- Kategori
- Aşk - Evlilik
Bencil aşk

Dünün bu günden farkı olmadığı bir yüzyıl içinde yaşıyoruz. Değerlerin paçozlaştırıldığı, sevginin mezbeleştirildiği bir sokak ve ekran kültürü içinde debelenip duruyor benliğimiz. Algıladığımız yaşam izleklerinden biri de aşktır. Lalettayın aşkların kaba saba düşüncelerle desteklendiği bir yaşam çilingirinde aşka dair kelamlar....
“Kendi dilinden anlayanlardan, kendi dilini konuşanlardan uzak düşen kimse, yüzlerce dil, yüzlerce nağme bilse, yine dilsiz olur, susar.” (Mevlâna, Mesnevî)
Âşığın gözü kördür/kör olur. Kendisini aşka kaptıran kişi, ne sevgilisinin kusurlarını görür ne de kendisinin… Keza, öyle bir hal alır ki; çevresinde olup bitenlerden bihaber, âlemi kör, dört yanını duvar sanarak sayrılı günlerin boğaz ağrılarında öksürüp durur.
Âşık, düşensel gerçeklerden soyutlanmış, adeta at gözlüğü ile çevresini kameraya almaktadır. Alınan filmin her karesinde kişinin “ben”i caka satmaktadır. Ortak payda olan algılama, önyargı sağanağının altında yok olup gider. Nitekim, bencillik, düşüncede başlar, davranışta kendini ele verir.
Aşk, ben’in ön yargılı olma arzusudur aslında…
Hal böyleyken, bir başkasını neden çekemiyoruz. Yahut, karşımızdakilerin ne istediklerini biliyor muyuz, biliyorsak ne kadarını biliyoruz?
Yüzleşemediğimiz korkularımız daha ne kadar bizden habersiz dörtnala koşacak. Kendi kendini tuzağa düşüren insanlık; güçsüzlüklerini ve çaresizliklerini nasıl da büyütüyor bencillik silahı ile… Kişiliğini de tüketiyor tüketim toplumunun içerisinde. Tıpkı aşkı tükettikleri gibi…
Esasen, reel olarak algılanmaya çalışılan bilinçaltındaki “tatminsizlik”tir.
Neler var bilinçaltında? Çocukluk, onaylanma, üstün gelme, güç, trajikomik ilişkiler yumağı…
Aşk, bir ünlemdir. Mutluluğun yüksek voltajındaki seyri gibi kendini amuda kaldırmak ister. Bu kalkış ki yabancılık kokar. Zira, insan kendine, kendi sesine yabancıdır. Bir başkası görüş alanımıza girdiği an, kendi görüntümüz, varlığımız, değerlerimiz… belleğimizde sıkışıp kalır. Çünkü, kendi ünlemimiz, öz benliğimize yabancıdır, uzaktır.
Doğanın düzenine aykırılık; insan doğasının düzenine kısmen bağlılık. Bu sebeple kendi sesine yabancı tek beşer yine kendimiz. Belki bu nedenden dolayı başkalarına kendi fildişi kulemizden bakıp, onlar hakkında rahatça düşünüyoruz.
Çuvaldızı önce kendine batır. Sonra iç sesinle konuş, ben’ini tanı. Sonrasında başkaları hakkında lafazanlık yap. Aşkı bulmak için –bulmak isteyenler için- uzaklara gitmesek kendi bencilliğimizi yeneceğimiz elzemdir.
Yanıldığımız sürece aşığız biz.
“Aşk”ı geçer diyenler, yenisini bulursun diyenler-asıl yanılanlar onlardır ya- aşkı eleştirenler aslında aşka en çok ihtiyacı olanlardır. Aşk, tutku haline düşmeden “şefkat” el sallıyor bize.
Mevlânâ: “Âşıklık ister nefsanî olsun, ister ruhani olsun, sonunda bizi ötelere götürecek bir rehber, bir kılavuzdur.” derken, kişinin benliğine/bencilliğine yön ve eğitim vermesi gerektiğini ne güzel işaret ediyor.
Bir vesile ise aşk, insan kendini bilmeli, eğitmeli, ahlâkını almalı âşıklığın. Ahlâktan feyz almış, nezaket filizlenmeleri kokmalı insan ben’i.
Ne zaman aşığız biz?
Başkaları hakkında “başkası gibi” düşünemediğimiz sürece aşığız biz.
Demek ki aşk, yanılgıyı da beraber getiriyor.
Demek ki aşk, başkalarının yaşantılarının bize yabancı olduğunu gösteriyor.
Demek ki aşk, kaybedilmiş bilgidir. Kılavuzdur; amacını, yolunu bilene.
Bedenimiz çoğu kere duygularımızdan azadedir. Ruhumuzdaki sallantıların kendi kendisiyle hesaplaşmasını duymazlıktan gelip-kendi hıçkırıklarımızı duymayız- etrafımızdaki insanların “negatif” diye yorumladığımız hal ve hareketlerini duyar, onların tutumlarına değer biçeriz.
Ulaşamadım, ama ulaştırmadım…
Ne zaman başkalarının çorbasını kaşıklamayı bırakırsak, kendi gözümüzdeki merteği görmeye istekli olmuşuzdur.
Aşk, kendi saygısına mashar olmasıdır kişinin. Öbürünün öbürüne üstünlüğü veyahut azlığı ya da çokluğu değildir. Kişinin kendisinin üstüsüne çıkmasıdır.
Velhasıl, insanın korkusu “yalnızlıktır.” İnsan, yalnız kalınca bencillik değil, güzellik, yarenlik arar. Aşk, kişinin sahip olduğu güzelliği idrak etmesidir.
Konfüçyüs, “Kusur bulmak en kolay iştir, çünkü ne yetenek ister ne zekâ.” der. Eğer sevmekle işe başlarsan kusurların kazanca dönüşür. Eğer sevmeden sevilmeyi denersen kusurlar hayatını kuşatır.
Aynaya bakınca mutlu göremiyorsan kendini artık değişme zamanı gelmiştir demektir. Demek ki, aşk, yeniden filizlenmedir, kişinin kendisini yeniden üretmesi ve bilmesidir.
Önceleri, aşk sonbahardı; sondu. Baharı yalın ve nemli bir sarı idi aşk. Çatırlı çuturlu seslerin gölgesinde yaşamaya çalışan şuurdu. Lakin sonbaharda aşk, topraktı. Bencil değildi, ama faniydi.
Aşk, baharda bencildir.Çünkü tecrübeli aşk, Mevlânâ’nın dediği gibi “öteleri” görmektir.Aşk, baharda bencil değildir.Çünkü, ilk aşk, tek aşk, son aşktır.O da insanın içindeki tek dildir: Bütün insanlarla anlaşabilen kendi dilini konuşabilen âdemdir.
Aşk, dedemin her sonbaharda kulağıma fısıldadığı Yunus’tur:
“ Aşksızlara verme öğüt
Öğüdünü alır değil,
Aşksız Âdem hayvan olur
Hayvan öğüt bilir değil.”