Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Şubat '07

 
Kategori
Felsefe
 

Bilememek: aslolan bu mu yoksa?

Bilememek: aslolan bu mu yoksa?
 

Çocukken babamı her çocuğun büyüklerine sorduğu sorularla bunaltırdık. “Dünyaya nasıl geldik?” , “ölüm nedir?” , “biz de ölecek miyiz?” , “niye ölüyoruz?” , “öldükten sonra ne olacak?”, “Allah kim, nerde yaşar?” gibi ahret sorularıyla... Bu soruların cevaplarını zavallı babam da bilmezdi elbette ama yine de bizi elinden geldiğince aydınlatmaya çalışırdı. Babama göre, doğmamız gibi ölmemiz de Allahın emriydi; bu emre karşı gelme seçeneğimiz yoktu. Herkes ölecekti. O zaman korkuyla ölümümüzü, ayrı ayrı mezarlara konmamızı, orada beklememizi düşünürdüm. Bu kaçınılmaz sona kendimizi bir türlü ikna edemezdik. “Kıyamet kopacak” derdi babam. Herkes öldükten sonra bir melek borusunu çalacak (İsrafil olduğunu sonradan öğrendim) ve herkes mezarlarından kalkıp bir meydanda toplanacaktı. Dünyaya gelmiş geçmiş herkesi düşününce uçsuz bucaksız bir meydan canlandırmıştım gözümde ve sonu gelmeyen bir kalabalık. Üstleri başları toz içinde, bakışları yukarıdaki hem parlak hem solgun bir ışığa yönelmiş, çürümüş bedenleriyle insanlar.

“Nasıl dirileceğiz?” diye sorduğumuzda, “Ekinlerin her bahar yeniden yeşermesi gibi” demişti babam. Güzel bir örnekti, kafamıza yatmıştı. Bu cevapla rahatladığımızı hatırlıyorum. Nasıl olsa bir gün yeniden bir araya gelecektik. Arada bir süre ayrılıp bekleyecektik, o kadar... Bu bekleyiş uzun sürecek ama bize çok kısa gelecekti, babama göre. Önceleri uyuduğum zaman öleceğimi sanırdım hep. Bu sonu, bekleyişi ve yeniden dirilişi hayalimde canlandıra canlandıra ölüm korkusunu yenmiştim biraz. Ölsek bile nasıl olsa yeniden bir araya gelecek, ondan sonra da sonsuza kadar hiç ayrılmayacaktık. Tabii ancak o zamanki halimizle tasavvur edebiliyorduk bunu.

Ölüm korkusunu daha o yaşta evcilleştirmiştim. O günden beri ne ölümden ne de yaşlanmaktan korktum kendi adıma. Kendi ölümümden değil, sevdiklerimi kaybetmekten korktum en çok. Hayattaki en derin ve hemen hemen tek korkum hâlâ budur. Bunu bir türlü yenemedim, yenebileceğimi de hiç sanmıyorum.

Ancak bu dirilme işini biraz derin düşününce bir sürü teknik sorun çıkıyor karşımıza: Ömrümüzün hangi döneminde dirilmek isterdik? Bunları konuştuğumuz dönemde mi? İlerde büyüyüp bizim de çocuklarımızın olduğu zaman diliminde mi? Eğer biz çocukken, anne babamız da o yaşlarındayken dirilirse bizim çocuklarımız ne olacaktı? Ben şahsen şimdi hep o yaşlarımda kalmak istemem.

Belki anne/babamız kendi çocukluklarında dirilip hep öyle kalmak isterdi gerçekte. Belki babamın babası da ha keza... Belki ben kendi çocuklarım olduktan sonra dirilmek isteyecektim ilerde. Bunları düşünmeyi akıl edebilsek işin içinden çıkamazdık tabiatıyla; iyi ki de düşünmemişiz. Tanrı insana yaşına göre hayal edebileceği kadar akıl veriyor demek ki!


Zor iş bu... Sanırım hiçbir inanç sistemi tam olarak yanıt veremiyor bu sorulara? Materyalist pozitivist kuramların bütün hayatın bu dünyadan ibaret olduğu yönündeki görüşleri de o kadar ikna edici değil. Hayat gibi sonsuz karmaşıklıktaki bir sürecin yetmiş seksen yıllık bir dönemden ibaret olması bana çok anlamlı gelmiyor. Ömür dediğin şeyin zaten on beş yılı çocuklukla, yirmi yılı da acizlikle geçiyor. Şöyle otuzları falan bulup tam bir şeyleri ufaktan ufağa anlamaya başladığın zaman bir bakıyorsun yolun yarısını çoktan geride bırakmışsın ve birçok şey için çok geç kalmışsın. “Bilememek” ve “yapamamak” arasında kalan kısacık bir geçiş anı...

İnsanlık düşünme yeteneğini kazandığı çağlardan bu yana bu soruna kafa yoruyor olmalı. Reenkarnasyon buna bir yanıt olabilir mi? Bir derece olabileceğini düşünüyorum ben. Hatta bazı durumlarda iyice inanıyorum. Büyük ihtimalle önceki hayatlarımdan birinde kış uykusuna yatan bir hayvandım. Yılan, kaplumbağa, ayı gibi bir hayvan. Çünkü kışı seviyorum, özellikle soğuk ve yağışlı havalarda yatağıma gömülüp hiç çıkmadan günlerce uyumak istiyorum. Birinde de kedi ya da köpek olmalıyım. Kedilere sevgimi zaten önceki bir yazımda anlatmıştım. Bir gece ıssız bir yerden geçerken sürü halinde oraya buraya koşuşup, anlamsız biçimde havlayan onlarca köpeğin arasına düştüm. Köpeklere yabancı ya da fobisi olan birinin korkudan öleceği bir durum. Bense onlardan çekinmek bir yana, yanıma çağırdım; hepsi etrafımı çevirip başlarını uzatarak sanki bana bir şeyler anlatmaya çalışır gibi sokuldu. Sevdim, başlarını okşadım. Ben yürüdükçe takip etmeye başladılar. Arada bir bazıları başka bir yöne doğru koşup gidiyor, bir şeylere havlıyor sonra yine gelip sürümüze katılıyorlardı. Beraber öylece eve kadar geldik. Ben içeri girince bir süre kapıda sessizce oturup beklediler. Tabii ben bir insanoğlu olarak bana yakışanı yaptım ve ektim dostlarımı.

Önceki hayatlarımdan birinde de savaş meydanında ölen bir asker olmalıyım. Hem savaştan çok korkarım hem de o eski savaş meydanlarında olmak için müthiş bir istek duyarım içimde. Sık sık kılıçlı mızraklı kanlı savaş sahneleri canlanır gözümde.

Ancak reenkarnasyon inancında da yine teknik sorunlar var. Eğer önceki hayatlarımızı hatırlayamıyorsak yeniden doğmak ne işimize yarıyor? Ayrıca bu hayatımızdaki sevdiklerimizi bir daha göremeyeceksek ne büyük bir acıdır bu.

Belki de sonsuz sayıda paralel evrenler vardır. Ölünce, ruhumuz buradan gidip onlardan birine geçiyordur. Birinde yaşlanıp ölürken öbüründe bir bebeğin vücudunda yeniden doğuyoruzdur. Bu evrenlerden herbirinde sonsuz bir döngünün bir anını yaşıyor olabiliriz. Öldükten sonra hakikati bir süreliğine görmemize izin veriliyor ama ondan sonra hafızamızdaki bütün bilgiler ve geçmiş hayatımıza ait izler silinerek yeni bir hayata gönderiliyoruzdur. Belki de hayatı ve ölümü bu yüzden anlayamıyoruz. Belki de sır, bu bilinmezliktedir. “Bilememek”, büyük ihtimalle varlığımızın temelini oluşturuyor. Hep öyle değil mi? Bir dakika sonrasını bilememek; yarını, gelecek yılı, ne zaman öleceğini bilememek. Ölümün kaçınılmaz olduğunu bildiğimiz halde sadece “ne zaman” öleceğimizi bilmediğimiz için umutla yaşamıyor muyuz aslında?..

Bildiğimiz tek şey, ömür dediğimiz şeyin aslında bir göz açıp kapama süresi kadar kısa oluşu. Keşke bunu birbirimize zehir etmek için bu kadar uğraşmasak...

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..