- Kategori
- Deneme
Ben büyüdüm ve kirlendi Dünya

Saat gecenin bir yarısı ve ben uyumuş olmam gereken bu vakitte – ki yarın Erasmus başvurum üzerine mülakatım var – ne hikmetse uyuyamıyorum. Sebebini düşünüyorum yaklaşık 1 buçuk saattir. Bu kadar canımı sıkan ne olmuş olabilir ki acaba diyorum kendime ama aldığım tek cevap şarkı sözü “BİZ BÜYÜDÜK VE KİRLENDİ DÜNYA!”.
Gerçekten de kirlendi dünya. Baktığım her yerde, gözümün çarptığı her yerde mutluluklarımın yanıbaşında hüzünlerim de beliriyor. Sanki “Biz de buradayız! Unutumadın bizi değil mi?” diye durmadan soruyorlar… Unutmuyorum.
Her dakika biraz daha can sıkıcı mı oluyor şu dünya ne. Gerçekten ezildiğimi hissediyorum bazen sorumluluklarımın altında. Belki benim her harfe dokunuşumda yeni bir insan daha benimle aynı duyguları paylaşmaya başlıyor. Belki de şu an çok uzaklarda biri daha yatağından nefret ediyor, uyumaktan.
Zaman mı çok hızlı geçer oldu diyorum ama zaman hala aynı zaman. Saniyelerin bana karşı tutumu hala aynı geliyor. Hala en sıkıcı anda geçmek bilmiyorlar… Peki neden hayat bu kadar yoğunlaştı bir anda, ve ben neden bu yoğun hayata yoğunlaşmaktan sürekli kaçıyorum ?
Hissediyorum ki şu an babam da uyuyamıyor o ya da bu sebeple.
Nedensiz gelgitlere alışmaya çalışıyorum ama olmuyor. Nedensiz geliyorlar ama nedenler sunsam bile gitmiyorlar sanki…
Çok ayrık cümlelerim çok ayrık duygularımdan olsa gerek. Hani bazen çok şey hissedip de hiçbirini yaşayamaz ya insan. Böyle karın ağrısı gibi bir his ama heyecan değil, ne de gaz sancısı… Sadece karın ağrısı. Gece demeden çıkıp dalgaların rüzgarıyla yüzümü yıkayasım geliyor ama ürkütür beni geceleri deniz havası. Yutacak gibi bakar gözleri gözlerime. Hele bir de ay ışığı bile titriyorsa korkusundan üstünde… Karşısında durmayasım geliyor.
Hayalimdir derim hep devasa yük gemilerinde okyanus aşırı sefere çıkmak. Mümkünse de yüksüz olsun geminin yüzeyi rahat dolaşabileyim diye okyanusun serinini. Dalgalar arasında güvende hissediyorum kendimi dalgalara karşı. Sanki ona ne kadar yakınsam o kadar uzağım tehlikesinden. İnsan boğulurken mutlu olurmuş gibi geliyor bana, belki filmlerin etkisi hani tam suda boğularak ölmek üzereyken en sevdiği insanı görür karşısında… Karşısında durmaktan korktuğum yutsun diye umuyorum…
Çocukluğumu özlüyorum bu aralar sık sık. Merve’yle Susurluk Şeker Fabrikası’nda parkta salıncağın altındaki kumlarla oynadığım, Ali’yle kaydırağın tepesinden döktüğümüz taşlı kumun “ince kum” olmasını, Burak’la narlara dalmayı, Ali Can’ların evinin bahçesindeki üzümleri, revirin arkasındaki dut ağaçları, bölgenin bahçesindeki erik ağacı, Nil’lerin evinin önündeki armut ağacı, aşağı parka giderken yediğimiz elmalar, aşağı parkta yaptığımız futbol maçları, taştan kaleler yapmayı, top karşı kaledeyken kaleyi küçültmeyi, dikişli topun değerini ölçememeyi, yapışkanlı topların bir kaç maçtan sonra yamulmasını, kantinci Ethem Abi’yi, bekçi amcaları, caminin şadırvanından su içip su tabancalarımızı doldurmayı, karşı bakkaldan cebimiz doluncaya kadar çekirdek almayı, çöpçü Necmettin amcayı ve atını, Sümeyra’yla, Fatma’yla, Ali’yle, Uğur’la, Göksu’yla, Sinan’la ve daha nicesiyle ders dinlemeyi, 7'lerle çarpmanın dünyanın en zor işlemi olduğunu düşünmeyi, kütüphanenin camını açık bırakıp saklambaçta oraya saklanmayı, memolicilik oynamayı ve memoli olmayı, “çarptınmı yamulan araba” oyununu, ataride marionun sonuna bir türlü gelememeyi, Melih ve Erol’ların atari kasetleriyle kaset değiştirmeyi, adil amcayla sohbet etmeyi, kamelyada sabah kahvaltısı yapmayı ve ikindi çayı içmeyi, ikindi çayına çıkan komşuların yaptığı pasta ve böreği, babamın bahçe çapalamasını küremesini izlemeyi, bahçeden salatalık koparmayı, bahçelerden domates aşırmayı, aşıklar yoluna gidip torpil patlatmayı, seradaki nar ağaçlarına gizli gizli girmeyi, çiftlikte hem maç yapıp hem köpeklerden kaçmayı, Yusuf abinin bisikletlerimizin lastiklerini ve toplarımızı şişirmesini, kantinin arkasındaki küçük havuzda oyun oynamayı, büyük havuzun çevresinde oturup muhabbet etmeyi, fabrika çay ocağındaki o lezzetli salça kokulu tostları, bisikletlerimizle otobüsçülük oynamayı ve hep Asya tur olmayı, misafirhanede biri bizi gözetliyor oynamayı ve her oyunda 02 Melih olmayı, toprak sahada maç yaptıktan sonra çamura bulanmayı, çaycı Levent abinin Şaralop’undan içmeyi, Osman Amca’nın antikalarla dolu bodrumunda vakit geçirmeyi o kadar çok özlemişim ki… Dönüp baktığımda hepsi o kadar güzel anılar ki, ama hepsi kötü yüzlerini dönmüş acı veriyorlar sanki bana… Mutlu etmesi gereken tüm anılar bir olmuş karşı koyuyor kalbime.
Evet ben büyüdüm, ama dünya değişmedi. Değişen “BEN”im. Kirlenen ben… Her adımımda paçalarım biraz daha kirlendi… Vakti geldi sanırım arınmanın, arınmaya çalışmanın. Çocukluğum artık çok uzak, büyümek vakti… Yenik düşmüş olabilir anılar zamana ama “Sanma ki yaralı uçmaz bir daha!”
Bir nebze de olsa rahatladım sanırım… O zaman şarkıda da diyor ya “Herşey binip gitmiş uçurtmalara”, benim de gitme vaktim geldi düşler dünyasına.
Geceleriniz günlerinizi iyi olsun dileklerimle…