- Kategori
- Yolculuk
Batı Karadeniz 2
Serin havaya bayılırım dedim ya, hele de İstanbul dışındaysam muhakkak camlar açık yatarım; temiz hava ciğerlerime dolsun diye. Malum Karadeniz akşamları serin. Gezimizin ikinci sabahına, kütür kütür havada uyumuş biri olarak dinç kalktım.
Sabah erkenden kıyı boyunca biraz yürüdüm. Söylemesi ayıptır çok keyifliydi; köpekleri saymazsak. Korkanlar ne demek istediğimi bilir.
Yürüyüşten sonra duşumu alıp, otelin sabah kahvaltısına indim. Kahvaltının da memnun edici olmayışına şaşırmadım ama hak vermedim de değil. Bir elin parmakları kadar müşteriye ne çapta kahvaltı hazırlanabilir? İşin aslı böyle olmaz ama… Bu tip zamanlarda yumurta ve salatalık her zaman kurtarmıştır beni.
Kahvaltıdan sonra hemen hazırlanıp otelden çıktık, istikamet Ayancık’tı. Mükemmel bir yer Ayancık. Orman kaplı bir dağa sırtını dayamış evlerin karşısı deniz. Denizi Kemer’e benzettim. Aynı öyle ortalama yumruk büyüklüğünde taşlarla dolu içi. Bir daha gidersek Ayancık’ta konaklamaya karar verdik, insana huzur veren bir yer.
Kıyı boyundaki caddeye HAKAN ÜNSAL adını vermişler. Köşeden çakıştığı caddeye de PROF.DR.AZMİ HAMZAOĞLU adını. Kendisi dünya çapında Ortopedi Uzmanı, hatta üzerine yokmuş.
Kendine göre bir çarşısı var, içinde de ne ararsanız. Kahvaltıyı etmiş olmak için ettik ya vakit öğle olmasa da öğle yemeğini bu huzur veren yerde yemek istedik. İçinde her şeyi bulabileceğiniz çarşısında bir esnaf lokantasına girdik.
Oldukça güler yüzlü bir hanım karşıladı bizi. Azmi Hamzaoğlu’nun Ayancıklı olduğunu bu hanımdan teyid ettik. Patronun arkadaşıymış Azmi Hoca, duvarda da resmi vardı. Dört çorba, dört su, bir tas kebabı, iki pide, dört meşrubattan oluşan siparişimiz 14.- YTL tuttu. Bu kadar olmaz herhalde deyip garsona hata olup olmadığını sorduk; yokmuş.
Hava serin ve ara sıra yağmurluydu o gün; bana göre tam da gezinti havasıydı yani.
İkinci durak Erfelek’ti. Burası biraz daha farklı göründü gözüme. Tatlıca Takım Şelaleleri varmış gelmişken görelim dedik. Meydanda durduk, kenarda oturan bir amcaya sorduk “Böyle dümdüz gidin, tabelalar götürür” dedi başka da bir şey demedi. Dümdüz gitmeye başladık. Dar köy yollarından, yol yapımı için gidip gelen kamyonların arasından, toz olmayan yerde orman havası alalım diye cam açıp, kamyonlarla karşılaşınca tozdan kaçmak için cam kapatarak. Arada yanlış mı geldik diye düşünüp, sonra tabelasını görüp, bu kadar geldik geri dönmeyelim diyerek.
Sonra bir yere geldik, köprüden geçtik 14 km. kaldığını gösteren şelale tabelasının gösterdiği yöne döndük. Bu arada gruptan “Dönelim” diyenlere inat “Bu kadar geldik dönmeyelim” diyenlerden olarak içimden de “Nereden düştüm bu yola?” diye söylenmedim değil. Son tabeladan itibaren yol için hazırlanmış ama yol olmayan, kıvrıla kıvrıla dağı aşıran, solumuzda kalan uçurumun dibinde suyu tutulmuş baraj, gözünüzün gördüğü her yer orman kaplı, ses yooook, seda yooook, gelen, geçen yooook. Kendi kendime “İyi ki az önce depoyu doldurduk” derken “Ya lastik patlarsa” korkusu geldi. Artık in, cin bir de biz top oynardık herhalde.
Aslında mesafe kısa ama yolun (!) durumundan dolayı o kadar yavaş gidiyoruz ki iyice gerildim; inanın bana öyle böyle değildi.
Neticede şelaleye geldik ki bir de kafe var. Haydaaa hemşerim (lafın gelişi) kim geliyor da çay içecek? Ayağımızı mı sürüdük, tekerimizi mi bilmem ardımızdan birkaç araba daha geldi.
Tatlıca Takım Şelaleleri 28 katmış. Her biri doğal bir havuza oradan da bir alttaki şelaleye dökülüyormuş. Tırmanmak isteyen tırmanıyor tabi ama öyle her babayiğidin harcı değil. Çıkış ayrı dert, iniş ayrı. İlk katı çıktık da oradan biliyorum.
Şelale bir tarafa o bana ürkütücü gelen yolun müthiş manzarası vardı. Muhteşem renkli baraj suyunun öte tarafında seyrek evleri olan köy sakinlerinin ölmemesi lazım. O hava, o manzara kelimelerle ifade edilemez. Aynen o manzarayı hava kararmadan tekrar döndük ki hiç değilse nereden geçtiğimizi görelim.
Yine otel, yine akşam yürüyüşü derken Sinop’ta ikinci günümüzü de böylece tamamlamış olduk.