Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Şubat '09

 
Kategori
Bilim
 

Banyan Ağacının Gölgesinde Oryantalist Rönesans

Banyan Ağacının Gölgesinde  Oryantalist Rönesans
 

 

Aslında herşey Asaf Halet Çelebi’nin şiiri ile başlamıştı, “Om Mani Padme Hum” Sanskrit dilinde duyduğum ilk cümleydi. Sonradan Sanskrit dili ile ilgilenmeme ve Hind tarihine merak sarmama neden olacak bir ilk cümle... “Om Mani Padme Hum” Budistler, bu mantrayı yüksek sesle üç kere, hissederek okuduklarında, zihinlerinin ve ruhlarının özgürleştiğine inanırlar. Yıllar sonra öğrendim ki, aslında kadim lisân olan Sanskrit’te, kelimelerin derinleştikçe değişen pek çok özel anlamı var. Bilginiz hangi seviyede ise kelimeyi oradan okuyup, anlıyor, oradan dile nüfus edebiliyorsunuz. Mesela, “Om Mani Padme Hum” mantrası, “Lotus çiçeğinin içindeki mücevheri selâmlarım” diye dilimize çevrilebilir. Sözlük anlamının ötesine geçtiğinizde asıl selâmlananın, insanın gerçek özü olduğunu farkediyorsunuz. Öze ulaşan insanın, “karanlık boşlukta parlayan şimşeğin aydınlığına benzeyen” bir aydınlıkla, arınarak kutsandığına inanılıyor. “Om Mani Padme Hum” mantrasının ilk hecesi “Om” üç harfin birleşimi; A,U,M. Bu harfler hem, saf olmayan bedeni, ifadeyi ve zihni hem de yeryüzü, gökyüzü ve gökkatlarından oluşan üç ayrı dünyayı simgeliyor. İnsanın saf bedene, ifadeye ve zihne ulaşması, tıpkı Sanskrit dilinde kelimelerin, anlamlarının kavranabilmesi gibi basamak basamak öğrenerek ve anlayarak yaşanan bir değişimin, dönüşümü. Mantranın diğer hecelerini takip ederek mânâ basamaklarını tırmanıyorsunuz; “Mani” fakirliği zenginliğe dönüştürecek değerli bir mücevhere benzetiliyor. Gerçek aydınlanmayı arzulayan zihin de bir mücevher gibi. İnsan, zihninin kendisine verilen en büyük zenginlik olduğunu farkettiğinde, karşılaştığı zorluklarla mücadele edecek gücü de keşfediyor.

“Lotus çiçeği” anlamına gelen “Padme” ise bilgeliğin sembolüdür. “Bilmek”, farkında olmayı sağlıyor. Bu bilgi, lotusa üstün bir ayrıcalık kazandırıyor. O çamurda yetişse de çamur onu kirletip, lekeliyemiyor. Karanlıkta köklenen çiçek, tıpkı büyüyen bir insan gibi, ışıkla gelişip, başını sudan çıkararak havaya ulaşır. Lotus yapraklarında geçmişin, şimdinin ve geleceğin bir arada yaşadığına inanılır çünki çoğu bitki çiçeklerini dökerken meyve verir, ancak lotus meyvesi olgunken çiçeklenir... Lotus yapraklarının üstündeki çiğ damlaları ve lotus tohumları insani arzularla kirlenmemiş hayatı, saflığı simgeler. Lotus çiçeği boşluğun anlamını bilerek boşlukta yaşar. İnsan da dünyanın içinde ama dünyadan uzak yaşayabilirse hayatın kargaşasının zarar veremeyeceği bir olgunluğa erişir.

Hum” ise hiçbirşey tarafından rahatsız edilmeyen, hareketsiz, dalgalanmayan bir bilinci sembolize ediyor. Orada mutlak uyum ve birlik sözkonusu. Om Mani Padme Hum ile anlatılmak istenilen insanın aydınlanmasının sırrının zaten kendi iç uzayında zaten varolduğudur. İşte bu yüzden Sanskrit dili, içinde muhteşem hazineleri içinde barındıran sınırsız bir ummana benziyor. Hangi gizli bilgilere talip olduğunuzu bilmeden “bir tek cümlenin” peşinde bu ummanda kaybolmak da mümkün.

KARŞILAŞTIRMALI DİL BİLİMİNİN TARİH ÖNCESİ

Dil ve dinle ilgileniyorsanız Sanskrit dilini ve Hind’i es geçmemeniz gerekir. Hind-Avrupa dil ailesininin en eski temsilcilerinden biri kabul edilen Sanskrit’in MÖ. 2 binli yıllardan öncesine dayandığı sanılıyor. (Bu arada MÖ. 3 bin, 5 bin gibi tarihlendirmelere ve asırlar önce yapılmış sınıflandırmalara hep biraz şüphe ile baktığımı, bu tür nitelemeleri iç huzuru ile “kesin bilgi” olarak kabul etmediğimi belirtmeliyim. Şu ana kadar aksini kanıtlayacak bir bilgi olmadığından filoloji tarihinin sınıflandırmasını esas kabul ediyoruz. Başlangıçta Hind-Avrupa dilleri arasında kurulan ve bulunduğu saptanan benzerlikler bu dilleri aynı aileden saymaya yeter miydi? Yoksa din ve karşılaştırmalı dilbilim çalışmalarını başlatan Avrupa, sözde âri atalarla kuracağı kan bağı ile soy kütüğünü ne kadar zengilleştirirse o kadar “asil” ve “köklü” sayılacağının hesabını mı yaptı, kimbilir?)

Hind dilbilimcisi Panini (M.Ö. IV. yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı tahmin ediliyor), bilinen en eski karşılaştırmalı dilbilim eserlerinden biri olan “Asthadhyayi” isimli kitabında , kendisinden önce Sanskrit dilinde yapılan çalışmaları özetleyip, Hindistan’da ki mevcut lehçe farklarını, kelimelerin yalnızca anlamlarını değil şekillerini, kök, ek, vurgu, tonlama gibi farklılıkları da incelemiş.[2] Diğer Hindli dilbilim uzmanı Yaska (Onun da M.Ö. IV. yy’da yaşadığı sanılıyor) ise Sanskrit köken bilim üzerinde yaptığı çalışmaları “Niruka” adlı çalışmasında toplamış. Bugün elde edilen tarihi kaynaklar gösteriyor M.Ö. V. ve IV. yüzyıl gibi, aklın alamayacağı kadar eski zamanlarda Hind’de, Panini ve Yaska gibi pekçok dilbilimcinin yetiştiği, Sanskrit dili üzerine eğitim veren dil okulları varmış.

3996 kelimeyi kök, ek, iç büküm, tonlama, vurgu, asıl gibi gruplara ayıran Panini, Hindistan'da varolan dialekt farklarına da dikkat ederek, şiirsel bir Sanskrit grameri hazırlamıştı. Sanskrit’in en köklü grameri olan Panini’nin kitabı, bu tarihten asırlar sonra Batı’da da dilbilim çalışmasının başlamasına vesile oldu ve bu tür çalışmaların sistematiğini anlatan bir şablon kitap olarak kullanıldı... Özetle, Batıda on sekizinci yüzyılın sonuna doğru ortaya çıkan karşılaştırmalı dilbiliminin atası M.Ö. IV. yüzyılda yaşamış bir Hindli dilbilimci.

DOĞU HİNDİSTAN ŞİRKETİ’NDEN MODERN ASYA TOPLULUĞU’NA KÜLTÜREL BİR SÖMÜRGE BİÇİMİ

Hind tarihine geçmişi sırlı bir aynadan bakmam mümkün. Adına “Oryantalizm” denen bu sırrı kazırken pek çok misyoner dilci ile karşılaşıyoruz. 1583-1588 yılları arasında Hindistan’da yaşayan İtalyan papaz Filipo Sasetti, Sanskrit dili hakkında Batı’ya ilk bilgi aktaranlardan biri. Onu takip eden Hollandalı misyoner W. Abraham Roger (1630-1647) ve Alman cizvit papaz (1681-1734) Johann Ernest Hanxleden ile Sanskrit dili ile ilgili çalışmaları sürdürüyorlar. Sır dökülürken karşımıza çıkacak isimlerden biri de Abraham Ankuetil Duperron. Hindistan’da sürdürdüğü çalışmalar sonunda Duperron, yalnızca Avesta’yı değil, 1777’de Upanişadlar’ı da Avrupa ile tanıştırıyor. Alman dilbilgini Franz Bopp (1791-1867), Sanskrit, Arapça, Farsça, Grekçe, Latince gibi pek çok dil arasında ortaklıkları araştırıyor. Özellikle İngiliz Hükümeti tarafından, Hindistan’a buradaki dinlerin ve dillerin tarihi ile ilgili araştırmalar yapmak üzere yollanan bu adamların mutlaka Doğu Hindistan Şirketi[3]’nde de “resmi” bir görevleri olduğundan “yarı-resmi” olarak sürdürdükleri misyonerlik çalışmalarını rahatlıkla sürdürebiliyorlardı. Aslında Hindistan tarihi açısından Batı’nın Oryantalizm yaklaşımını, Doğu Hindistan şirketi’nin 1782-1830 yılları arasındaki politikasını izleyerek takip etmek mümkün[4].

Vali Warren Hastings’in (1772-1785) şahsında kişiselleşen sömürgeci zihniyet bu işin kültürel anlamda nasıl şekillendiğinin de ipuçlarını veriyor. İngiliz Vali, Hind’in tarihi okyanusuna dalacak, buradaki batığı ve hazineleri, Batı’nın ayakları altına, talan etmek üzere serecek gözüpek dil dalgıçları aranıyor, Sanskrit dili gibi eski Hind’in çoğrafyasında asırlardan beri yaşattığı doğu dilleri ile ilgili çalışabilecek, tercüme yapabilecek kişilere finansal burslar ve destekler sağlanıyordu. 1784’te Londra açılan, daha sonra Paris, Berlin ve diğer yerlerde şubeleri olan ilk Modern Asya Topluluğu “Asiatic Society of Bengal” böyle kurulur. [5]

Bu topluluğun kurucularından Sir William Jones, Avrupa’da Sanskrit diline duyulan merakın neredeyse moda haline gelmesini sağladı.

Sanskrit dili ile ilgili sürdürülen bu çalışmalar ve çeviriler kuşkusuz, Platon’dan, Kant’a kadar pek çok batılı filozofun dünyaya bakışını değiştirdi. Doğu’dan yansıyan ışık batının üşüyen ruhuna ipekli bir Hind şalı örtmüş gibiydi. Batı Doğu’yu sömürürken, Doğu Batı’ya süt anneliği yaptı. Zaten sömürmek de “somurmak”, o da “emmek” fiilinden gelmiyor mu?

Sanskrit araştırmaları ile tanınan Raymond Schwab’ın, “İkinci Avrupa Rönesansı”[6] dediği hareket Hindistan’an Avrupa’ya ulaşan bu uzun soluklu rüzgârın marifetiydi. Köklerinden dallarından koparılıp başka iklimlere yollanan Banyan Ağacı[7], batıda artık başka bir ağaçtı. Adı, türü, rengi, herşeyi ile aslının kötü bir kopyasıydı ama bu kopya bile dalllarına tutunabilenleri yeni dünyalara taşımaya yetecekti. Doğu o günden itibaren dallarından ve kökünden sökülmüş koca bir banyan ağacının boşluğu ile ıssızlaştı. Doğulu ise bu boşluğu daima içinde hissederek yaşamaya alışacak, alıştırılacaktı. Bu “sözde” karşılıklı kültürel temas, “sözde”ıslah etme çalışmaları, “Hinduizmin modernleşmesi” adı altında, hükümet destekli eğitim kurumlarında devam etti.

Hindistandaki “Sömürgecilik ve Eğitim” çalışmalarını anlatan Kopf “Genel Vali Wellesley’in 1800’de kurduğu Ford William Koleji, Oryantalist kuruluşların en önde gelenlerinden idi. Şirkete eleman yetiştiren bu merkez, Bengal rönesansı denen şeyin hızlandırılması ile kurulmuş ilk ve en ciddi cemiyet idi. Kolejin asıl önemi pek çok tarihçinin gözünden kaçtı; bunu sebebi de muhtemelen, kolejin, kendi kolonyal ihtiyaçlarını karşılamak için yabancılar tarafından kurulmuş olması idi. Ben, bir kolej düşüncesini ilk olarak tasavvur eden Deen Wellesley’in ya da bunu kabul eden yöneticiler meclisinin, şirket gelirlerini, bir Hindistan uyanışı ihdas etmek için kullanmaya her zaman mütemayil olduğunu kesinlikle iddia etmiyorum. Fakat bütün tarihçiler bilir ki, amaçlar ve maksatlar, gayeler ve düzenlemelerin sonuçlarına ilişkin fiili sosyo-kültürel etkileri bil-mecburiye yansıtmaz”[8] dese de<ı> hiç şüphesiz “Ford William Koleji” gibi “Kalküta Okul Kitapları Topluluğu” gibi yerler “Ahlaki görevlerin aşılanması” konulu eserlere izin verirken, tüm dini kitapları yasaklıyordu. Hindli’nin neyi ne kadar ve nasıl okuyacağına Batılı karar veriyor, bu bilgiyi de “kullanışlı bilgi” adı altında empoze ediyordu. Sanskrit dili ve edebiyatına ait yüzden fazla eser bu arada basıldı. Tam 11.335 matbu ve el yazması eserle kolej kütüphanesi zenginleştirildi kataloglanmaya başlandı[9]

Bu çalışmaların neticesinde 23 Ekim 1818’de Hindistan’ın ilk halk kütüphanesi açılacak büyük bir hız ve yoğunlukla Hindistan klâsikleri hızla Batı dillerine çevrilmeye devam edecekti. Yeni harf çeviri şemaları bulunduktan sonra, Batı’nın daha önce adını bile duymadığı diller sistematize edilerek sözlükler derlenecek adeta bir tür dil laboratuvarı kurulacaktı. Asya Topluluğu, kolej hepsinin kurucuları zaten ortak isimlerdi ve “süt annenin göğüslerinde” bir damla süt kalmayıncaya kadar emmeye devam edilecekti.

BANYAN’IN BATI’DAKİ EVRİMİ

Batı’ya taşınan Banyan ağacı, toprağından koparılmış, köklerinden uzaklaşmış bir kaç kuru daldan ibaretti. Taşındığı iklimin şartları yaşamasına uygun değildi. Önce budandı sonra aşılandı ve neredeyse laboratuvar ortamında yeniden yayıldı. Eski haline pek benzemese de yaprakları hâlâ Sanskrit dualarla titreşiyor gibiydi.

O günden sonra Batı, Doğu’ya hep bu aşılı ağacın dalları arasından ve epey uzak mesafeden bakacaktı. Doğu, hayvanların bilgece konuştuğu, Tanrı ve Tanrıçaların uçuştuğu büyüleyici bir bir masal ülkesiydi Batı için. Tütsüler ve ilâhiler eşliğinde o ağacın altında insanın zihnini ve ruhunu yıkayan masallar dinlendi ve Batılı aydın her seferinde yeniden büyülendi.

Sanskrit edebiyatına ait üç eser, Mahabharata, Bhagavad Gita ve Upanishadlar bile tek başlarına bu etkiyi yaratmaya yetmiş olmalı.

” <ı>Benden , hangi göğün altında insan zihninin değerli yeteneklerini en zengin biçimde geliştirdiğini , hayatın en büyük sorunlarını en derin bir tarzda araştırdığını ve hiç olmazsa bir kısmı için hatta Eflatun ve Kant’ı incelemiş olanların bile hayran kalacakları çözümler bulunduğunu soracak olsalardı, Hindistanı anardım. Ve yine benden , hangi edebiyatın bize özgü Yunan ve Roma düşüncesiyle ve onların Semitik kökeninde yaşamış olan biz Avrupalara iç hayatımızı daha yetkin , daha anlayışlı , daha evrensel , kısaca insani biçimlendirmek için sadece bu hayatta değil , aynı zamanda değiştirilmiş ve ebedi bir hayatta zorunlu dengeyi verebileceği sorulsaydı, yine Hindistan derdim” [10]<ı> sözleriyle Hind’e hayranlığını anlatan, Sanskrit dili ve edebiyatı ile gözü kamaşanlardan biri de Oxford Üniversitesi Profesörü ve Münih Kraliyet Akademisi Üyesi Max Müllerdi. Batılıların Hind düşünürlerin MÖ 700 yıllarında ulaştıkları dört yol ağzına geldiklerini farkeden Müller, Batılı âlimin Doğu bilgeliğinin kavramlarıyla ve sembolleriyle karşılaşınca duyduğu şaşkınlığın, heyacanın hatta tedirginliğin temelinde bu geri kalmışlık olduğunu düşünüyordu. Öte yandan, Aryanizm’in kurucusu ve savunucusu olan Müller, daha sonra çok geri adım atmaya çalışsa da Hitler’e malzeme olacak “Ari Irk” kurmacasının teorisyeni de sayılacaktı. Sanskrit edebiyatına ait dini metinleri çevirirken “dinbilimi” kavramını da temellendirmeye çalışan Müller “karşılaştırmalı dinler tarihinin”, “karşılaştırmalı diller tarihi” ile mümkün olabileceğini savunarak, 1897'de Stockholm'de ilk Din Bili­mi (Religionswissenschaft) kongresi bu düşünceler ışığında toplayacaktı. Bu tarihten sonra Paris, Brüksel, Roma üniversitelerinde dinler tarihi üniversitelerin ders programları içinde yer aldı. Batı’nın havası değişmekteydi...

 


[1]
29 Aralık 1907’de doğan A.saf Halet Çelebi, 15 Ekim 1958’de öldü. “Om Mani Padme Hum”, aynı isimle bir şiir yazan şairin 1953’te Yeditepe yayınlarından çıkan şiir kitabının da adıdır.

[2] Dihhudâ, Ali Ekber, Luğatnâme, Tahran, 1346 hş., I, s.16.

Ayrıca, Joseph E. Schwartzberg, Historical Atlas of South Asia, Chicago, 1978, III B.2 (b), Pannini’nin Asthadhyayi isimli kitabına dayandırılarak Srisa Chandra Vasu, tarafından 8 bölümü, Allahabad 1891-98 hazırlandı, 1962’de yeniden baskısı ise Agarwal Vasudera Sharma, India as known to Panini adıyla yapıldı.

[3] Doğu Hindistan Şirketi, İngiliz sömürge politikası kapsamında 1600'de, Hindistan, Çin ve öteki Asya ülkelerinde kurulmuş, 1833'de statüsünü, şirketin tekel hakkını Hindistan'ın yönetimi ile sınırladı. Şirket 1858'de tasfiye edildi

[4] A. M. Davies, Strange Destiny: A Biograhpy of Warren Hastings , New York, 1935, s. 61-62, bu raporda Hastings’den Önce, Doğu Hindistan Şirketi memurlarının Bengal’de yaşadıkları kaosa ait detayları bulmak mümkün

[5] D. Kopf, British Orientalism and the Bengal Renaissance, Berkeley, 1969, s. 22

[6] Ratmond Schwab, La Renaissance orientale, (Paris, 1950)

[7] Daha çok Hindistan ve Güneydoğu Asya'da yetişen Banyan ağacının dalları yere sarkıp toprağı deler ve dallardan yeni bir gövde ortaya çıkar. Tek bir ağacın onlarca gövdesi olabilir ve tek bir ağaç küçük bir koruluk oluşturabilir. Banyan ağacı öyle rahat yayılır ki yakınındaki ağaçları ve binaları tamamen kaplayıp yok edebilir. Ölümsüzlüğü simgeleyen Banyan aynı zamanda Yaşam Ağacı olarak da bilinir. Budha "ben banyan ağacıyım" dediği için kutsal sayılır.

[8] David Kopf, Oryantalizm ve Hindistan’ın Okumuş Elit Sınıfı, “Haz: Philip G. Altbach Gail P. Kelly, Çev: İbrahim Kalın, İnsan Yayınları, 1991, s.37

[9] British Museum Library, Londan, Official Papers, Preceedings of The College of Ford William, C. Buchanan (London, 1805) s. 156 ayrıca, Hastings, Kopfun British Orientalism,s.187

[10] Max Müller, History of Sanskrit Literature, Williams and Nortgate, London, 1860

 
Toplam blog
: 96
: 1137
Kayıt tarihi
: 28.03.07
 
 

 Hacettepe Üniversitesi mezunu, nörobilimden psikolojiye disiplinlerarası eğitime hevesli bir Türko..