Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Eylül '11

 
Kategori
Öykü
 

Bir kaybedenin dört kadehi

Bir kaybedenin dört kadehi
 

İnsan insana benzer, bu öykünün kahramanı fotoğraftaki değil ama, nasıl da benziyor.


Ne sen şehri tut, ne koca şehir tutsun seni. Olacak iş mi? Çık şehirden sen, gel şu nefesinden birbirini tanıyan insan kasabasına. Vur küçümen boyacı sandığını sırtına, aç tezgahı aynı yere...

O kadar zaman oldu ki, olacak iş değil diye hayıflanmanın bile sırası geçti. Kimse bilmez ne zaman geldi, nedir hikâyesi...

Bir karış sakalı, belli belirsiz güldüğünde eksik dişlerini saklamak için mütemadiyen elini ağzına götürüşü, bu zamanın epey seyrelmiş saçlarıyla, gençlik günlerinin gür saçları arasında fersah fersah mesafe olan iri kafası, kendine has sallantılı yürüyüşüyle tanınırdı; Rüstem'di adı, mahallenin kaybedenler hanesinden sayılırdı.

Bugün, hiç sessiz, sitemsiz bol fırça attı yine ayakkabılara, hayata atarcasına...

Ayakkabı boyatana da bir haller oluyordu, tanıyordu artık ayakkabı gibi insanın da hasını. Kimi azarlar, kimi bozardı. Kiminde bir alım, çalım...

Eğri adamların düzgün olsun paçası diye geçip dalgasını, günü devirdi. Şöyle bir yokladı cebini; iki yirmilik, bir beşlik. Hiç de fena değildi.

Bununla neler olmazdı ki? Bir kere içilirdi ki, en güzeli buydu.

Cebinde ciğerini çeker gibi içecek iki dal sigara da cabası...

Ne yaşamaktan yana yorgunluğu, ne kahrı kalmıştı. Akşam gibi çökmemişti bugün omuzları.Cilası yerinde günlerden biriydi anlayacağın.

Düştü evinin yoluna. Ev mi? Ev denmezdi ki! Kırık camlardan mütevellit bir göz oda, bir hela, bir de iki kaşık su döküneceği banyo...

Banyo deme! Banyo bozması denilecek yere, odun bulmak gerekirdi suyu ısıtacak. Yoksa lastik yakacak, mahallenin canına okuyacaktı.

Eylül dayanmıştı kapıya azılı borçlu gibi.Havada belli belirsiz bir ürperme...

Ocak batıran kış, gözünde nasıl da büyüdü şimdi.Onun damı akar, çocuklar sıcak evlerinde camda yol yol olmuş yağmura bakardı.

Bunları düşünüp akşamını zehir edemezdi ya! Dayandı kapıya.

Hop, bir omuz...

Kapı hiç itirazsız açıldı. Kilitsizdi nasıl olsa.Neyi vardı ki, kim girsindi? Ziyafet görsündü bu akşam fakirhanesi.Koltuğunun altında kuzu gibi duran rakıyı koydu önce masaya.Sonra iki dilim yağlı ballı peyniri, yarım ekmeği, iki irisinden domates, biraz da yeşilliği...

Tam olmuştu şimdi manzara.

Yazın gözünü sevsindi.Her şey bol ve üç otuz paraya... Attı elini radyoya.Cızırdamasa bari diye büktü kulağını. Kanal desen hep aynı istasyona çakılı. Bazen ayar ediyordu adamı, parazitin Allah'ına boğuyordu her yanı.

Hadi koçum demeye varmadı, bir türkü yükseldi ki, ilk kadeh nasıl devrilmesindi?

Al hançeri kadınım vur ben öleyim,

Ah, kapınızda bir danem kul ben olayım.

O saniye, yalnızlık bitmez bir saltanat gibi gelip kuruldu içine. Nerede evinin içindeki dirlik düzen, nerede pişen yemek, nerede iki güzel söz, bir tatlı bakış...

Açsam yüzünü baksam doysam, al hançeri gadınım vur ben öleyim
Ah kapınızda bir danem kul ben olayım

Kul olurdu şu dakika kapısında. Olurdu olmasına ya, çocuklarla bir olup kovmaktan beter eden de o değil miydi?

Sitemi, bir hışımla gelip içinde büyüyen sevgisini oracıkta boğuverdi.

Sevgi dediğin neydi ki? Gözü açılmamışken evlendirdiler ağa kızıyla.Ağa kızı yayıldı hayatına.

Evde hep pişmiş tavuk isteniyordu dışarıdan. Pişmiş aşa su katıyordu anlaşılan.

Temizlik söz konusu olsa, ki olmazdı kesif bir koku yükseliyordu ortalıktan.

Tamam, kendisinin de kusuru vardı iki kişilik yaşamaktan yana.Eşi içmesinden dertli, " o zıkkımla evli" derdi.O da boşamadı gitti.

Biraz eğilmeliydi evine, eşine çocuklarına. Bunu zor itiraf ederdi doğrusu kendine ama söyletiyordu ikinci kadeh işte.

Son parasını az mı bıraktı eve harçlık diye.

Ne yapar ne eder ekmeğini eksik etmezdi evin.Aç biilaç değillerdi, ele güne muhtaç etmemişti. Yetmezmiş, ondan ibaret değilmiş demek.

Ne çok  kere oldu;  işe gitmek için  taban patlatıyordu  onca  yolu. İkitelli deyince iki parmak havaya kaldırıyordu, bitiyordu yanında dolmuş. Sonra gide gele ahbaplık kurdu şoför esnafıyla; olmasa da parası, bırakırlardı fabrikaya. Babasının hayrına değil, verirdi parayı akşama.

Sonra fabrika Güneşli'ye taşınınca biraz aydınlanmıştı içi, isminden olsa gerek. Oysa yeri değişmiyordu ki; hep  karanlık ve izbeydi.

Vitrinlerde boy gösterecek envai çeşit yakışıklı kot, tişört ... geçiyordu elinden. Beti benzi atana kadar taşlanıyordu çoğu, bazısı buharda ütüleniyor, birazı boyanıyordu kazanlarda.

Şef yapmışlardı fabrikaya. "Bey" geliyordu adının önüne.Her gün telefonda aynı teraneler...

-Rüstem Bey, noldu bizim siparişler?

-Yetişiyor efendim.

-Akşama hazır olsun.

-Çalışıyoruz efendim.

-Çalışıyoruz ne arkadaş? Yetiştirin be! Kafa mı buluyorsun bizimle?

-Yok, yani onu demek...

-Onu, bunu bilmem.Akşama yolluyorum kamyoneti, üç parti mal.Hadi mahcup etme bizi.

-Peki...

diye sürerdi emri vaki.

Yabancı markalar ile yerliler aynı kazanda kaynıyor,ama farklı fiyata satılıyordu.

Şartları ağır ama maaşı iyiydi.Sosyal yardım da oluyordu; yakacak, gıda, kırtasiye...

Ama cebinde para, akşam oldu mu, doğru Kanatçı Haydar'a... Kapıdan girince başlıyordu hürmet. Yerleri süpürecek kadar eğilen garsonlar etrafında pervane, mekânın müdavimleri sülük gibi yapışıyordu canına.

İki söz, biraz dert dökülüyordu orta yere, eşlik ediyordu kadehler.Ona kalsa seviliyordu canım, itibarı vardı, sayılıyordu buralarda.

Sonrasını sorma! Bıraksana! Menfaat dünyası... Zor aymış, her şey para kadarmış. İyisi mi, şimdi olsa yine yaparmış.

Bardak üçüncü kez dolarken Songül diye inledi. Bir kız, sonra bir kızı daha doğunca, kızların "Songül'ü olsun diye sevimsiz bir temenni düşmüştü sondan öncekinin ismine.

Kızının gamzesi gözlerinin önünde, kara gözlerini çevreleyen gür kirpikleri bir de.

Songül...

Ne olduğunu anlamadan kaldı ameliyat masasında..

Türkü bitmiş, bir yağmur bulutu yükünü almış da durmuştu gözünün kıyısında.O ara, oynak bir şey başlamıştı. Küfür gibiydi, eğlence mi vardı burada? Adam gibi çalmıyor deyip elinin tersiyle vurdu radyoya.

Hıncını ondan çıkaracaktı ya, ayarsız eliyle yerle bir oldu radyo, sesi kesildi.

Dördünce kadehe geldiğinde içindeki sesleri de dinlemeye yoktu mecali.

Onun da sonu görününce, şişenin dibiydi sanki yaşamak. Dibine vurmuştu yine. İki kadehle hoş, dördüncüde sarhoş oluyordu.

Oysa kalkıp akşamsefalarını sulayacaktı camların önünde. Bükmüşlerdi boyunlarını. "Akşamdan akşama su ister bunlar, başka şey bilmez, biraz da güneş..." demişti çiçekçi.

Ona mı bakacaktı, bir kadına bakamamışken.  İkisi de çiçekti nihayetinde, biraz özen, biraz gayret...

Yapabilirim diye aldı.

Kaldı yarına.

Yarın da bugün gibiydi nasılsa.

Yaşatamadan soldurduğu çiçekti Rüstem'in ömrü, kim bilir hangi efkârlı gecenin ortasında kuruyacaktı.

 

 
Toplam blog
: 80
: 1644
Kayıt tarihi
: 02.12.06
 
 

..