Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Kasım '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Bir mekân, bir şiir, bir ben, bir de öğretmen.

Bir mekân, bir şiir, bir ben, bir de öğretmen.
 

E-Günlüklerimiz yoktu o yıllarda.

Sanal dostluklarımız, sanal arkadaşlıklarımız ve sanal sevgililerimiz…

Sanal dert ortaklarımız, sanal hayranlıklarımız, sanal düşmanlıklarımız da yoktu.

Alabildiğine gerçek, alabildiğine insan kokan bir yaşamımız vardı.

İnsan kokulu günlerde, kendimizi kendimize ait –varsa eğer- odamıza atar hayattan süzdüğümüz ne var, ne yoksa şiir defterlerimize, hatıra defterlerimize aktarır duygularımızın coşkularını kendi başımıza yaşardık.

Şimdilerde tuhaf gelebilir ama biz o yıllarda şiirler ezberlerdik odalarımızda.

Ezberleyemediğimiz şiirleri küçük kâğıtlara yazar, otobüste, dolmuşta ara-ara göz atıp ezberimize almaya çalışırdık.

Neye gerekirdi ki bu şiirler? Neden belleğimizin bir köşesinde dizeler tutardık? Neden ceplerimizden “karalamak” için kâğıtları, kalemleri eksik etmezdik?

Kimimiz sevgilimiz için ezberlerdik, kimimiz dostluklar için… Ne için ezberlersek ezberleyelim, mutlaka bir-kaç şiiri bilirdik.

Ceplerimizdeki küçük kâğıtlara ya sevgilimizin ismini karalardık, ya da hayata bakan dizeleri.

Şiirler bazen meyhanede lazım olurdu, bazen mahpusta, bazen sevgilinin kucağında, bazen bulvarın üstünde…

Bayramlarda mahpustaki arkadaşlarımız için kartpostal satar, kazandığımız paraları onların ihtiyaçlarına harcardık.

Çok kazanmışsak bekâr evlerinde kalan arkadaşların öte-beri ihtiyaçların görür, uzunca zamandır tatmadıkları yiyecekleri alırdık…

Şiirler bunlar için de lazım olurdu bize…

Ankara’ da Gökdelenin önünde, üzerinde vurulan bir askerin siyah-beyaz görüntüsü olan ve “neden” yazan kartpostalları “içerdeki arkadaşlarımız için satarken” bağıra-bağıra şiirler okurduk.

Hor baktık mı karıncaya?
Kırdık mı kanadını serçenin?
Vurduk mu karacanın yavrulusunu?
Ya nasıl kıyarız insana?

Ya da, Nazım Hikmet’ in siyah-beyaz kartpostalını sallaya sallaya bağırırdık:

Dört nala gelip uzak Asya’ dan
Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim…

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
Bu hasret bizim…

 

İşte o yıllarda bir de birahanelerimiz vardı…

Kimimiz sanayide çalışarak, kimimiz grafik hazırlayarak, kimimiz karikatür çizerek, kimimiz kesekâğıdı yaparak kazandığımız paralarla biracıda buluşurduk.

Biracı dediysem, öyle serseri yatağı değil…

Öyle herkesin takıldığı, küfürlerin, sigara dumanlarının uçuştuğu mekânlar değil…

Kendimize göre nezih, kendimize göre güvenli mekânlara giderdik.

Yanımızda “bacımız” dediğimiz kız arkadaşlarımız, “arkadaşım” derken yüreğimizden söylediğimiz, gerektiğinde omuz omuza kavgalara girdiğimiz, sırt sırta verip hayatla mücadele ettiğimiz, teri terimize, sevinci yüreklerimize karışan gerçek dostlarımız…

İşte bu dostlarla en çok gittiğimiz mekân Sakarya Caddesini kesen sokaklardan birindeki “Büyük Ekspres” birahanesiydi.

Hâlâ çalışıyor Ekspres. Ama o tarih kokulu mermer masaları, tahta oturakları, sahipleriyle birlikte müşterileri de değişmiş.

İşte o birahanede de lazım olurdu şiirler.

Akşamın ilerleyen saatlerinde bilmem kaçıncı bira yuvarlanıp, bilmem kaçıncı biberli leblebi tabağı geldiğinde şiir ve edebiyat sohbetleri başlardı masalarda.

Sessiz bir uğultunun içerisinde masalardan bazen hasret şiirleri, bazen memleket şiirleri okunurdu. Kimisi ayağa kalkar bir tiyatro oyununun repliğini bağıra bağıra okurdu.

Komşu masadaki şiire bir başka masadan nazire yapılır, repliğe replikle yanıt verilirdi.
Birbirleriyle sadece birahane aşinalığı olan ama hiç tanışmamış insanlar ansızın şiirlerin büyülü dünyası içinde dost oluverirler, şiir alış-verişleri başlardı. Ertesi akşam yeni ezberlenmiş şiirlerle gelinir, alış-veriş sürer giderdi.

Mekânının en gençleri (ya da toyları diyelim) bizlerdik.

Biz, şiirimiz eğer “cuk oturmayacaksa” asla atışmaya girmez ama yeri geldiyse ve bir şiire, bir repliğe nazire olacaksa oturduğumuz yerden şiirimizi –yüksek sesle- okurduk.

İşte böyle bir akşamda (30 Eylül 1979) bir-kaç masa öteden Cem Karaca'nın bir şarkısının sözleri (Bir Öğretmene Ağıt) okundu:

Bu gün okul yok artık çocuklar
Ama yarın mutlaka açılır
Eller büyür, hemen kavuşturmayın ne olur
Bırakın biraz daha yatayım
Başıma değen taşlar çocuklar
Şakağımdan sızan kan…
Ağlamayın çocuklar
O eller de bir gün kırılır
Kapatın gözlerimi, bağlayın çenemi
Ben toprağa hazırım
Yanında yer ayır Kubilay teğmenim
Yoksul bir köyde öğretmenim
Biliyorum bütün kabahat bende
Öğretmen oluşumda ve
Saklamamamda bu aydınlık düşüncemi
Ama ben cumhuriyette doğdum
Cumhuriyet çocuğuyum
Olamaz öğretmen oluşum suçum…

Son mısraları okurken gözyaşları sicim gibiydi.

Yerine oturmadan önce dimdik durdu:

- Seni sevgiyle anıyorum Çetin öğretmenim… Seni öldüren eller de kırılacak bir gün…

Yerine oturduğunda buz gibi bir hava esti… Herkes Çetin Öğretmene sahip çıkamamanın üzüntüsünü yaşıyordu.

Sessizliği gür sesiyle Mustafa bozdu:

Ekilir ekin geliriz
Ezilir un geliriz
Bir gider bin geliriz
Çetin’ i vurmak kurtuluş mu?

O gece büyük bir coşkuyla öğretmen şiirleri okundu.

İşte bir sonraki yazımda aktardığım ve şairini hala merak ettiğim şiiri o gece peçetenin üzerinde not almışız.

Yıllar sonra sizinle paylaşacağım.

Bir umut; belki şairini bilen vardır…

 
Toplam blog
: 90
: 2099
Kayıt tarihi
: 27.05.07
 
 

Yaşayacağım yıllar yaşadıklarımdan daha az... Öyleyse "adam gibi yaşamalı" diye düşünüyorum. Kola..