- Kategori
- Yemek - Mutfak
Benim barbunyalarım

Neymiş efendim, ben yemek yapamazmışım. Olabilir! Yeteneksiz olabilirim, isteksiz olabilirim, kadı kızı olabilirim. Kime ne?
Evlendiğimde hemen hiç yemek yapmayı bilmiyordum. Makarna ve yumurtayı saymazsak tabi. İlk ayların hevesiyle iyi, kötü bir sürü yemek denedim. Yenmeyecek şeyler değildi. Benim durumumda şöyle bir sıkıntı daha var: ben sıkı bir yemek seçiciyim. Mesela biber dolması yemediğim için, yaparken de tadına bakamam. Tadını bilmediğim bir sürü sebzeye, kendim pişirmeye başladıktan sonra alıştım, o da ayrı.
Sanıyorum evliliğimin ilk aylarıydı. Yaz mevsimiydi. Eşim “bu mevsimde taze barbunya ne güzel olur” dedi. “Aaaa aşkım, hemen pişireyim ben sana” gibisinden bir kahramanlık yapma gafletinde bulundum.
İş çıkışı pazara uğrayıp taze barbunya aldım. Eve geldim, ablamı arayıp bir güzel tarif aldım. Geçtim televizyonun karşısına heyecanla barbunyaları ayıkladım. Hiç hoşuma gitmemekle birlikte soğanı minnacık parçalara, adeta moleküllerine ayırdım. Mis gibi sızma zeytinyağında kavurdum. Sonra barbunyaları kavurdum. Eylemi ana hatlarıyla anlatıyorum zira geçmiş gün, tarif aklımda değil. Bir yandan bir kenarda çaydanlıkta su kaynatıyorum ki tencerede eksildikçe ilave edeyim.
Neyse efendim malzeme başladı pişmeye. Yarım saat oldu, bir saat oldu fakat pek fazla yumuşama olmadı. Tabi kaynaya kaynaya tencerede durmadan su eksiliyor, ben de durmadan çaydanlıkta su kaynatıyorum. Kardeşim, ben diyeyim iki saat, siz deyin üç saat kaynadı ama inatçı barbunya bana mısın demedi. Haliyle insanın sinirleri yıpranıyor. Pişmanlık ayyukta. Allah sizi inandırsın, o kadar saat ayakkabılarımı kaynatsam helva gibi olurdu.
En sonunda pes eden ben oldum. Ama iyi niyeti de elden bırakmıyorum, belki de bu meret dinlenirken yumuşayacaktı. Çeyizimden en sevdiğim servis tabağına alıp soğumaya bıraktım.
İşi nedeniyle geç vakit eşim geldi. Evde yemek kokusu duymanın mutluluğuyla mutfağa girdi. Dolabı açtı. O barbunyaya, ben O’na bir müddet bakıştık. Zaten saatlerce sebze ile aramda kişilik çatışması yaşanmış, mutfağa gidip gelmekten ayaklarıma kara sular inmiş. Çatacak yer arıyorum. Sükût-u hayâle uğrayan beyimiz kibarca “bu ne” dedi “zeytinyağlı barbunya” dedim. Sanki tüm diriliğiyle orada duran şey köfteye benziyormuş gibi. Ulu gurmemiz “bu böyle yenmez ki” dedi. Dedim ya sinirim burnuma zıplamış, uğruna saatlerce uğraştığım yemeğe bu ne hakaret böyle, bu ne küstahlık! Derhal gardımı aldım.
- Sen ne anlarsın, taze barbunya böyle olur (çok bilirim ya)
- Olur mu hayatım, kabuklarıyla yenmez bu,
- Ablam tarif etti, bu böyle pişer, sen de yiyeceksin! (ablam Ümit Usta çünkü)
- Ben yemem bunu
- Yiyeceksin, o kadar uğraştım, aç ağzını!
Netice olarak bir lokmayı geçtim, bir tane bile yemedi. Laf aramızda pişti mi diye birkaç parça yediysem de asla yenecek gibi değildi.
Birkaç gün dolapta beklettim ben o yemeği. Her sabah ve her akşam “dök bunu” dedikçe benim paşa, inadımdan mıdır nedir, bir türlü dökmek istemedim. Sonra kardeşime anlattığım da “kızım deli misin, taze bezelyeyi de kabuklarıyla mı yiyorsun” dedi. İşte ikna olduğum nokta bu oldu.
Barbunyanın kabuklarıyla pişmeyeceğini öğrendim ya, ablama da öğretmek hevesiyle telefon açtım.
- Abla, barbunya nasıl pişer?
- ... sen ne tarifi istemiştin benden?
- Barbunya
- Ama ben sana bakla tarif ettim.
Güzel bir yanlış anlama olmuş. O gün, bu gün üzerine mutfak hikâyesi duymadım. Aslında mevzuda kimsenin bilmediği bir nokta daha var. Onu da burada açıklamak istiyorum: O barbunyayı heyecanla ayıklarken, poşetten turkuaz rengi, şeffaf bir böcek çıkmıştı. Şahsiyetin dünyamız ile ilişkisini, etrafa sıçratmak suretiyle kesip, malzemeyi ayıklamaya devam etmiştim. Zaten iyice yıkamayacak mıydım?