- Kategori
- Güncel
Balyoz ne yana düşer usta hukuk ne yana?

Balyoz Davasına ilişkin BM'nin kararı, "devlet aklı"nın boyutunu gösteriyor
Birleşmiş Milletler Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu, Türkiye’nin Balyoz sanıklarını yargılarken, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin keyfi tutuklama, adil yargılama ve savunma hakkına ilişkin maddelerini ihlal ettiğini açıkladı. Söz konusu Türkiye olunca göz altıların keyfi olmasının, savunma hakkının kutsallığının ve sonuçta da adil yargılanma hakkının, pek bir ütopik kaldığını zaten biliyoruz. Yakın tarihimiz, 12 Eylül yargılamalarının hemen tümünün benzer hikayeler ve bu hikayelerin sonucu oluşan suçsuz cezalardan oluştuğuna ilişkin sayısız davayı barındırıyor. Bu haksız ve keyfi davalar nedeniyle yapılan başvuruların sonucunda AİHM’in Türkiye’yi yüklü miktarda para cezasına mahkum ettiğini de biliyoruz.
Türkiye’nin geleneğinde var; suçlanan, aklanıp insan içine çıkmak istiyorsa suçsuz olduğunu ispat etmek zorunda bırakılıyor. Devlet adına çalışan görevliler, birini suçlarken delilleri orta yere koymak, o deliller üzerinden suç isnat etmek gibi kaygı taşımıyorlar. Gözleri kime ilişiyorsa, kimin iktidarın tekerine çomak sokmak istediğini düşünüyorlarsa onu gözaltına alıyorlar. Gözaltına alınan kişinin hangi delillerle suçlandığı sorusu akıllara gelmesin diye de, yazılı tarihimizin yüz karası konumunda bulunan “bir kısım medya”yı kullanıyorlar. Zaten epeydir, kalem oynatan konumunda bulunanların gazetecilik okullarında okumadıkları ve dolayısıyla gazeteciliğin temel kurallarından bihaber oldukları için kendilerine servis edilen her şeyi olduğu gibi kendilerinin kullanılmasına da gönüllü oluyorlar.
“Devlet aklı” niye böyle?
Bugün Ergenekon ve Balyoz olarak adlandırılan operasyonlar başlarken nasıl da umutlanmıştık. Güya devlet, “bağırsaklarını temizleyecek”ti! 12 Eylül darbesini, darbenin öncesinde ve sonrasında gerçekleşen nice faili meçhulü, bütün bir ülkeyi karanlığa mahkum eden devletin nasıl derinleştiğini ve bu derin devletin bütün yurttaşlara niçin kan kusturmak istediğini hepimiz merak etmiştik. Niçin köylülere dışkı yedirildiğini, Kemal Türkler’in niçin katledildiğini, İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin üzerine niçin bomba atıldığını, Piyangotepe’de pişpirik oynayan mahallelinin niçin tarandığını, Maraş katliamının nasıl planlandığını, Madımak’ta gerçekleştirilen vahşetin hangi hainliğin sonucu olduğunu artık öğrenelim istemiştik. Halen de merak ediyor; öğrenmek istiyoruz.
Meğer “devlet aklı”nın da bizimki gibi çalıştığını düşünmekle saflık yapmışız! Saf olduğumuzu, “devlet aklı”nın “toplumsal ortak akıl” gibi çalışmadığını, bir kez daha yaşayarak öğrendik. Ergenekon ve Balyoz davalarında da “devlet aklı”, Türkiye’nin devlet geleneğinden ayrılmadı ve muktedirin isteğine göre ilgili ilgisiz herkesi cezaevine tıktı. Gözaltıların keyfi, tutuklamaların rastgele, savunma hakkının hak getire cinsinden olduğu sıradan insanın çıplak gözüyle bile görülür oldu. Faili meçhullere bulaşanlarla Hükümet muhaliflerinin aynı fotoğrafa sıkıştırılmasının kanattığı vicdanlar, harekete geçti ve toplumun bu alanda AKP’ye verdiği destek sırra kadem bastı.
Birleşmiş Milletler Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu’nun Balyoz sanıklarına ilişkin aldığı karar da, durumun böyle olduğunu, keyfiliğin zihniyetten çıkıp “devlet aklı”na egemen olduğunu gösteriyor.
“Devlet aklı”nın keyfiliği, statü, pozisyon dinlemiyor. Balyoz sanıkları, kişisel tarihleri itibariyle toplumsal statüleri olan insanlar ve bu özellikleri nedeniyle diyelim ki ABD’de mesleğini icra eden ve insan hakları ihlalleri konusunda tanınan ünlü avukat Jared Genser’i tutabilecek ve davalarını Birleşmiş Milletler Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu’nun gündemine taşıyabilmişler.
Siz varın, statüleri, pozisyonları buna uygun olmayanların halini düşünün. 12 Eylül yargılamaları sırasında başına benzer şeyler gelmiş biri olarak, mesela ben, Mamak’ta, duvarlara, “Alevilere ölüm” yazdıkları iddiasıyla gözaltına alınıp, Başbakanın ağzından, üstelik sekiz-on TV kanalının canlı yayınıyla bütün Türkiye’ye teşhir edilen gencecik iki insanı düşünüyorum.
Kefen edebiyatı sizi de sıkmadı mı?
Son bir yıldır, bazı şehirlerde, Alevilerin çoğunlukla yaşadıkları mahallelerde, “Alevilere ölüm” şeklinde duvarlara yazı yazma “eylemi”nin Ankara’nın çeperi kabul edilen Mamak’a kadar gelip orada, Alevi kökenli iki genci bulmuş olmasını pek bir manidar buluyorum.
Polis kaynaklı, “yazanlar yakalandı, ikisi de Alevi” şeklinde yapılan açıklamanın ertesi günü gençlerin serbest bırakılmasına sevinmek mi lazım; önce karakola çağrılıp ifadeleri alınıp serbest bırakılan gençlerin ertesi günü sabahın beşinde evlerinin basılarak gözaltına alınmasındaki anlamsızlığa mı hayıflanmak lazım; yoksa geleneksel 12 Eylül taktiğiyle ve de Kenan Evren’in sıkça başvurduğu bir yönteme başvuran Başbakan Erdoğan tarafından bütün Türkiye’ye teşhir edilmelerine mi üzülmek lazım bilemedim!
“Kraldan çok kralcı” olan “bir kısım medya”dan öğrendik ki, bu gençler Gezi Parkı eylemlerine katılmışlar! Yani bir kez daha “dil ağrıyan dişe değmiş”! Velhasılı kelam, polis, yazıyı kimin yazdığını henüz bilmemekle beraber, Başbakanın da desteğiyle o iki genci yargısız infaza kurban etmekten çekinmemiş. Bize de yutkunmak düşmüş!
Bütün bu olup bitenler, bütün yakın tarihimiz, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin “kimsenin keyfi gözaltına alınıp, tutuklanamayacağını; herkesin bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından eşit ve âdil yargılanma hakkına sahip olduğunu; hakkında bir suçlama olan herkesin, savunması için gerekli tüm garantiler sağlanmış biçimde açık bir mahkemede suçluluğu ispat edilinceye kadar suçsuz sayılma hakkı olduğunu”nu belirten söz konusu üç maddesinin Türkiye’de “devlet aklı” tarafından hiçe sayıldığını gösteriyor. Sonra da Başbakan çıkıp, “biz bu yola kefenimizi giyerek çıktık” diye afili sözler ediyor.
Nedense gözümün önüne “ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün” sözü geliyor! Tuhaflık bende mi acaba?