Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Mayıs '16

 
Kategori
Siyaset
 

Başkanlık sistemi ile Türkiye nereye gidiyor

Başkanlık sistemi ile Türkiye nereye gidiyor
 

Anadolu'da Selçuklu ve Osmanlı ile başlayan sözde Türk devlet ve İmparatorluklarının gerçek tarihine bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti'nin iyi bir yöne gitmeyeceğini tahmin etmek güç değildir. Bu düşünceyi doğuran nedenlerse, yaşanan şu tarihsel olaylardır.

M.S. 850 yıllarından itibaren Müslümanlığı kabul eden Büyük Şelçuklu Türk Boyları, geri dönülmez bir yola girmişlerdir. Böylece İslamiyetin kabulü ve atlı savaşçı teknikleriyle Arapların güven ve taktirini kazandıktan sonra, kendi adlarına İslam toplumu ve bölgeler oluşturmaya hak kazanmışlardır.

Selçuklular bunu yaparken her şeyden önce kendi Anadili olan Türkçey'i ve Şamanist Din kültürlerini bırakarak, Arap İslam din kültürü ve Farça'yı Anadil olarak kabul etmekle devlet olmaya başlamışlardır.

Aynı yolu takip eden Anadolu Selçuklu ve Osmanlı bu defa, Arap İslam dinin yanında Arapçayı resmi İmparatorluk dili yapmakla, İslam Halifeliğine yükselmiştir. Ve bunun da çok büyük bir onurmuş gibi gururlanarak anlatılması, Türk ulusal yapısının ne kadar büyük bir karmaşa ve bilinmezliğin içerisine düştüğünü göstermeye yetmektedir.

Çünkü dünyada kendi kendini asimile eden tek anlayış, Müslüman Selçuklular ve Osmanlı'nın dışında başka bir örnek bulunmamaktadır. Ve Osmanlı'nın takipçileri de bununla ne kadar övünseler azdır.

Osmanlı bu kendi özünden kaçışı gerçekleştirmek için önce, öz kardeşleri olan Türkmen, Yörük, Çepni. Kıpçak, Peçenek ve Tahtacılara saldırarak, yabacının yapmadığı katliam ve baskıları, Selçuklu ve Osmanlı yapmıştır.

Özellikle Osmanlı; baskı ve katliamlarla Türklüğü ve Türkçeyi unutturamayacağını anlayınca, bu defa ikinci bir yöntemi devreye sokmuştur.

Balkanlardan devşirdiği ve de Rus Çarı'nın baskısından kaçan insanları Müslümanlaştırarak, Anadolu'da İslami bir çoğunluk meydana getirilmiştir. Bu halkların hepsi daha önce Hıristiyan olduklarından, bazıları Müslümanlaşmamak için ciddi direnişler de göstermişlerdir.

Osmanlı bunun da çaresini, 1498 yılında Kızılbaş Alevileri yenik duruma düşürdükten sonra, Kızılbaşların Piri olan Hünkar Bektaşı Veli'nin Adını ve kültürünü kullanarak, Bektaişilik adıyla yozlaştırılmış bir İslam Tarikatını devreye sokmuştur.

Böylece Alevilikteki hümanist ve hoş görülülüğü Müslümalıkmış gibi gösterip, Gayri Müslimlerin çoğunu İslamlaştırmayı başatmıştır.

Bugün Türkiye'de yaşayıp, kendisine Türk ve Müslümanım deyip din ve ırk milliyetçiliği yapanların büyük bir kesimi Türk kökeninden gelemeyen halklardır.

Çünkü dünyanın her ülkesinde, istisnalar haricinde din ve ırk milliyetçisi olanların büyük bir çoğunluğu, farklı etnik yapıdan gelen kişi ve halklardan oluşmaktadır.

Bu anlayışa sahip kitleler eğer ki, çağdaş ve demokratik bir ülkede yaşamıyorlarsa, mevcut yapılarıyla sürekli her gelenin rahatlıkla istediği yöne savurduğu bir kitle durumundadırlar.

Onun içindir ki, bu yapı, ne tam olarak Arap, ne Türk ne de kendi öz etnik yapılarına benzemeyen, daha doğrusu ne oldukları belli olmayan Devşirme bir anlayıştır. Ve böylece çakma ve çarpık bir müslümanlıkla, diğer tüm kültürler dejenere edilmiştir. Bilim de bunun adı ise Hiçliktir. (Nihilizm)

İşte 1923 te kurulan Türkiye Cumhuriyeti böyle bir Hiçliğin ve de yozlaşmanın içerisinden çıkarak var olmaya çalışmıştır.

İfade edilen ortamda, Cumhuriyet'in kurucusu Mustafa Kemal Ataütk, Modern ve Laik bir devlet kurma yolunda göstermiş olduğu çaba ve devletin resmi dilini Türkçe yapması, en büyük başarısıdır.

Ancak gerek Mustafa Kemal Atatürk olsun, gerekse diğer arkadaşlarının hiçbir tanesi, Modern ve Laik bir devletin oluşması için, hangi halkın temel kültürel yapısının buna uygun olduğunu hesap etmeden hareket ettikleri görülmektedir.

Osmanlı'da kine benzer şekilde, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın resmi devlet kurumu yapılması, laiklik ve modernliği işlemeyen ve de işe yaramayan bir öcü durumuna sokmuştur. Bunu şu örneklerden anlamaktayız.

Cumhuriyet kurulduktan sonra her geçen gün daha demokratik ve modern bir ülke olması gerekirken, Demokrat Parti (DP) ile başlayan gericileşme son sürat günümüze kadar devam etmiştir.

Bu gericiliğin gelişmesinin temelinde, Selçuklu ve Osmanlı'nın Anadolu toplumunu altı yüzyıldan daha fazla Arap İslam Şeriatıyla yaşatmış olmasının büyük bir etkisi vardır.

Fakat hedefi ve ufku Modernizm ve Laiklik olan bir anlayış ya da düşünce, Selçuklu ve Osmanlı'nın gericiliğini hesap ederek yola çıkmalıydı. Hem modernlik ve laiklikten dem vuracaksın, hem de İslamiyeti devletin resmi dini yapmak büyük bir hilenin olduğunu göstermektedir.

Ütelik müslüman olmayanları ve de müslümanlığa mesafeli duranlarıislamlaştırmak için her türlü baskının sürdürülmesi, Kemalist anlayışın laiklikle ilgili samimiyetini sürekli sorgulatmaktadır.

Cumhuriyetçiler bunun yerine, modernizm ve laikliği kolay şekilde kabul edecek kültüre sahip kitlenin önünü açabilirdiler. Daha sonra diğer tüm farklı din, dil ve kültürlerin özerk şekilde yaşatılması durumunda, gerçek bir demokratik ve laik Cumhuriyet'in varlığını herkes görecekti. Ve akabinde bir üst kültür olarak Türkçe'nin resmileştirilmesi, toplumun tüm katmanları tarafından rahatlıkla olumlu kaşılanırdı.

Cumhuriyetin yaptıklarına baktığımız da, uygulanan politikalar neticesinde, laiklik ve demokrasinin tam tersine, Irkçılık ve İslam gericiliği devlet ve özel teşviklerle her geçen gün daha da büyütülmesi, kırık ve dökük olan Laikliğin ölümüne fatiha okutmuştur.

Bunun farkında olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve ekibi, eskiden beri hayal edip bir türlü gerçekleştiremedikleri Arap İslam Şeriatını ilan etmek için, çok hızlı bir şekilde çalışmaktadırlar. Şimdi böyle bir anlayışla Türkiye nereye gider sorunun cevabını vermeye çalışalım.

Günümüz koşullarına göre değerlendirecek olursak, yaklaşık olarak Anadolu'da yaşayan halkın % 50 si Laiklikten yana iken, % 50 si İslam kurallarına göre şekillenmiş Şeriatçı bir devlette yaşamak istemektedir.

Türkiye'de gerçek siyasal ve kültürel durum yaklaşık olarak bu şekilde iken, ne laikçilerin kendine göre bir yapı oluşturmaları mümkündür, ne de İslami kurallara göre yaşamak.

Orta yolun ya da barış içerisinde yaşamanın tek yöntemi ise, Demokratik bir Anayasa ile mümkündür. Ya da mevcut Anayasa'ya bir iki madde ekelenerek, tüm farklılıkları temsil eden bir devlet yapısından başka seçenek bulunmamaktadır.

Şu anda hükümet olan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) ve de Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, tüm düşünce ve uygulamalarına bakıldığın da, şöyle bir yapı görmeketeyiz.

Türkiye'de demokratik bir Anayasa ve güçler ayrılığının olduğu yapı yerine, daha çok tüm yetki ve egemenliğin bir kişide toplanacak, bir Diktatörlük Otoriterizmi düşünülmektedir.

Bunun da Aile ve Sülaleye dayanan Şeriatçı bir Hanedanlıkla gerçekeleşeceğini tahmin etmek zor değildir. Nereden bu tür yargılara varılıyor denecek olursa? Şu yaşananlar her şeyi açık ve net göstermektedir.

Eskiden devlet; topluma İslam Şeriatını aşamalı ve ölçülü olarak, duruma uygun şekilde enjekte edip, rahatlıkla kontrol edeceği bir toplumsal yapı şekillendiriyordu.

Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) iktidara geldiği günden bu zamana kadarsa, alani ve açık şekilde, okul çocuklarına tenefüse girip çıkarkaen ilahi okutulması.

Ağızlarından ana sütü kokan çoçukları, Namaz Şöleni diye camiye götürüp orada namaz kıldırarak, çocukları bu kadar istismar eden bir siyasi anlayışın daha görülmemesi.

Her devlet kurumuna bir İmam ya da Dini kişi görevlendirmesi, her kuruma mescit, her mahalleye Cami ya da Kuran Kursu adıyla dini kurumların açılması.

Normal günlük olarak kullanılan kelimeler yerine Arapça hayırlı sabahlar, hayırlı cumalar, hayırlı akşamlar gibi kendi gerçek özünü inkar edip, Arapçaya ve Araplara bu kadar özenmek patolojik bir durum değil midir?

Mevcut hükümet bu anlayışı tam olarak resmileştirip gerçekleştirmek için de, Direkt Başkanlık, Partili Cumhurbaşkanı gibi çeşitli uydurma ve uyutma sıloganlarla hedefe ulaşmaya çalışılmaktadır.

Perşembenin gelişi Çarşambadan belli olur örneğin de olduğu gibi, Türkiye'yi çok büyük bir kaos ve çatışmanın beklediğini ifade etmek hepimiz için zor ve istenilmeyen bir durumdur.

Eğer ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu düşüncesinden vaz geçmez ise, yaşanacak kaos ve çatışmanın bir numaralı sorumlusu bilakis kendisi olacaktır. Ve hayal ettiği amacına da ulaşaması gittikçe zorlaşacaktır.

Onun için herkes aklı selim ve dürüstçe davranarak, bu ülkede yaşayan tüm insanların belirli ölçülerde temsil edilme hakkının oldğu göz önüne getirilerek hareket edilmelidir. Yok aksi durumda düşünülmeye devam edilirse, kazanan kimsenin olmayacağı gibi, en kötüsü ise Türkiye halklarına ve Cumhuriyetin kazandırdıklarına olacaktır.

Cemal  Zöngür

 
Toplam blog
: 56
: 1108
Kayıt tarihi
: 27.03.16
 
 

Eğitim: Yüksekokul, Meslek: Yönetim, İlgi Alanım: Tarih, Felsefe ve Sosyoloji üzerine araştırma. ..