve Saraybosna’ya gittik.

Tramvayla şehir merkezine geldik. Tramvay ilk kez bu şehirde kullanılmış. Avusturya – Macaristan tramvayı başkent Viyana’da uygulamadan önce Saraybosna’da denemiş. İlk gördüğümüz hostele yerleştik. Hostelin önünde oturan Amerikalı, bize ‘şu sokaktan geçtiğiniz zaman kendinizi İstanbul’da bulacaksınız’ dedi. Meydana çıkınca ne demek istediğini anladık, camiler, hanlar, çarşı, fes – nargile satan hediyelikçiler ile Beyazıt’tan farkı yok buranın. Eski bir hanın bahçesindeki nargilecide oturduk gece. Gençlerin süslenip yapınıp nargileciye gidip sıkış tıkış oturmaları enteresan geldi. Bizim Tophane’deki ortamın yerine burasını tercih ederim.

 

19.08, Saraybosna

 

Dün gördüğümüz meydandan başladık turumuza. Meydan ve ortasındaki sebil, eski şehrin merkezini oluşturuyor. Yanda bir cami ve dükkanlar var. Restoranların isimleri dikkat çekici: Sofra, Zeytin, İstanbul, Sarigrad (Boşnakça İstanbul). Bir kısmının sahibi Türk ama halkın da Türklere ve İstanbul’a karşı ilgisi yadsınamaz. Meydandan devam eden çarşı caddesi boyunca ilerledik, Osmanlı camileri, hanları, medreseleri ile Edirne ya da Bursa’yı hatırlatıyor insana. Cadde boyunca yürüyünce birden Osmanlı’dan çıkıp Avusturya – Macaristan’a geliyorsunuz. Binalar 19. yy batı mimarisine dönüyor. Biraz daha ilerleyince 1992-95 yılları arasında yakın tarihin en uzun süren kuşatmasına maruz kalan Saraybosna’nın ‘Sönmeyen Ateş’ anıtını gördük. Sağa bakınca yine başka bir döneme geçtiğimizi hissettik: tekdüze hatlarıyla büyük binalar ve Komünist mimari yani Yugoslavya dönemi. Kafamızı kaldırdığımızda ise modern Bosna-Hersek’in yani 21. yüzyılın gökdelenlerini de görmek mümkün. Oldukça güzel bir kültür karışımı bir arada bulunuyor. Hemen yanda akan nehrin diğer tarafına geçip aynı caddeye paralel olarak geri döndük. Burada büyük bir kilise gördükten sonra Osmanlı taş köprüsünden eski şehre geri döndük. Lonely Planet’te de dediği gibi, “doğuyla batının buluştuğu yerin İstanbul olduğunu sanıyorsanız bir de Saraybosna’yı görün!” 

Bu sırada hostelin check-out saatini geçirdiğimiz için hafiften kazıklandık. Akşamüzeri oturduğumuz kafenin internet şifresi “hajdesouza1907” idi. Garsona nedenini sorduğumda şöyle cevap verdi; “my friend made the password, he is Fenerbahçe fan. He is such an idiot”

1992-95 yılları arasındaki kuşatma sırasında şehrin dünyayla tek bağlantısının olduğu 3 kilometrelik tünelin başlangıç noktası olan müzeleştirilmiş eve gittik, savaşın korkunçluğunu hatırlatan tüyler ürpertici bir yer.

21.30’da Zagreb trenine bindik. Kompartımanımızdaki yaşlı dayı tek kelime İngilizce bilmemesine rağmen bir saat boyunca ısrarla bize bir şeyler anlattı. Adımızı ve memleketimizi söyleyebildik. Bir dergi çıkarıp bir şeyler gösterdi. Adı da Hacı Drugiç’ti yanılmıyorsam. Hacı’nın kabeye giden insan demek olduğunu falan söyledi, enteresandı. Bir köy durağında bohçasını astığı sopasını omzuna vurup gitti.

 

20.08, Zagreb

 

Sabah çok erken geldiğimiz Zagreb’de yine bir yaşlı teyzenin evinin odasını kiraladık.

Zagreb’in haritasına bakınca şehrin ortaçağ ve Rönesans sonrası kısımları net bir şekilde ayrılıyor. Bir ana cadde var ve onun bir tarafı ‘lower town’, geniş, ızgara planlı caddeleri ve tekdüze 19. yy binalarıyla Rönesans sonrasını yansıtırken, caddenin diğer tarafındaki, ortasında heykel bulunan meydanın arkasında ise kıvrımlı, organik sokakları ve alçak sevimli binalarıyla ortaçağ dönemi okunuyor. Şehir oldukça düzenli, sakin ve hijyenik. Balkanlardan çok Orta Avrupa havası var. Zaten artık Doğu Roma’nın, Osmanlı’nın ve de Ortodoksluğun dışına çıktığımız için kültür olarak da Orta Avrupa’ya daha yakın olması kaçınılmaz. 

Lower town’ın sokaklarını gezerek tura başladık. Güzel sanat müzelerinin yanı sıra, kamu binaları da oldukça etkileyiciydi. Ancak bir yerden sonra sokakların düzeni ve katılığı sıkıcı olmaya başlıyor. Halkın parklar gibi kamusal alanları çokça kullanması ve sokaklarda otomobilden çok tramvay olması güzel ayrıntılar. Yaşamak isteyeceğim bir şehir Zagreb.

Upper town’a geçince ortaçağ kentlerinin olmazsa olmazı devasa gotik bir kilise gördük. Ancak bunun yerinde bulunan orijinal kilisenin yerine geçtiğimiz yüzyılın başında yapıldığını okuyunca biraz üzüldüm. Aynı tarzda yapılması doğru değil tabi ama bulutlara erişen kuleleriyle yine de çok etkileyici. Ortaçağ mahallelerinde dolaşmak daha keyifli, sokakların sonunda nereye çıkacağınızı bilmeden geziyorsunuz. O sırada devam eden bir festivalden dolayı her tarafta ortaçağ’daki gibi giyinmiş insanlar geziniyor birbirleriyle sohbet ediyorlardı. Film setine girmiş gibi hissettim. Bir burcun tepesinden şehri izledikten sonra kafelerde oturmak üzere lower town’a indik. Kafe kültürünün şehir hayatının önemli bir parçası olduğu anlaşılıyordu.

 

21.08, Zagreb – Belgrat

 

13.00’te kalkması gereken tren iki saat rötar yapınca biz de gardan ayrılmadık. Bira falan içtik. Gece 22.00’ye kadar süren yolculuk boyunca kitap okudum, günlük yazdım. Bu arada Balkanlar üzerine en önemli edebi eser Ivo Andriç – Drina Köprüsü’dür, tavsiye edilir. Sırbistan sınırına geçerken trendeki Sırp gümrük memuru pasaportlarımızdaki Kosova damgasını tükenmez kalemle karaladıktan sonra kendi mührünü bastı.

Zagreb’ten sonra Belgrat biraz dökük, pis ve karmaşık geldi. 2008’de yaptığım Interrail’den sonra Belgrat’a ikinci gelişim oldu bu. Hostel bulup yerleştikten sonra Belgrad Beer Fest’e gittik. Festival girişinde Sırbistan usulü ızgaralar ve tabi ki bira stantları vardı. Biramızı alıp kalabalık konser alanında sahneyi görmeden Sırbistan’ın Duman’ı olduğunu tahmin ettiğimiz bir grubun şarkılarını dinledik.

 

22.08, Belgrat

  

Cumhuriyet meydanından başlayıp ana cadde Knez Mihaylova boyunca yürüdük (bizim İstiklal gibi) ve kaleye ulaştık. Kale hemen Sava ve Tuna nehirlerinin birleştiği yerin yanına yapılmış. Tuna’nın öte yakasında Yeni Belgrat görülüyordu, geri döndük, aynı caddeyi baştan başa geçip devam ettik. Yugoslavya döneminde yapılmış büyük binalar boyunca bayağı yürüdükten sonra Sava Kilisesi’ne ulaştık. Büyük beyaz kilise, bir kubbe ve dört yarım kubbeden oluşa tipik Osmanlı cami planında yapılmış. Baştan tarihi bir yapı sandığımız kilise aslında 1989 yılında dünyanın en büyük Ortodoks kilisesi olma iddiasıyla yapılmış. Taşmeydan parkındaki tuğladan, yüksek kasnaklı tipik Bizans kilisesini gezdikten sonra, parlamento binasını da görüp Belgrat’ın bohem çevrelerinin uğrak yeri Skadarska’ya gittik. Yemek yedikten (Plaskevitsa) sonra gece de burada takıldık, Rakija içtik. Bizim rakı gibi değil, meyveden yapılıyor, su katılmadan içiliyor. Gece ortam oldukça iyiydi, Sokakta ve mekanlarda çalgıcılar Balkanların yöresel ezgilerini çalıp söylerken, insanlar da ‘rakija’larını yudumluyorlardı. Bizim fasıl gibi ama, biraz daha neşelisi. Zaten Hırvatistan’ı ayrı tutarsak Balkan kültürüyle ortak noktalarımız epey fazla. 

 

23.08, Belgrat – Bükreş

 

15.45’teki Bükreş trenine kadar Belgrat’ta gezmeye devam ettik. Bu kez merkezden biraz uzaklaştık. Yugoslavya’nın başkentine gelmişken ‘Yoldaş Tito”nun anıt mezarını görmesek olmazdı. Taksiyle ’25 Mayıs Yugoslav Tarihi Müzesi’’ne gittik. Yugoslavya’daki günlük yaşamı anlatan süreli sergi ile Tito’nun fotoğrafları, kişisel eşyalarının olduğu sergileri gezdikten sonra mozolesine gittik. Diktatör de olsa Balkanları yıllarca kansız olarak bir arada tuttuğu için saygı duyulası lider.

 Sonra stadyumlara geçtik. Önce siyah beyaz renkleriyle sempati duyduğum Partizan’ın stadına gittik, taraftar mağazasını dolaştık. Kızılyıldız’ın stadı Marakana daha büyük ve mağazası daha zengindi. Ancak ordu takımı olduğu için olsa gerek taraftar profili biraz milliyetçi – militarist çizgide yer alıyor. Zaten Sırpların genel olarak o damarları biraz kabarıktır. (Türkiye’de olsalar, Saraybosna AKP, Zagreb CHP, Belgrat MHP kalesi olurdu.)

Gara geldik. On altı saat sürecek yolculukta yemekli vagon olmadığını bildiğimizden yiyecek bir şeyler de aldık yanımıza. Yanılmamışız, zaten toplam dört vagon vardı ve son vagonun üç kompartımanı hariç hepsinde deri koltuklar vardı. Bu sıcakta on altı saat deri koltukta gitmenin ne kadar berbat bir şey olduğunu bilemezsiniz. Kumaş koltukların olduğu kompartımana geçtik ancak burası da dökülüyordu. Pislikten tabakalar oluşmuş koltuklar yapış yapıştı ve koltuğu yatırmaya çalıştığımızda elimizde kalıyordu. Işığın yarısı açılıyor, pencere de yarıya kadar iniyordu. Tuvaletlerin birinde su yoktu, diğeri daha fenaydı. Neyse yola çıktık. Gelen kondüktörler dedi ki kumaş koltukların olduğu kompartımanlar birinci sınıfmış, bizim biletimiz ikinci sınıfmış. Parası neyse verelim deyince de oturdular belgeler düzenlediler. İmzalar, kaşeler falan derken herhalde yüklüce bir para isteyecekler diye düşünüyorduk ki, sadece 2 (iki) Euro istediler. Birinci sınıf biletimizle giderken gecenin ilerleyen saatlerinde çingeneleriyle ünlü Romanya’ya geçtik. Ara duraklarda binen çingeneler çok enteresandı. Bizim Edirne’dekilerle alakası olmayan, renk renk parlayan kıyafetler giymiş Kusturica filmlerinden fırlamış tipler vardı. Yanımıza gelmesinler diye kapımızı kapatıp uyuyor gibi yaptık. Murat net uyusa da ben pek beceremedim kokan koltuklarda uyumayı. 

 

24.08, Bükreş

  

Zorlu yolculuğun sonunda erken saatlerde yorgun ve pis bir halde Bükreş’e vardık. Otel bulmak için merkeze giderken metroda insanlar bizden kaçıyor gibi geldi, biraz kokuyor olabilirdik. Neyse yerleşip biraz uyuduktan sonra gezmek üzere çıktık. Ancak artık gezinin yorgunluğu birikmişti ve bundan sonrasını pek sistemli bir şekilde gezmedik. İlk yaptığımız planda olan Transilvanya ve Romanya’nın diğer şehirlerini de programdan çıkardık. Öyle pek okumadan yüzeysel olarak gezdik şehri. Dünya’da Pentagon’dan sonraki en büyük binayı (taban alanı olarak sanırım) yani meclis binasını gördük. Kafelerin, barların olduğu kıvrımlı sokaklardan oluşan yayalaştırılmış çarşı bölgesi vardı, orada zaman geçirdik, AVM’ye gittik. Ertesi günkü Varna biletimizi almak için gittiğimiz acentede (trene doyduk, yaşasın otobüs!) adamla bir süre İngilizce konuştuktan sonra “where are you from?” ve “why dont you speak Turkish” diye sorunca dayının Türkçe bildiğini anlamış olduk. İranlıymış, Türkçe, Kürtçe hepsini biliyordu.

 

25.08, Varna

 

Sabah erken yola çıktık, Bulgaristan’a geçince Rusçuk’ta otobüs arızalandı ancak bir saatte hallettiler. Varna’da turizm bürosunun önerdiği bir pansiyona gittik. Burada artık kültürel gezi yapmayı ve fotoğraf çekmeyi bırakıp dinlenerek vakit geçirdik. Denize gittik, kumsalda tembellik yaptık, kokteyl falan içtik. Varna’da denizle şehir arasında Deniz Parkı diye bir geniş park var, burada yüksek ağaçların yanı sıra, tenis kortları, yürüyüş, paten yolları var. Büyük bir şehir olmasına rağmen bu parkın sayesinde şehir merkezinde denize girilebiliyor. (İzmir Kordon’da denize giremezsiniz) AV içinde kumarhaneye girdik ve rulet masasına oturduk. 10 Leva’yla girdiğim oyunda bir süre sonra 5 Leva’ya kadar düşsem de azmedip 18 Leva’ya çıktım ve hemen çekildim oyundan. 8 Leva da olsa sonuçta kumarda kazanmış oldum. (demek ki 100le girsem 80 kazanacaktım, iyiymiş :)) Gece deniz kenarındaki mekanların birinde ünlü şarkıcı Preslava konseri vardı, girecektik ancak inanılmaz bir sıra vardı ve yorgunduk. Daha sakin bir yere oturduk.

 

26.08, Kırklareli – Edirne

 

Sabah yepyeni otobüse binip her koltukta tv, yiyecek – içecek servisi gibi hizmetleri görünce Türkiye’ye gittiğimizi anladık. Bulgaristan’ın daracık, hendekli dağ yollarından sonra Dereköy’den ülkemiz topraklarına girince kaymak gibi duble yolları da görünce fark daha net anlaşıldı. Türkiye’nin ekonomik durumu bu geçtiğimiz ülkelerin hiç biriyle kıyaslanamaz. Kırklareli’de Murat’la ayrıldıktan sonra Edirne’ye evime döndüm.

Kaynak: http://mesutozturk.net

 
Toplam blog
: 2
: 7084
Kayıt tarihi
: 09.10.12
 
 

23 yaşında İstanbul'da mimarlık öğrencisiyim. Seyahat blogu yazarıyım. http://mesutozturk.net ..