Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Aralık '07

 
Kategori
Felsefe
 

Bilim nedir ve ne işe yarar?

Bilim nedir ve ne işe yarar?
 

Bilim nedir ve ne değildir sorusunu cevaplayabilmek için yapılması gereken ilk iş bilimi ilgi alanlarına göre kategorize etmektir. Bu alanlar da hiç şüphesiz ki içinde yaşadığımız “doğa” ve “toplum” dur. Bu nedenle de bilimleri doğa bilimleri ve sosyal bilimler olarak 2 ye ayırırız. Doğa veya bizim için asıl olan dünya;

· Özü itibariyle 110 küsur farklı elementten yani atomdan,

· bunların birleşmeleriyle meydana gelen ve sayıları 1 milyonu aşkın kimyasal bileşenden,

· bu bileşenlerin çok küçük bir azınlığını teşkil eden organik kimyasallardan türeyen ve yine sayıları 1 milyonu bulan çeşitlilikteki canlılar âleminden oluşur.

Doğa bilimleri dediğimiz ihtisas alanı da işte bu devasa bütünlüğün nasıl ve ne şekilde var olduğunu, hangi kimyasal ve biyolojik yapılara sahip olduğunu, birbirleriyle nasıl bir etki tepki ilişkisi içinde olduğunu araştırır.

Doğa bilimlerinin geliştirdiği bilgiler sayesinde de; hem kendimizi, hem canlılar âlemini, hem de kimyasal âlemi tanır ve onlardan istifade ederiz. Zaten bu güne kadar sağladığımız tüm teknolojik gelişmeler de insanın doğaya giderek hâkim olması ve doğada var olmayan kimyasal bileşenleri kendisinin de üretebilmesiyle mümkün olmuştur. Örneğin plastik adı altında çok yaygın bir şekilde kullandığımız kimyasal madde, tanrı tarafından yaratılmış, doğa tarafından evrim süreci içinde oluşturulmuş bir bileşen değil kimyagerler tarafından üretilmiş bir kimyasal bileşendir. Bugün insanların bilimsel keşifler sayesinde üretmesini öğrendiği ve kullandığı kimyasal bileşen ve alaşımların sayısını tahmin etmek mümkün bile değildir. Bildiğimiz cam, hatta daha da eskilere gidecek olursak küpler, topraktan mamul çanak çömlek gibi mutfak eşyalarının ham maddesi de aslında doğal halde bulunan örneğin toprak gibi kimyasal bileşenlerden başka bir şey değildir.

Bildiğimiz üzere doğa bilimleri; sadece var olan kimyasalların yapısı ile ilgilenmez, aynı zamanda fizik biliminin ilgi alanına giren maddelerin karşılıklı etkileşimi ve bunları belirleyen nedensellikleri de araştırır ve bu keşifleri de insanlığın yararına sunar. Örneğin suyun kaldırma gücünden faydalanmak suretiyle hidroelektrik santralleri inşa edilerek enerji üretilir veya su buharının gücünden faydalanılarak buhar kazanları ve ilk lokomotifler yapılmıştır. Yelkenli gemiler veya yatlar bile insanın rüzgârın gücünden faydalanarak nakliye araçları yapmaya başlamasının ilk örneklerindendir. Bildiğimiz basit sandallar, hatta sal bile insanın suyun kaldırma gücünden faydalanmasının tezahürlerinden başka bir şey değildir. Günümüzde iğneden ipliğe, otomobilden uçağa, teleskoptan bilgisayara yapılan her ne varsa, doğa bilimcilerinin keşifleri yardımıyla yapılmıştır. O halde doğa bilimleri için, doğayı inceleyerek ve doğadan faydalanarak refah seviyesinin yükseltilmesine katkıda bulunduğunu öne sürmek mümkündür.
Kısacası doğa bilimleri, “Bilgi nedir?” başlıklı bloğumda da belirttiğim gibi, doğanın:

kimyasal ve biyolojik, yani “yapısal” olarak ne olduğunu,
fiziksel olarak “nasıl ve ne şekilde devindiğini, hareket ettiğini, varlığını sürdürdüğünü”,
yapısı ve fiziki özellikleri itibariyle “bizim için ne ifade ettiğini”, yani ondan bize fayda mı, zarar mı gelebileceğini, onu nasıl ve ne şekilde değerlendirmemiz gerektiğini
inceleyen, araştıran ve genel geçer sonuçlar çıkaran bir ihtisas alanıdır. İnsanlığın bugüne kadarki gelişmesinin neredeyse tamamının doğa bilimleri vasıtasıyla sağlandığını ileri sürmek sanırım hiç de yanlış olmayacaktır. Refah seviyemizin artması, her geçen gün daha etkin teknolojik olanaklara sahip olmamız, bunların sonucunda yaşam biçimimizi geliştirmemiz hep doğa bilimlerinin getirileridir.

Doğa bilimlerinin niteliği ve ne işe yaradığı konuları aslında büyük ölçüde bilinen bir olgudur ve bunun üzerinde fazlaca bir tartışma söz konusu değildir. Doğa bilimlerinin faydaları ile ilgili yapılan tartışmalarda zaten büyük ölçüde yanlış algılama sonucu ortaya çıkan sorunlardır. Örneğin atom bombası birçok kişi tarafından doğa bilimlerinin bir ayıbı olarak kabul edilir. Oysa atomun fizyon veya füzyonları sonucunda ortaya çıkan atom enerjisinin silah olarak kullanılması elbette ki insanın yararına olan bir davranış değildir. Ancak ne var doğa bilimleri atomun bu özeliğini tespit etmekle mükelleftirler. Atom enerjisinin atom bombası yapımında kullanılması ve bu bombanın Hiroşima ve Nagazaki’de olduğu gibi insanları topluca yok etmek amacıyla kullanılması doğa bilimlerinin değil siyasetçilerin, askerlerin, sosyal mesleklerin kısacası sosyal bilimlerin bir ayıbıdır. Aynı mantıkla çelik doğa tarafından üretilmiş değildir. İnsanlar demiri işleyerek, demire su katarak çelik üretmeyi başarmış ve sonrada çeliği kılıç yapımında kullanmışlardır. Ama kılıcı kullananlar, kullanılmasını öngörenler de yine siyasetçiler ve askerler olmuşlardır. Bizim bu kötü örneklere bakarak çeliğin veya atom enerjisinin kullanımından vaz geçmemiz herhalde düşünülemez. En azından buna doğa bilimleri, bilimcileri değil, siyasetçiler karar vereceklerdir. Doğa bilimcileri doğanın sırlarını çözerler ve onlardan nasıl ve ne şekilde faydalanabileceğini araştırırlar. Gerisi siyasetçilerin, sosyal bilimlerin alanına girer.

Doğa bilimlerinin yararlılığı tartışma kabul etmez bir şekilde ortadadır. Yeter ki insan onu nasıl ve hangi amaçla kullanacağını bilsin. Buna karşılık sosyal bilimlerin ne olduğu, ne işe yaradıkları konusu son derece tartışmalı bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun en önemli nedeni de hiç şüphesiz ki; doğa bilimleri genel geçer sonuçlara yani evrensel olarak geçerli ve kalıcı sonuçlara ulaşabilirken, sosyal bilimlerin bunu henüz sağlayamaması ve tamamen göreceli eş deyişle keyfi sonuçlara imza atmalarıdır. En azından devletlerin veya toplumların birbirleriyle ilişkilerinde güç kullansınlar mı kullanmasınlar mı sorusu, sosyal bilimcilerin araştırması ve cevaplaması gereken bir araştırma konusudur. Fakat sosyal bilimcilerin böylesine basit soruları bilimsel yöntemlerle sorguladıklarından söz etmek de pek mümkün değildir.

Doğa bilimlerinin gerek bulguları ve gerekse de bu bulgulardan çıkardıkları sonuçlar evrenseldir. Örneğin Amerikan fiziği, Alman fiziği, Fransız fiziği veya Japon fiziği gibi ülkeden ülkeye değişken bir fizik yoktur, doğa bilimleri evrenseldir. Buna karşılık sosyal bilimlerde ise; tamamen görecelilik ve keyfi bakış açılarına dayalı değişkenlik hakimdir. Milli eğitim vardır, milli pedagoji vardır, milli değerler vardır, milli fazilet vardır, kısacası sosyal yaşamın her alanında miliyetçilik vardır ama evrensellik yoktur. Örneğin insanlığın bu güne kadar yaşadığı tarih büyük ölçüde bilinen bir tarihtir. Bu tarih; acısıyla tatlısıyla yaşanmış, olmuş, bitmiş bir tarihtir. Tarih tüm insanlığın ortak tarihidir ve bu açıdan bakıldığında da evrenseldir. Ama ne var ki; iki komşu ülkenin tarihlerini birbirleriyle karşılaştırdığımızda bu yaşanmış bitmiş tarihin her iki ülkede de farklı farklı yazıldığını görürüz. Örneğin Türk tarihi bir türlü yazılmıştır, Yunan tarihi veya Arap tarihi ise başka bir türlü. Çünkü her ülkenin bir resmi tarihi vardır ve bu tarih de daima milli değerler ve çıkarlar doğrultusunda resmileştirilmiş, tarihselleştirilmiş kısacası çarpıtılmış bir tarihtir. Hal böyle olduğu için de, tarih gibi tamamen belgelere dayalı bir geçmiş bile evrensellik arz edecek bir şekilde bilimselleştirilememektedir. Oysa bilimin, bilimselliğin ilk ve en vazgeçilmez şartı; elde edilen bütün bulgu ve çıkarılan sonuçların değişkenlik göstermemesi, evrensel ve genel geçer olmasıdır. Çünkü bilim ancak ve ancak; bakış açısından bağımsız bir şekilde aynı şey incelendiğinde aynı sonuçlara ulaşılmasını sağlıyorsa bilim demektir. Tarih gibi tamamen yaşanmış gerçekliklere ve eldeki belgelere dayalı bir “sosyal bilim dalı” da işte bu nedenle bilimsellik vasfına hiçbir şekilde haiz olmayan bir “sözde bilim dalı” olmaktan ileriye gidememekte ve bu nedenle, bu haliyle de hiçbir işe yaramadığı gibi, uzun yıllar önce yaşanmışlıklar nedeniyle gencecik kuşakların birbirlerine düşmanlık beslemelerine neden olabilmektedir.

Diğer sosyal bilim dallarında, örneğin hukuk, ekonomi, siyasal bilimler, pedagoji veya eğitim bilimleri gibi toplumlarımızı yakından ilgilendiren bilim dallarında durum nasıldır?

Her üniversitenin bir hukuk fakültesi vardır ama acaba içimizde hukuk fakültelerinde ne yapıldığını bilen bir kişi var mıdır? Benim bildiğim kadarıyla hukuk fakültelerinde sonradan hayatlarını yargıç, savcı, avukat, noter olarak kazanacak meslek erbapları yetiştirilir ve bu fonksiyonu itibariyle de hukuk fakülteleri birer meslek okuludur. Peki, meslek erbabı yetiştirmek haricinde hukuk fakültelerinde her hangi bir bilimsel araştırma yapıldığını duyan veya işiten kimse var mı? Ben duymadım! Örneğin suç işleme oranlarının neden arttığı veya bu kötü olguya karşılık nelerin yapılabileceği, hatta yapılması gerektiği konusunda bilimsel araştırmalar? Peki, bilimsel araştırmalar yapılmıyorsa hukuk fakültelerinde ne yapılıyor dersiniz? Yasalar mı? Hayır, yasaları siyasetçiler yapar, Anayasa Mahkemesi de siyasetçilerin çıkardıkları yasaların hukuka uygunluğunu denetler. Hukuk fakültelerinde bilimsel araştırma yapılmazsa, bilim adına hiçbir şey yapılmazsa ne yapılır? El cevap: -acı ama gerçek- topluma, insanlığa herhangi bir faydası dokunacak hiçbir şey yapılmaz. Peki, hal böyleyken hemen hemen bütün toplumlarda suç işleme oranlarının artmasına şaşırmanın akılcı bir davranış olduğundan söz etmek mümkün müdür?

Üniversitelerde, hukuk fakültelerinde eğer bizden gizlenmiyorsa bilim adına, insanlık adına bir şey yapılmıyor olmasının en önemli nedeni geleneksel hukukun asıl amacı ile açıklanacak bir sorundur. Çünkü hukuk kendisini; tüm tarih boyunca her zaman var olan toplumsal yapının korunmasına adamış bir düşünce biçimidir. Var olan ise zaten vardır ve ne olduğu, kime hizmet ettiği bellidir. Hizmet ettiği efendi, kral, siyasi otorite ve onun yandaşları yakınları da, zaten gerekli yasal düzenlemeleri de polisiye tedbirleri de kendiliğinden alır. Bu nedenle de statüs quo olarak tanımlanan var olan düzenin var olması için bilimsel bir araştırma yapmaya gerek yoktur ve dolayısıyla da bir araştırma objesi veya alanının varlığından da söz etmek mümkün değildir. Statüs quo’nun değişmesi gibi bir amacı olmayan, statüs quo’nun kriminalitet gibi olumsuzluklarını da ceza hukuku vasıtasıyla ortadan kaldırmaya çalışmayan, üstelik de başarılı olamayan hukuk biliminin bilimselliğinden söz edilebilir mi?

Aslında, var olan toplumsal yapı ve onu korumayı temel amaç kabul eden hukuki zihniyet bütün dünya ülkelerinde büyük benzerlikler içermektedir. En zengininden tutun en yoksul ülkelere kadar hemen her yerde, toplumların yaklaşık %20 si tüm toplumsal zenginliklerin %80 ini kontrol ederken, nüfusun geri kalan kısmı açlık yoksulluk veya en iyi ihtimalle de dar gelirliliğin acı çilesini çekmektedir. Dünyanın en zengin 200 (i-ki-yüz) kişisi, dünyanın en yoksul 2.000.000.000 (i-ki-mil-yar) kişisinin sahip olduğundan daha fazla mal varlığına sahiptir. Böylesine korkunç, böylesine acımasız, böylesine vicdansız, böylesine vahşi, barbarca bir statüs quo’nun korunmasını gerektirebilecek n tür bir ahlaki gerekçe olabilir ki? Hal böyle olduğu için de, mevcut düzeni değiştirmeyi değil korumayı ve pekiştirmeyi kendisine görev kabul eden bir hukukun, ne bu gün, ne yarın, ne bir milyon sene sonra bilim olmak gibi şansı olamaz. Çünkü bilim; bilinsin diye anlamsız ve yararsız bir dizi kavramlar ve kurallar uydurmak, icat etmek için değil, var olan koşulları araştırıp onun insanlığın yararına değiştirebilmek için vardır. Bütün bu nedenlerle de hukuk; bu günkü haliyle mevcut toplumsal yapıyı değiştirme gibi bir amacı olmadığı için toplumsal bir yararı bulunmayan ve hiçbir şekilde bilim olma vasıflarına sahip olmayan bir “sözde bilim dalı”dır. Kime ne yararı olduğunu da sanırım herkes biliyordur.

Yukarıdaki paragrafta yer alan tüm bu içeriği aslında, kelimesine dokunmadan, ekonomi ve siyasal bilimler, eğitim bilimleri ve pedagoji gibi tüm “sözde bilim dalları” için de ifade etmek kolaylıkla mümkündür. Çünkü bu bilim dalları da hemen hemen bütün sosyal bilim dallarında olduğu gibi, mevcut durumun korunmasından, kutsanmasından başka bir amaca sahip değillerdir. Öte yandan, insanlar arasında eşitliği adaleti sağlamaya yönelik benim bilmediğim -“bilinmez duyulmaz söylenmez açıklanmaz nitelikte”- bir amaçları, bir çalışmaları da var ise, o amaçlarına ulaşmak konusunda son derece başarısız oldukları mevcut koşullardan da bellidir. Bir örnek vermek gerekirse; aslında bir ekonomi profesörü olan Karl Marks, insanlar arasındaki gelir adaletsizliği ortadan kaldırmak ve eşitliği sağlamak amacıyla iyi veya kötü bir iktisat projesi geliştirmiştir. Bu projenin yani sosyalist projenin ortaya atılmasından bu yana yaklaşık 150 (yüz-el-li) yıl geçmiştir ancak ondan sonra, insanlar arasındaki gelir adaletsizliğini ortadan kaldırmayı amaçlayan tek bir bilimsel yeni proje geliştirilmemiş, üzerinde çalışılmamıştır. Peki, gelir adaletsizliği, dengesizliği gibi birçok ciddi bir sorunun nedenselliği araştırılmayacak, çözümler aranmayacaksa neden üniversiteler, sosyal bilimler vardır? İşte bu soru sosyal bilimcilerin vermek zorunda oldukları, pek de oralı olmadıkları bir sorudur ve eninim ki ancak ve ancak bu sorunun cevabı ortaya çıktıktan sonra da siyasal bilimler gibi “inek bayramları” organize etmekten çok da fazla bir aktivitesi olduğunu sanmadığım sözde bilim dallarının simya aşamasını geçip bilimselleşme yönünde ilerlemeleri söz konusu olabilecektir. Bütün toplumlarda siyasetçilerden şikâyet edilir ama asıl şikâyetçi olunması gereken gurubun siyasetin siyasiler tarafından özgürce at koşturabilecekleri bir alana çevrilmesine işlevsizlikleriyle olanak sağlayan siyaset bilimcileri değil midir?

Öncelikle geleceğimizi emanet ettiğimiz çocuklarımızın ama genel olarak da tüm insanların eğitimi, onların bilgi çağının gereklerini yerine getirebilecek bir şekilde eğitilmesi şüphesiz ki dünyanın en zor ve bir o kadar da önemli, sorumluluk isteyen bir konusudur. Bütün bunların nasıl, hangi kıstaslara göre yapılması gerektiği konusu da başlı başına bir araştırma konusu olmalıdır. Ama ne var üniversitelerde çocuklara ne öğretelim ki onlar bilgi çağının gereklerini yerine getirebilir olsunlar biçiminde bir araştırma da yapılmamaktadır. Çünkü hepimizin de bildiği gibi ilk ve orta öğretim kurumlarının ders müfredatları zaten Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanır ve siyasetçiler de bu işi bilim adamlarından daha iyi bildikleri için bilim dünyasının bu tür sorunsallarla ilgili olarak kafa yormasına da hiç gerek kalmaz. Eğitim bilimcilerinin de bu konuda herhangi bir rahatsızlık duyduklarını da pek sanmıyorum. En azında anayasa ve din dersi konulu tartışmalarda da gördük ki, bilim dünyasının ilk ve orta öğretim kurumlarında körpe beyinlere din dersi verilip verilmemesi ile ilgili bir sorunu da bulunmamaktadır. Sahi hiç düşündük mü, çocuklarımıza neden din dersi verilir? Sakın kendi dini inançlarımızı onlara dayatmak için olmasın?Peki, bu konuda, yani çocuklara din dersi vererek onlara dini dayatmalarda bulunmanın yararları veya zararları ile ilgili her hangi bir bilimsel araştırma yapılmış mıdır? Hayır! Din dersi çocuklarımıza “din ve ahlak” dersi adı altında verilir. Peki, din ve ahlak dersi adı altında çocuklarımıza ahlak dersi verilmesinin çocuk zihninde ne gibi bir etkisi olabileceği bilim dünyasında acaba hiç araştırılmış mıdır? Eğer çocuklara din ve ahlak dersinde ahlaki değerler öğretilirse o çocuklar da ister istemez din ile ahlakı özdeşleştirirler ve bu özdeşleştirme sonunda da ya ahlaklı olmayı yadsırlar, ya da dindar olmayı olumlarlar. Hangisini tercih edersiniz sevgili eğitimciler? Sonuçlarda zaten ortada: 21 inci yüzyılda hala dinine sıkı sıkı bağlı bir toplumuz, ama her geçen gün de ahlaki çöküntüden şikâyet ediyoruz. Çocuklarımıza din dersi neyse de din eğitimi almış hocalar tarafından bir de ahlak dersi verirsek, onlardan bilimsel bir dünya anlayışına sahip olmalarını bekleyebilir miyiz? Veya, bilim dünyası bu güne kadar okullarda dayatılan din eğitimi ile çocukların dünya anlayışı, bilinci arasındaki nedensellik ilişkisinin etki ve tepkileri acaba hiç araştırmış mıdır?

İlk ve orta öğretim kurumlarının eğitim anlayışı ve bu eğitimin başarısızlığı hepimizin malumudur. Amaç dinlerini, vatan ve milletlerini seven Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı hayırlı vatan evlatları yetiştirmektir. Amaç, yöntem ve sonuçlar ortadadır ama üniversitelerin bu bilinen amaçlar ve yine bilinen ezberci yöntemlerle eğitilen çocukların bilgi çağının gereklerini yerine getirip getiremeyeceklerini sorgular bir bilimsel araştırma yapıldığını duyan veya işiten var mıdır?

MB arkadaşımız sevgili Neslihan Serbest “OECD Raporu – Bizim karnemiz” başlıklı blogunda (BlogNo= 79611) OECD nin yaptığı geniş ve kapsamlı bir araştırmaya göre 15 yaş gurubu öğrencilerimizin 57 ülke arasında

Sözel yeteneklerde 37, matematikte 43, fen derslerinde ise 44 üncü

olabildiklerini yazmış. Yani öğrencilerimiz evrensel ölçeklere göre son derece başarısız kalmışlar ve hatta öğrencilerimizin % 10 u matematik sınavlarında en alt seviye sayılan 334 puanın bile altında bir başarısızlığa imza atmışlardır. Neslihan hanım çok haklı, evet bu bizim karnemiz ve bu karne utanç verici bir karnedir. Peki, hal böyleyken bu başarısızlığın sadece o araştırmaya katılan 81 il, 159 okulda “dinlerini, vatanlarını, milletlerini sevmek, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalarak hayırlı vatan evlatları” olmak üzere yetiştirilen 4855 çocuğumuza ait olduğunu varsayabilir miyiz? Öğretmen kadromuzu veya o öğretmenleri yetiştiren üniversiteli hocalarımızı da benzer bir evrensel ölçekli sınava soksak çok farklı sonuçlar mı çıkar ortaya? Kesinlikle hayır! Çünkü sanatkar ve eseri, veya ahçı ve pişirdiği yemek daima birbirinin aynasıdır, birbirinin ölçüsüdür. Armut hep dibine düşer. Öğrencisi öğretmenin, öğretmeni de yetiştiği üniversitenin aynasıdır, ölçüsüdür.

Ben bugüne kadar ki bloglarımda sık sık ülkemizin eğitim düzeyinin düşüklüğünden bahsettim ve halkın % 10 unun okuma yazması olmadığını ve ortalama eğitim süresinin 3, 5 yıl olduğunun altını çizdim. Ancak sorun sadece niceliksel bir sorun yani eğitim süresiyle ilgili bir sorundan ibaret de değildir. Yukarıdaki verilen rakamlardan da anlaşılacağı gibi 15 yaş gurubunun eğitim düzeyi de OECD ülkelerinin bir hayli gerisindedir. 15 yaş gurubu artık Lise birinci sınıf öğrencisidir, 3 sene sonrasında üniversiteli olacak demektir. Kaldı ki bütün bu rakamlara fazlaca ihtiyaç da yoktur. Çünkü üniversite eğitimi almaya başlayan çocuklarımızın büyük ölçüde “boş” olarak geldiğini ve birkaç sene sonra da yine “boş” olarak üniversite diplomasını aldığını da bilmeyenimiz yoktur her halde. Aranızda ortalama bir üniversite mezununun analitik düşünce ve sorgulama becerisine sahip olduğuna inanan var mı? Veya OECD yaptığı gibi üniversite mezunlarının eğitim, bilinç ve niteliksel düzeyi ilgili bilimsel bir araştırma yapıldığını duyan oldu mu? Ne yalan söyleyeyim “haydi çocuklar okula” türü kampanyaları duydukça benim tüylerim diken diken oluyor. Bence asıl yapılması gereken “Haydi profesörler, eğitimciler okula” türünden kampanyalar olmalıdır. Çünkü asıl ve öncelikle eğitilmesi gerekenler öncelikle onlar olmalıdır. Çünkü eğitim niceliksel değil mutlaka ve mutlaka niteliksel bir sorundur ve o sorun da gerek bizim ülkemizde ve gerekse de bütün dünyada temel bir sorundur.

Doğa bilimleri, doğa bilimcileri kendi alanlarında son derece başarılı olmuşlar, geçtiğimiz yüz yıl içinde her 10 senede bir bilgi dağarcıklarını ikiye katlamışlardır. Teknoloji artık o kadar ilerlemiştir ki, insanlar milyarlarca yıl öncesinin oluşumlarını tespit edebilmektedirler. Koskoca dünya artık avuç içi bilgisayarların içine sığabilmektedir. İnsanoğlunun 20-30 yıl önce hayal edemediği bir çok şey bu gün için mümkündür. Bütün bunlar olabilmiştir çünkü doğa bilimlerinin daima bir amacı olmuştur: doğayı anlamak ve onu en etkin bir şekilde insanlığın istifadesine sunmak. Buna karşılık sosyal bilimler hala ortaçağ uykusunda abesle iştigal ederek, soyut kavramlarla cambazlık yaparak vakit geçirmekte, insanlığa, toplumlara en ufak ve somut bir yarar sağlayamamaktadır. Çünkü onların ahlaken kabul edilebilecek bilimsel bir amaçları bulunmamaktadır. Çünkü onlar hala var olan düzeni korumaktan, yüceltmekten, kutsamaktan başka bir şey düşünmemektedirler. Kanıt mı gerekiyor? Doğa bilimleri geçtiğimiz yüz yılda her sene bilgi birikimini ikiye katladı ama sosyal yapılarımız kültürlerimiz hala geçmiş yüz yıllardan beri koruna gelen örfler, adetler ve gelenekler doğrultusunda ve ışığında belirlenmektedir. Sosyal bilimlerin geliştirdiği yeni bir yaşam biçimi, yeni bir yaşam kuralı bileniniz var mı? 2.500 yıllık demokrasi tarihinde ne değişti biliyor musunuz? 2.500 yıl önce küplere ve çömleklere ufak taşlar atarak demokratik seçimler yapılırdı. Bu gün ise tahta sandıklara kağıt parçaları atarak. Başka ne değişti?

Yaşam biçimlerinin, kültürün, toplumsal yapıların geliştirilebilmesi egemen kültürün sorgulanıp, analiz edilip bunların hangi yönünün iyi hangi yönünün de kötü sonuçlar doğurduğunun araştırılıp o unsurların düzeltilmesi ile mümkündür. Senelerdir laiklik ve demokrasi uygulamaları yapıyoruz. Peki bu uygulamaların siyasallaşma biçimimiz üzerindeki etkileri, iyi veya kötü yanlarıyla bilimsel bir araştırmayı hiç mi hak etmiyor? Laikliğin bu güne kadar ne faydasını gördük, ne zararını şeklinde bir bilimsel araştırma yapılmış mıdır? Kesinlikle hayır. Halkın % 10 unun okuma yazma bilmediği, ortalama eğitimin 3, 5 yıl ile sınırlı kaldığı bir toplumda demokratik seçimlerin ülkenin yönetim biçimi üzerinde pozitif veya negatif etkilerinin neler olduğu şeklinde bir araştırma yapılmamıştır. Peki bu araştırmalar yapılmamışsa biz laikliğin veya demokrasinin "iyi şeyler" olduğunu nereden biliyoruz? Bunları da mı vahiy yoluyla öğrendik ve çocuklarımıza ezberletip duruyoruz? Sonuçlar ortada değil mi? Gidişatımız hepimizi ürkütüyor. Her gün birileri yazıyor: Korkuyorum! Bu kadar kişinin korkuyorum diye çığlıklar attığı bir ülkede bu korkuların analizini yapıp, çözümler geliştirebilecek sosyal bilimlerin olmaması inanılır gibi değildir.

Peki, şimdi burada artık bir şeyler sormak lazım değil mi: eğer açlık, yoksulluk, gelir adaletsizliği gibi evrensel sorunları çözmek eninde sonunda kendi çıkarlarını düşünen siyasilere ihale ediliyor, onlardan çözümler bekleniyor, onlarda Avrupa Birliğinden gelen uyarılar doğrultusunda uygar medeniyetlere uyum sağlamaya çalışıyorlarsa üniversitelerden, sosyal bilimcilerden ne bekliyor olabiliriz ki? 70 milyonluk nüfusa ve bin yıllık bir tarihe sahip bir ülkenin geleceğini büyük ölçüde imam hatip mezunu bir partinin entelektüelitesine emanet ediyorsak bunda bence o partinin en ufak bir kabahati yoktur. Meydan boşsa o meydanı dolduracak birileri mutlaka çıkar. Bu cevabı olmayan bir soru değildir. Asıl cevaplanması gereken soru, eğer yoksulluk, geri kalmışlık, imam hatipliler tarafından yönetilmek yani makûs talihimiz bir kaderse üniversitelere, bilim adamlarına ne gerek olduğudur?

Bu ülkede ve bütün dünyada ülkenin ve insanlığın geleceğini ciddi bir şekilde düşünen iyi niyetli hukukçular, ekonomistler, siyasal bilimciler, eğitimciler ve her alandan sosyal bilimciler mutlaka vardır, bunu biliyoruz. Ama onların bilmesi gereken de şudur ki, bir bütün olarak ele aldığımızda sosyal bilimler doğa bilimlerin en az iki belki de üç yüz yıl gerisindedirler. Çünkü toplumların sosyal yapıları tüm çıplaklığıyla ortadadır ve bu kadar bariz yapısal, kültürel ve hukusal sorunların çözümünü de her halde kimyagerlerden, fizikçilerden değil, her ne iş yapıyor olurlarsa olsunlar bütün sosyal bilimcilerden beklemek onları finanse eden insanlığın en doğal hakkıdır.

Sosyal bilimlerin doğa bilimlerine oranla geri kalmışlığı yalnızca bizim ülkemize münhasır bir ayıp değildir. Bu bütün dünyada da böyledir. Buda insanlığa karşı bilim camiası tarafından yapılan büyük bir haksızlıktır ve bilgi çağına hiçbir şekilde yakışmamaktadır. Bilimsel bir hukuk, bilimsel bir siyaset, bilimsel bir ekonomi, bilimsel bir eğitim olmadan ne savaşlar son bulabilir, ne de insanlık eşitlik, adalet, refah ve huzur görebilir. Yer yüzünde varlığını sürdüren bir milyon çeşit canlı varlık arasında sadece ve sadece insanlar arasında DAVRANIŞ BOZUKLUKLARINA rastlanması, hem de çok yaygın bir biçimde rastlanması ne doğanın ne de insanların bir kabahatidir. Bu kabahat sadece ve sadece bu paradoksun nedenselliğini araştırmak bir yana merak dahi etmeyen sosyal bilimcilere aittir.

Statüs Quo’nun, onun egemen kültürünün ve o kültürün belirlediği siyaset biçiminin yönettiği bilim bilim olamaz. Çünkü bilim kültürü, siyaseti ve siyasal yapıyı belirleyebiliyorsa ancak o zaman bilimdir. Bilim bilim için yapılmaz. Bu nedenle de doğa bilimlerinde olduğu gibi sosyal bilimlerinde somut bir yararının faydasının, es deyişle işlevselliğinin olması gerekir.

Netice olarak doğa bilimlerinde de olduğu gibi sosyal bilimler içinde bilim nedir ve ne işe yarar sorusunun cevaplanması muhakkak ki sosyal bir gerekliliktir. Bu soru hiç sorulmamış, hiç cevaplanmamış olsa da mutlaka bir cevabının olması gerekir ve bu cevap da hem sosyal bilimlerin varlık nedenini hem de bu bilimlerin amacını ortaya koymalı ve aynı zamanda da ne işe yarayacağı sorusuna bir cevap olmalıdır, ki bu cevapta ancak,

Sosyal bilimler bütün insanların eşitlik, adalet, refah ve barış içinde bir arada yaşamalarının koşullarını ve kurallarını araştırır ve insanlığın hizmetine sunar

şeklinde olabilir. Başka türlü ne sosyal bilimlere gerek vardır, ne de onların entelliklerine israf edecek kadar çok kaynak. Yok eğer sosyal bilimler sosyal sorunları çözemiyorlarsa da bütün bilinen sosyal sorunların çözümlerini imam hatip mezunlarına ihale ederiz olur biter. İşin özü: Her yol sadece Roma'ya gitmez, her yol Tahran'a da gider ama hangi güzergahın takip edilmesiyle en kestirmeden ve güvenceli bir şekilde Roma'ya varılacağını bize bilimler söylemelidir. Tabi bilimlerin bunu söyleyebilmesi de bunu önce bilim adamlarının bilmesine, bilmesi de bu güzergahın ilkin araştırılmış olmasına bağlıdır. Deneme yanılma metoduyla Roma'ya gidilecekse bunu herkes yapabilir, bunun için cüppe giymeye gerek yoktur.

 
Toplam blog
: 23
: 33442
Kayıt tarihi
: 08.10.06
 
 

Bir 3 Mayıs sabahı leylek getirdi beni dünyaya. Adetmiş, hemen ismimi dualarla kulağıma fısıldası..