- Kategori
- Anılar
Bir dergiden yola çıkarak bir neslin analizi
Hey Dergisi
''Bunlara gerçekten de talep var mı?'' diyorum, yanıtın ''Evet'' olacağını bilmeme rağmen.
Bir türlü inanasım gelmiyor ama sanırım işin özü de bu. Eskiyen şeyler, kendilerine yüklenen anlamlarla birlikte, zamanla değer kazanıyorlar.
''Abi sen 80'ler dizisi ve Ergun Plak'ı izlemiyorsun galiba?''
Evet, gerçekten de izlemiyorum ama bana ne demeye çalıştığını da aslında gayet iyi anlıyorum.
''Yok yok, biliyorum o diziyi'' diyorum. ''Sürekli izleyicisi değilim, hoş artık doğru düzgün televizyon seyretmediğim için sadece dizi değil hiçbir şeyin izleyicisi saymıyorum kendimi, ama bir kaç kez gözüme takıldı, hakikaten de hiç fena değilmiş doğrusu.''
Ergun Plak'ın dükkanının vitrininde sıralanan plaklar, içeride isteğe bağlı doldurulan kasetler, sadece kapaklarıyla bile insanların içlerinde geçmişe dönük bir şeyler uyandırmaya yetiyor da artıyor.
''Doğru'' diyorum, ''Eski plaklar o kadar rağbet görürken, müzik dergilerinin de kendilerine göre bir müşterileri olması normaldir elbette...''
Tatavla'daki dükkanında çalışan arkadaşımın, HEY dergisinin 29 Kasım 1976 tarihli sayısını, internetteki sitesine 15 TL satış fiyatı ile kaydederken başlamıştı tüm bu soru cevap şeklinde süren muhabbet.
O sırada sanki bir şeyler beni dürtüyor ve dergiyi elime alıp sayfalarını karıştırmaya başlıyorum.
Önce Bülent Ersoy ile karşılaşıyorum derginin sayfalarında,
''Sahnede cicili bicili giysilere taraftar değilim...'' diyor Bülent Ersoy.
Bazı sinema artistlerinin kendi eski filmlerini sonradan asla seyretmediklerini okumuştum bir yerlerde, acaba Bülent Ersoy şimdilerde bu röportajını anımsıyor mudur?
O günlerde muhtemelen kendini kabul ettirmek adına, Zeki Müren'e bir mesaj vermeye çalışıyor olsa gerek bu cümle ile.
Bahçıvan tulumu ve kareli gömleği ile bugünlerde ekranlarda gördüğümüz (kendi adıma konuşursam, demin de dediğim gibi doğrusu ben ekranlarda aslında pek de bir şey görmüyorum) Bülent Ersoy'dan ne kadar da farklı.
*****
Derginin bazı sayfalarında doğal olarak o günlere ait reklamlar da var. O zamanlar şimdiki 'sosyal medya' kavramı olmadığından, gençlerin birbirleriyle haberleşip, hayranı oldukları sanatçılara ulaşabildikleri yegane mecra, haliyle işte bu ve az sayıda benzeri olan dergiler.
Editöre yazılmış mektuplarda, şarkıcılara, artistlere dair akla gelmeyecek sorular sorulurdu o günlerde. Yazı kurulları da tek tip kuru yanıtlarla bunları açıkçası geçiştirirlerdi.
Sonra, sanatçılara mektup yazmak isteyenlerin en çok istediği şeyler, hayranı oldukları kişilerin adresleriydi. Bu konunun da kolayı vardı. Dergilerde, sanatçıların menajerlerinin ya da müzik yapımcılarının iş adresleri verilir ve oraya yazacakları mektupların kendilerine ulaştırılacağı söylenirdi.
O mektuplarda en çok istenen de, imzalı fotoğraftı. Artık çok meşhur değilse belki kendisinin imzaladığı ama eğer başını sahne çalışmalarından, gazino programlarından ya da film çekimlerinden kaldıramayacak kadar meşhur ise de muhtemelen kendisinin yerine eli kalem tutan, şık bir imza da atabilecek birisi, tüm bu hayran kitlesinin taleplerine cevap vermeye çalışırdı.
Bir de gençlerin kendi aralarında yazışma arzuları vardı. Avrupaya zamanında çalışmaya gitmiş olanlar, yaz aylarında Mercedes'leriyle ülkeye döndüklerinde, çocukları da aslında büyük bir kısmı hayal dünyalarının ürünü olan öyküler anlatarak o zamanın gençlerine 'kapılar açarlardı'.
Gurbetçi gençlerin anlattıklarını dinleyen herkes o günden sonra rüyasında kendisini, Avrupalı kız arkadaşı ile görür ve bir gün mutlaka oralara gideceğinin hayali ile yaşayıp, bunun için de her türlü fırsatı değerlendireceğine and içerdi.
Peki, Avrupa hayali kurulurdu da, içinde kız arkadaş olmaz mıydı?
İşte o yüzden de bütün herkes Avrupalı bir kız ile mektup arkadaşı olmaya çalışırdı. Çok azı ciddi, çoğunluğu fırsatçı şirketler ya da kişiler de bu talebi dikkate alarak gençlere, ne kadarının gerçek ne kadarının da hayali olduklarını hiç kimsenin bilemediği mektup arkadaşı olmak isteyen Avrupalı kızların adreslerini satarlardı.
Tam dergiyi kapatıp tezgahın üstüne koymak üzereyken bir şey dikkatimi çekiyor...
O ana kadar en ufacık bir duygu hissetmeden, sadece eski bir dergiye bakıyorken bir anda çocukluğuma dair kısa filmlerden bir tanesi vizyona giriveriyordu sanki.
İlk aklıma gelen de,o bir türlü çıkmayan 'kapak' için içilen kolalardı.
Kapağı olabildiğince az yamultarak açılan kola bir kenara bırakılır ve artık elde ne varsa, belki bir anahtar ya da açacağın az keskin tarafı ile kapağın içindeki plastik daire kaldırılarak heyecanla, fotoğraftaki futbolcunun kim olduğuna bakılırdı.
Çünkü nedense (tabi nedenini şimdi hepimiz çok iyi biliyoruz değil mi?) o takım fotoğrafında mutlaka eksik olan bir yüz vardı. Hangi takım olursa olsun, hangi mevkide oynarsa oynasın mutlaka ama mutlaka bir kişi assolist gibi sahneye çıkmakta nazlanırdı.
Şimdi doğrusu tam olarak hatırlayamıyorum, futbol takımlarının kartlarını ücretsiz mi dağıtırlardı yoksa onlar da satılırlar mıydı, pek emin değilim. Ancak o kartları aldıktan sonra, kapakları tersten tutkalla kartonun üzerine yapıştırırken, futbolcunun kafasının fotoğrafa tam olarak oturması için nasıl da uğraşırdık, onu unutmak olası değil.
Şimdi reklama bakıyorum da doğrusunu söylemek gerekirse, bluejean takım kazanabilmek için kola kapağı peşinde koşan 'saf' bir nesilmişiz meğerse.
Bundan ne sonuç çıkartmak gerektiği konusunda da aslında kararsızım. Ülke ne kadar da fakirmiş diye mi düşünmeli, kot o zamanlar bayağı itibarlı bir giyecekmiş mi demeli yoksa bizler havuç peşinde ömrünü tüketen karakaçan saflığındaymışız mı?...
Artık kararı sizler verin ama sanırım en üzücü olan yan, çocukluğumuzdaki o saflığı bir daha asla bulamayacağımız olsa gerek.