- Kategori
- Öykü
Beyoğlu'nda sevmek

Bir diğer adımını attığında, cıvıl cıvıl öten, bir kanarya kuşu gibi yaşadığı çocukluk anıları ve en önemlisi de aklından çıkmadığı gençlik yılları aklına geldi. Konaktaki merdiven basamağını bir adım daha indi ve başını kaldırdı Şükûfe. Tam karşısındaki duvarda asılı olan resim ne kadarda acımasız ve hüzün dolu. Ne kadar yürek burkucu. Ve ne kadar göz yaşı dolu, ayna misali parıl parıl parlayan.
14 Kasım 1918, Beyoğlu
Kafasını okuduğu kitabın üstünden kaldırmayan Şükûfe, arada sırada başını buğulanan cama ister istemez kaldırsa da, kendisine o an çok kızıyordu. Elinde değildi aslında. Dışarıda ki kar, o kadar iri ve parlaktı ki. İnsanın gözlerini kamaştırıyordu sanki. Bir süre sürekli o doğa afetine bakan biri, her halde kesin ağlardı. O anda, şimdiye kadar gördüğü en güzel karı ve meleklerin yeryüzüne o denli narince konuşunu seyrediyor olaması mutluluk vericiydi.
Tekrar kitabından başını kaldırdı dışarıya bakmak için. Cam buğulanmıştı, eliyle şöyle bir silip gözlerini keskinleştirdi ve çığlığı bastı!
“Annee!” dedi sesini yükselterek, “Babam geliyor, baksana ne kadar komik, yüzünü kapatmak için ellerini kollarını birbirine dolamış. Tıpkı bir ahtapota benziyor,” sözlerinden sonra her günkü yaptığı hareketi yaptı. Gülümsedi. Gamzeleri, kırmızı yanakları ve en güzeli olan da gözleriyle gülümsedi. Parlayan, bir ayna misali gözleri, büyüyünce de böyle güzel olur muydu acaba?
Kapıyı açmaya indi koşarak. Yine aynı basamaklardan iniyor, aynı havayı soluyordu. O evin ahşap kokusu hiç çıkmazdı o basamaklardan. Sinmişti artık, imkanı yok ki, ister istemez alırdınız o kokuyu, burnunuz o kokuyu doyana dek çeker çeker ve çekerdi. İnsaf ona kalmış bir şey.
Kapıyı açmadan önce, dış kapının yanındaki dolaptan babasının özel terliklerini çıkardı. Özel terlikleri, deri kaplama, içi yumuşacık tüy ve yanlarından gümüş işlemeleriyle akıllarda kalırdı mutlaka. Eve gelen her konuk, o terliklere hasta olur ve mutlaka beyninde ister istemez kaldığını belli etmemeye çalışırlardı. Ama bilirsiniz komşu ilişkilerini, hanımlar kocalarına hasta oldukları şeyi yapmayı ve almayı çok severler. Dedikoduyu da aynı zamanda, kanlarında taşırlar gibi sanki.
Terlikler sağ elinde dururken, diğer eli kapıyı açtı ve içeri soğuk havayı da beraberinde sokan babası girdi. Önce bir titreme geldi Şükûfe’ye, sonra elindeki terlikleri babasının önüne koymayı akıl edebilmişti. Soğuk hava babasını çarpmıştı galiba? Normalde içeri girer girmez kızını öpen ve hatırını soran adam gitmiş, yerine dışarıda lapa lapa yağan bir melek girmişti. Sanki babasının vücudunu ele geçirmişler, kötülüğe yardım amaçlı kullanıyorlardı.
Şükûfe’nin düşüncesi bunlardan ibaretken, babasının ise İstanbul’un kan ağlayacağı günlere önceden hazırlık yaptığını bilememişti. Ne de olsa o bir çocuktu. Yarın hangi oyunları, hangi kitaplarını okuyacağını hesaplıyordu kafasında, hepsi bu!
Sofra’yı annesi çoktan hazırlamıştı. Masaya oturdular ve babasının müsaadesiyle yemeğe başladılar. Babası ağzına götürdüğü sıcak çorbayı yutamadan Şükûfe’nin her zamanki sorusu geldi.
“Bak baba, nasıl olmuş bu resim? Beğendin mi?”
Cevap gelmedi. Ancak Şükûfe tekrarladı. Yine cevap yok. Ve yine ısrarla devam etti Şükûfe.
Keskin bakışları hiç görmemişti Şükûfe babasından, ve o sözleri de hiç duymamıştı.
“Sesini kesecek misin yavrum, yoksa ben mi keseyim?”
Şükûfe, “Hayır” cevabını verdi. “Kesmeyeceğim.”
Hayatında ilk defa babasına böyle bir cevap veriyordu Şükûfe. İlk defa babasına düşmancasına bakıyor, kaşlarını çatıyordu. Ama cevap gecikmeden geldi.
ŞAP!
“Aman bey, ne yapıyorsun” diye girdi araya hanım. Kızını odasına çıkardı ve öpücükleriyle koynunda uyuttu.
***
Geçmişe dalan Şükûfe, şimdi sevgilisinin yanına gidiyordu işte. Babasından yine tokat yemiş ama o yine çocukluğundaki gibi cevabını vermeye hazırlanıyor, iniyordu basamakları tek tek. Madem İrfan’la evlenmesine izin yoktu, madem onun koynunda yatmasına izin vermemişti babası, madem öyleydi, olacakları düşünmedi bile. O, hiçbir hata yapmıyordu. Sevdiği adamın yanına gidiyor, onun koynunda, onun vücudunun gölgesi altında yaşamayı tercih ediyordu. İrfan, her onunla öpüştüğünde yaşadığı duygularla onu öylesine kendine çevirmişti ki, Şükûfe başka kimseyi ama kimseyi kesinlikle sevemezdi. Ve hayatta irfan’dan başka kimse Şükûfe’ye dokunamaz, yanaklarına öpücük, dudaklarına ise sevgisini aşılayamazdı. Hiç kimse! Onunla aynı yatakta uyuyup, onunla aynı soluğu solumak ve hatta onun gövdesinde onun soluğunu solumak istiyordu. Delicesine, çılgınlar gibi, her gün ve her gece irfan’ın bedenine dokunmasını, onu mıncıklamasını istiyordu. Bir kez sevmişti ve muhakkak ki bir kere böyle sevecekti.