Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Kasım '13

 
Kategori
Siyaset
 

Başbakan Erdoğan 'Kadıköy vapuru' yerine Milliyet Blog'u 'dikizlemiş' olabilir mi?

Başbakan Erdoğan 'Kadıköy vapuru' yerine Milliyet Blog'u 'dikizlemiş' olabilir mi?
 

Kılıçdaroğlu'nun geçtiğimiz günlerde Başbakan Erdoğan için söylediği "Dolmabahçe'de oturup Kadıköy vapurundaki kadınları dikizliyor" sözleri, geçmiş olaylardan bağımsız olarak düşünüldüğünde insana çok yersiz ve seviyesiz gelebilir.

Nitekim bu sözlerin hemen akabinde, Hüseyin Çelik ve Bekir Bozdağ gibi AK Parti yetkilileri tarafından Kılıçdaroğlu aleyhine çok ağır eleştiriler yapıldı. Eminim halk da bu sözleri yadırgamıştır. Ben kendi çevremden bir kaç kişinin "Bu ne biçim laftır, hiç bir lidere bunları söylemek yakışır mı?" şeklinde çıkışlar duydum.

Erdoğan ise avukatlarına Kılıçdaroğlu aleyhine100 bin liralık manevi tazminat davası açmaları için talimat verdi.

Bir anamuhalefet partisi lideri, ülkeyi 11 yıla yakın bir süre yönetmiş bir başbakan hakkında nasıl böyle sokak ağzıyla konuşabilirdi. Bir taraftan iktidar özlemiyle yanıp tutuşurken ve bu amaçla her hareketini tam bir oy avcılığına kilitlerken diğer taraftan nasıl oluyordu da halkın kesin tepkisini çekecek ve kendisini küçük düşürtecek böyle basit bir hata yapabilirdi?

Oysa bu olayın bir geçmişi, bir bekrauntu vardı...

Her şey Erdoğan'ın Hazıran 2013 başlarında yaptığı ve benim de atladığım bir konuşmayla başlamıştı. Erdoğan'ın bu konuşmasında kullandığı bazı sözlerini Ertuğrul Özkök 4 Hazıran 2013 günü Hürriyet gazetesindeki köşesine taşımış ve 'O vapurdan Tansu da inebilirdi' başlığıyla bir yazı yazmıştı. Özkök'ün Tansu' dan kastı kendi eşi olmalıydı. Bu şekilde olayı kişiselleştirmiş ve iktidara eleştiri noktasında gazetecilikten çok öte bir siyasi figür olarak davranma alışkanlığına kendince bir meşruiyet getirmişti. Kadıköy vapurundan kendi eşinin inme ihtimali olmasaydı eğer, Özkök bu yazıyı yazmayacak mıydı yani?

Özkök'ün yazısına konu olan Erdoğan'ın sözleri yaşam tarzına müdahale ile ilgiliydi.

Erdoğan bu sözleri tam da Gezi olaylarının 'yeşili koruma'dan çıkıp; alkol, sıgara yasağı, üç çocuk dayatması gibi yaşam tarzına müdahale noktasında yurt çapında büyük bir toplumsal muhalefete dönüştüğü bir ortamda söylemişti.

Özkök'ün keskin kalemiyle dramatize ettiği bu sözler tartışmaları daha da alevlendirmişti. Bu tartışmanın menşeini araştırdığımda Özkök'ün yazısına ulaşmış ve bu şekilde Başbakan'ın ilgili sözlerini öğrenebilmiştim.

Özkök'ün yazısından rol çalan Kılıçdaroğlu da o tarihte Erdoğan'a demediğini bırakmamıştı.

Yani Kılıçdaroğlu, Kadıköy vapurundaki kadınlarla ilgili ilk defa ve durup dururken konuşmamıştı.

Antiparantez Özkök'ün durumunu sorgulayacak olursak; o bir gazeteci olarak değil, tam bir muhalif siyasi parti lideri gibi davranıyor. Ama çok kurnaz ve  tam da olması gerektiği gibi. Önce iktidarın herkesçe takdir edilen ve inkâr edilmesi imkânsız olan hizmetlerine övgüler düzüyor, bu şekilde kendisinin tarafsız ve objektif biri olduğuna insanları inandırmak için sureti haktan gözüküyor ve sonra da boğa karşısındaki mahir bir matador kıvraklığıyla mızrağını tam da can alıcı hedefe saplıyor.  Özkök'ün başlangıçtaki övgülerinin matadorun boğayı kandırmak için elinde tuttuğu kırmızı bezden farkı yok. 

Özkök bu şekilde Erdoğan'a oy vermiş olan kişileri de etkilemeye çalışıyor. Oysa Kılıçdaroğlu'nun da büyük bir taklit yeteneğiyle uygulamaya çalıştığı geleneksel siyasetimizde iktidarın her akı kara, her karası da aktır. Bu siyaset tarzı kemikleşmiş tabanı yerinde tutar ama; esas seçim sonuçlarını belirleyen fanatik olmayan geniş kitleye güvensizlik aşılar. Onun için Kılıçdaroğlu Özkök yazılarını okuyup muhalefet taktikleri belirlerken, Özkök'ün başlangıç bölümünde yazdıklarını da söylemlerine katması gerekiyor.

Esas konumuza dönecek olursak, Özkök'ün tartışmaların merkezinde yer alan 4 Hazıran 2013 tarihli yazısını okuduğumda, doğrusunu söylemem gerekirse, çok şaşırdım. Çünkü Özkök, Erdoğan'ı eleştirdiği konuşmasıyla ilgili iki alıntı yapmıştı ve bu iki alıntı da benim 15 Hazıran 2008 tarihinde Milliyet Blog'da  yazdığım "Şikayetçiyim hakim bey: İktidar yaşam tarzımı değiştirdi" başlıklı yazımda geçen olaylarla tıpa tıp aynıydı.

Hatırlarsınız; Cumhuriyet Mitingleri, e-muhtıra, 367 kararı ve  yeni cumhurbaşkanının seçilememesi gibi gerilimli olaylardan sonra erken seçim kararı alınmış, 22 Temmuz 2007'de yapılan genel seçimde Ak Parti oylarını %46,58'e çıkarmış, bu seçimde yeniden Meclis'e giren MHP'nin desteğiyle de Ağustos 2007'de Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçilmiş ve hemen akabinde gerçekleşen 30 Ağustos resepsiyonunda da askerle siyasi iktidar arasındaki buzlar erimişti. 

Tam da "Türkiye normalleşti" diyorduk ki, Eylül 2007'de Hürriyet gazetesi yazarlarından Ayşe Arman'ın ünlü Sosyal Bilimcimiz Şerif Mardin'le yaptığı röportaj gündeme bomba gibi düşmüştü. Başlık ve sunuş o kadar ajite ediciydi ki, bizzat sözlerin sahibi Mardin Hoca'nın sonradan yaptığı açıklamalardan anlıyoruz ki, o bile kendi sözlerine yabancı kalmıştı! Mardin Hoca röportajında sorulan sorulara cevap vermiş ve bu kapsamda sosyolojik bir gerçek olan 'Mahalle Baskısı'na da değinmişti. Bu, Mardin Hoca'nın, üniversitelerde türbanın serbest kalması halinde mahalle baskısı olacağını ve başı açık öğrencilerin bile ileride başlarını örtmek zorunda kalacaklarını,  bunun üniversitelerle de sınırlı kalmayıp toplumun her alanına yayılacağını söylediği şeklinde yorumlandı. 

Oysa aynı röportajda Mardin Hoca, üniversitelerdeki türban yasağının kaldırılması gerektiğini söylemişti. Hoca'nın bu sözleri satır aralarında gizlenmeye çalışılmıştı.

Bir merkez medyanın fişeklemesiyle Türkiye yeniden gerilim ortamına sürüklenmişti. Yine bazı köşe yazarları, güya kendilerinin bizatihi yaşadıkları ilginç hikâyeleri  anlatarak olayı iyice ajite etmişlerdi. Türkiye akşamdan sabaha, türbana da değil; çarşafa, sarığa, cübbeye bürünmüştü. Aslında çarşafa, sarığa, cübbeye bürünen Türkiye değil, bazı medya organlarının sayfalarıydı. Milliyet Blog sayfaları da bu furyadan nasibini almıştı.

İyi organize edilmiş bir psikolojik harekât içerisinde olduğumuz çok açıktı. 22 Temmuz seçimlerinde hüsrana uğrayanlar bu yolu seçmişlerdi.

Tam tartışmalar soğuyordu ki, dönemin ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Halbrooke'un, "Türkiye ve Malezya 'Ilımlı İslâm'a örnektir" mealindeki açıklaması geldi ve Türkiye yeniden alevlendi. Sözüm ona Türkiye nasıl bir evrim geçirecek diye yine bazı medya organları ta Malezya'ya kadar gazeteciler gönderdiler ve bununla ilgili oradan gönderilen yazıları ve anlatılan ilginç olayları günlerce yayımladılar. Oysa Malezya'dan hiçbir gazeteci Türkiye'ye gelmemişti. Bu sözlerin sahibi Halbrooke da daha sonra bizzat Erdoğan'dan özür dilemişti.

Bu maya da tutmamıştı. Sonra bugün CHP milletvekili olan Binnaz Toprak Hoca'nın TESEV için yaptığı araştırma gündeme geldi. Bu araştırmaya göre de mahalle baskısı konusunda toplumda korku varmış. Oysa bu araştırmada denekler azınlık ve alevi vatandaşlardan seçilmişti.

2008 başlarında ise MHP'nin ön girişimiyle üniversitelerdeki türban yasağı Anayasa'da yapılan bir değişiklikle kaldırıldı.

Bu son noktaydı. Artık Ak Parti aleyhine kapatma davası açılabilirdi. Refah Partisi'ni kapattıran ve 'Militan Demokrasi' kitabını yazan Vural Savaş, AK Parti'nin kapatılma gerekçeleriyle ilgili de  'AKP çoktan kapatılmalıydı' adlı yeni bir kitap yazdı ve "Daha ne bekliyorsun" dercesine dönemin Yargıtay Cumhuryet Başsavcısına yani kendi ikinci halefine göndermede bulundu.

Ve dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya da durumdan vazife çıkartarak Ak Parti aleyhine bir iddianame hazırladı. Bu iddianameyi Anayasa Mahkemesine 14 Mart 2008'de sundu.

İddianame sunulur sunulmaz Ertuğrul Özkök'ün genel yayın yönetmenliğini yaptığı Hürriyet gazetesi manşetinde Anayasa Mahkemesi'nin üye kompozisyonu ve hangi cumhurbaşkanı tarafından atandıkları ile ilgili bir tablo yer aldı. Bu tabloya göre Ak Parti'nin kapatılacağı kesindi. Hemen hemen herkes de aynı görüşteydi.

Türkiye 28 Şubat sürecini, bu defa asker olmadan, tam da Vural Savaş'ın Militan Demokrasi kavramıyla tarif ettiği şekilde yüksek yargı kanalıyla yaşayacaktı. 

Ak Parti'nin hizmet noktasında bir kusurunu bulamamışlardı. Zaten bu konuda kusuru olsaydı bir yıl önce yapılan genel seçimlerde halk tarafından cezalandırılırdı. Ak Parti'ye ideolojik kusur bulunmuştu. Buna göre Ak Parti Türkiye'nin yaşam tarzını değiştirecekti. Halk bu konuda ikna olmadığından bu görevi yargı yerine getirecekti.

Böyle bir süreçte eşimle birlikte İstanbul caddelerinde yaptığımız bir gezide gördüklerimi ironik bir üslupla yukarıda bahsettiğim yazıma aktardım. Ak Parti 6 yıldır iktidardaydı ama o gün ben yaşam tarzımızda iddia edildiği şekilde en ufak bir değişim gözleyememiştim. Değişim tam aksi istikametteydi.

Gezi olayları da başlangıçta yeşili koruma adına başlamıştı ama kısa bir süre sonra yaşam tarzına müdahale şekline dönüşmüştü. Yani tarih tekerrür ediyordu. Mısır'ın 'Tahrir'i 'Taksim'de denenmek isteniyordu.

Erdoğan'ın Özkök'ün yazısına konu olan ve yaşam tarzına müdahale olarak algılanabilecek o sözleri tam da bu ortamda söylemesi çok mantıksızdı. Bu, kendi ayağına kurşun sıkmaktan farksızdı. Giriş bölümünde Kılıçdaroğlu'nun sözleriyle ilgili yazdıklarımın aynısı Erdoğan için de geçerliydi. Erdoğan da durup dururken o sözleri söylemiş olamazdı.

Acaba yaşam tarzıyla ilgili tartışmalar yeniden ortaya çıkmışken benim bu konuyla ilgili 5 yıl önce yazdıklarım bir şekilde Erdoğan'a ulaşmış olabilir miydi? Ve yine acaba Erdoğan benim yazımı okuduktan sonra "Bu kadar da olmaz" diyerekten mi o sözleri sarfetmişti?

Şimdi Özkök'ün yazısından alıntıladığım Erdoğan'a ait sözleri ve peşinden de benim yazımdaki ilgili bölümleri sunuyorum.

Özkök'ün  'O vapurdan Tansu da inebilirdi' başlıklı yazısından:

Diyor ki:

"Birbiriyle bankta yan yana oturmak. Siz bunu saygıyla karşılayabilirsiniz. Tayyip Erdoğan olarak ben karşılamam. Ben inanıyorum ki, bu toplumun içinde çoğunluğu da karşılamaz"...

Diyor ki:

"Kadköy vapurundan inenleri görüyorum. Bunlar benim değerlerimle uyuşan şeyler değil"...

Şimdi de benim MB'de yayında olan 'Şikâyetçiyim hakim bey: İktidar yaşam tarzımı değiştirdi" (1) başlıklı yazımdan: 

"...Derken Fındıklı durağına geldik. Denizle yol arasındaki genişçe alan park haline getirilmiş. İnsanlar banklarda oturmuş serinleniyorlar. Güzel bir manzara, hoşuma gitti. Dikkatlice bakayım dedim, bakmaz olaydım. Kızlar oğlanlar birbirlerine sarılmışlar. Ne yapıyorlar acaba? Çok sakıncalı bir durum çook!

Neyse Fındıklı'yı da geçtik. Derken Kabataj durağına geldik. Burada ineceğiz ve Tarabya otobüsüne bineceğiz. Saat akşamın 7'si; trafiğin en yoğun olduğu saat. İskelesi sebebiyle zaten yoğun insan trafiği olan Kabataj durağı metro sebebiyle de iyice yoğunlaşmış. Tahminen 50 m. uzunluğundaki durak alanı yola da taşmış şekilde tıklım tıklım insanla dolu. Genç kızların, delikanlıların cep telefonları ellerinde. Kimisi mesaj çekiyor, kimisi konuşuyor. Hele bir genç kızımız vardı ki; o kalabalıkta kendisine boş bir alan yaratmış, telefon kulağında, dünyadan bihaber, bir ileri bir geri gidip geliyor! Belli ki; gençlerimiz trafik sebebiyle geç kalacaklarını ailelerine haber veriyorlar!

20 dakika, bilemedin yarım saatte mutlaka gelmesi gereken otobüsümüz 1 saat oldu hala gelmedi. Sıkıldım. Eşimi durakta bırakıp kalabalığın dışına doğru yürüdüm. Metro girişinin olduğu yere geldim. Benim gibi kalabalıktan sıkıldığı anlaşılan bir bayan metronun girişinde beton yükseltiye oturmuş cep telefonuyla oynuyor. Birden iskeleden bize doğru bir insan selinin gelmekte olduğunu farkettim. Vapur yükünü boşaltmıştı. Modern giyimli baylar bayanlar koşar adımlarla metro girişine ve durağa doğru geliyorlardı. İnanın bir anda kendimi Paris caddelerinde hissettim. İçlerinden bir kıza gözüm takıldı. 20- 30 yaş arasındaydı. Altta mini sayılabilecek bir etek, üste yakası oldukça açık bir gömlek. Gömleğin üst düğmesi açılmış, farkında olmaması mümkün değil. Yürürken neredeyse göğüslerinin tamamına yakını gözüküyor. O hızlı yürüyüşüyle, sıcaktan bunalmış haliyle ve de o kıyafetiyle o kızı tenha bir yerde görseniz Nuri Alço'nun elinden son anda kurtulmuş kaçıyor sanırsınız.

Ben hala yolda gördüğüm o türbanlı kızla kendimi avutmaya çalışıyorum. Bir tane daha görsem çok rahatlayacağım ama yok. Kurumuşlar sanki...

"Durduk yerde günaha giriyorum, ben en iyisi eşimin yanına gideyim" dedim. Duraktaki oturanlardan ikisi kalktı, eşimle birlikte yanyana oturduk. Aksilikler hep beni takip ediyor. Hani derler ya; işin bir ters gitmeye başlarsa akşama kadar devam eder diye. Olacak gibi değil. Hemen önümüzde üç tane yetişkin kız arkadaş yüzleri bize doğru aralarında konuşuyorlardı. Üçü de bir anda gözleri faltaşı gibi açılmış bir halde, hortlak görmüş gibi şaşkın şaşkın benim başımın üzerinde bir noktaya bakmaya başladılar. Hayır, bana baksalar şaşırmayacağım. Ne de olsa çirkinlikte üstüme yok. Ama üst tarafıma bakıyorlardı. Arkamda durağın kalın şeffaf camı vardı. Onun da arkası oto parktı. Kızların ne gördüklerini merakla gayri ihtiyari kafamı çevirerek arkaya baktım. Bakar bakmaz ben de afalladım. O mahşeri kalabalıkta 20 yaşlarında bir kız ve bir oğlan dudak dudağa öpüşüyorlardı...

Daha önceleri parklarda, meydanlarda hippy kılıklı türistlerin öpüştüklerini görmüştüm ama böylesini hiç görmemiştim. Hem yer çok münasebetsizdi hem de aktörleri %100 Türk Malı idi.

Ve ben artık emin oldum ve anladım ki; söylenenlerin hepsi doğruymuş...

Bu iktidar bizim yaşam tarzımızı çok değiştirmiş çook...

Yalvarıyorum hakim bey, lütfen bizi bu iktidardan kurtarın artık...

Not: Rüya dışındaki tüm olaylar gerçektir."

Ben Özkök'ün yazısındaki Erdoğan'ın sözlerini okuduğumda çok şaşırmıştım ama yine de tesadüf olabilir diye düşünmüştüm. Kabataj durağındaki iskelenin adının 'Kadıköy-Adalar' olduğuna hiç dikkat etmemiştim ve bilmiyordum. Bu tartışmalardan bir kaç ay sonra yine aynı yere geldiğimde fark ettim ve kendimce artık emin oldum.Yani ben de bilmeden Kadıköy vapurundan bahsetmiştim ve bu vapurdan inen bir kadını tarif etmiştim. Kılıçdaroğlu'nun dikizlemeyle biten o sözleri Erdoğan'ın aylar önce söylediği sözleri olmadan ne kadar anlamsızsa, Erdoğan'ın sözleri de benim yazımdaki anlattıklarım olmadan o kadar anlamsızdır. Yani banklarda erkek bayan yan  yana oturamayacak mı? Erdoğan için bu mu sakıncalı? Kendisi hiç oturmamış mı? Yine aynı şekilde Kadıköy vapurundaki bütün bayanlar mı sakıncalı? Diğer vapurlarda da bu türden sakıncalı kadın yok mu?

Bütün bu saçmalıklar benim yazımla birlikte yorumlandığında ancak bir anlam kazanıyor.

Erdoğan'ın Kadıköy vapurunu değil, Milliyet Blog'u dikizlediğini düşünüyorum. 

(1)http://blog.milliyet.com.tr/sikayetciyim-hakim-bey--iktidar-yasam-tarzimi-degistirdi---/Blog/?BlogNo=114756&ref=fblike

Not: 5 yıl önce Kabataş durağı bugünkünden farklıydı. Benim yazımda otopark olarak tarif ettiğim yer duraklara katılarak durak iskeleye doğru genişletilmiştir.

03 Kasım 2013

Hasan Basri Özgen

 
Toplam blog
: 337
: 4184
Kayıt tarihi
: 03.08.07
 
 

Hukukçuyum... Hukukun üstünlüğünün ve hukukçunun saygınlığının ülkemde gelişmesini ve kalıcı olma..