Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Kasım '08

 
Kategori
Öykü
 

Bir mesai çıkışı...

Bir mesai çıkışı...
 

Fotoğraf:www.forumvadisi.com


Pastırma yazının yüzünü gösterdiği bir Kasım akşamüstü, başkentte, mutena bir semtte…

Dışarıda gün, sabahtan bu yana bir prens gibi dolaştığı beyaz atından inmeye hazırlanıyordu.

O, mesai biter bitmez dar odalarda ve uzun koridorlarda sıkılan ruhunu, artık koltuğunun şeklini almaya başlayan bedeniyle birlikte hışımla dışarıya, caddeye attı.

Gün boyu, tozlu raflara ve dosyalara karşı, boynunda bir yelpaze gibi sallanan baba yadigârı ipek kravatını kibar bir hamleyle düzeltti. Mesai boyu, güneşsiz bir odada flüoresan ışığına ayarlı gözleri, hafif alaca da olsa gün ışığıyla yıkanınca tıpkı sabahki gibi kamaştı.

Geniş kaldırımlara vitrinlerle el ele, estetik ışıklar yayan ak, pak, genç ve güzel kızlarla karşılaştı. Onlara doğru, oldukça yorgun çehresi ve kamaşan gözleriyle ürkek bakışlar attı. Ama nafile! Karşı sıra gelen bu cinsi latifler ona, o her seferinde elinin tersiyle iterek reddettiği rüşvet zarfları kadar uzaktılar. Zaten, o yürüyüş ve salınışlarına yansıyan rahatlık evreninde hedefledikleri, o, 'kendilerini rahatça yaşatacak olan kişinin kazancı'nın haklılığı ve meşruluğu konusunda titizmiş, dert edermiş gibi de hiç görünmüyorlardı…

Hey hat! dedi içinden...Balkan harbi, Cihan harbi, Kurtuluş savaşı derken ardı arkası gelmeyen cenkler için, ağızlarından bir şikâyet sözü çıkmadan, nesi var nesi yoksa hepsini veren, uzak denizlerin kıyılarından orta yaylalara doğru, günlerce, haftalarca çok zor şartlarda cephane taşıyan, İkinci Dünya Savaşı yıllarında ekmek niyetine erkeğiyle birlikte süpürge otu yiyen Anadolu kadını belirdi ansızın zihninde… 'Bunlar onların torunları olabilir mi hiç?' diye sordu kendi kendine. Oysaki 9 Ağustos (1999-İzmit) depreminde kadın-erkek, genç-yaşlı, zengin-fakir bir arada, o muhteşem dayanışmayı gördüğünde, yarınlar adına oldukça umutlanmıştı. Daha dün gibi diyesi geldi...Oysaki aradan tam dokuz yıl geçmişti…Küresel, aşırı iletişimsel ve post-modern bir dokuz yıl!

Bizimkinin bakışlarındaki ürkeklik, yüzündeki saf ifade ve giyim kuşamıyla sergilediği kurallara uygun düzenlilik, hem o estetik kadın jürileri önünde, daha ilk anlarda sorgusuzca elenmesine yol açıyor hem de kaldırımlarda çoğunluğu oluşturan salaş ve ultra modern giyimli gençlerle taban tabana bir zıtlık oluşturuyordu.

Dışarıda gün sabahtan bu yana bir prens gibi dolaştığı beyaz atından inmeye ve geceye hazırlanıyordu…

Yine karşıdan TV dizilerindekilere nazire yaparcasına gelen bağrı açık, siyah ya da lacivert takım elbiseli, kirli sakallı ama bakımlı bazı adamlarla, barby bebek taklitli bazı bayanlar mesai arkadaşlarına hiç benzemiyorlardı! Caddede yavaşça yol alan bazı dört çekişli araçlar, iş seyahatine gittiği kırık dökük siyah plakalı araçlara nasıl hiç benzemiyorsa, işte öyle…

Gece, seviyeli yalnızlığına eşlik etsinler diye, biraz kuruyemiş, hafif bir meze ve 20’lik bir de rakı almak için küçük bir çerezciye daldı. Genci, orta yaşlısı hatta tek tük oldukça yaşlısıyla hızlı hareket eden, esprili ya da cilveli ve açık göz bir müşteri grubu arasında sıkışarak bir süre hareketsiz ve şaşkınca kalakaldı. O müşterilerin ve esnafın dışarıdaki hayat gibi seri, kıvrak ve esnek tavırları arasında yine düşüncelere daldı… Onlar bazı hâl ve durumları hiç merak etmiyor, gözlemlemiyor ve sorgulamıyorlardı. Onlar sadece ve hep kendi işlerine bakıyorlardı. Etrafa ve kendi içlerineyse pek bakmıyorlardı!

Çerezcinin yanındaki kitapçı ise aksine çok tenhaydı. İçeride birkaç genç... Buruk bir tebessüm belirdi dudaklarında, zihninden geçenleri okuyarak... ' ortalama yılda altı kişiye bir kitap düşen ülkemde, o nitelikli azınlıktan birkaç kişi bunlar olsa gerek'

O, 30’lu yaşların başlarında, oldukça çalışkan, dürüst, idealist ve bekâr bir memurdu. İşinden çıkmış yaya olarak baba yadigârı evine gidiyordu.

Bir ilköğretim çocuğu da ‘ Varlığını armağan ettiği ulusu’na layık bir adam olabilmek için ‘daha çoook çalışması gerek’tiğini düşünerek kaldırım kenarında servisini bekliyordu.

Mülkiye’den " ey vatan göz yaşların dinsin, yetiştik çünkü biz..." diyerek yeni mezun olan bir genç de oradaydı. İşsizlikten, 2001 krizi sonrası artık yabancı sermayeli olan bir banka şubesinde bir süreliğine de olsa memur olabilmek için başvurusunu yapmış. Bu durumun buruk heyecanı ve hüznüyle güzel sevgilisine ne söyleyeceğini düşünerek onların arasından geçiyordu…

Bu üç kişinin yükleri diğerlerine göre oldukça ağırdı. O yüzden yürürken gözlemliyor, arada bir düşünüyor, dalıyor ve bazen de tökezliyorlardı. Çünkü onlar, kendi ağırlıklarının yanı sıra, bazı büyük hataların da yükünü taşıyorlardı. Zamanı gelince ve usulünce indirmek üzere…

Onların üçü de 'kendini bir ürün gibi pazarlamayı' ayıp sayan bir kültürden geliyorlardı! Hak ettikleri davetiyeleri ise, artık hiç bir matbaa basmak istemese de, bazı gönül matbaaları onları gizli, gizli her gece sabahlara kadar basıyorlardı. O matbaalar bizimdir ve yarınların baskılarını şimdiden yaparlar. Umutla ve sabırla...

Kalabalıktaki diğerleri ise seke seke, serçeler gibi şen ve rahat yürüyorlardı...Daha hafifleri ise, köpükler üzerinde uçan kelebekler gibiydiler, karanlık bir gecenin içine doğru…

Aynı saatlerde, okyanus ötesi dev bir ülkede yeni seçilen başkanın zafer konuşması televizyonlarda yankılanıyordu. O ülkede ise, zaman içinde biriken ağırlıklar, yeri ve zamanı geldiğinde dünyanın geri kalanının üzerine yükleniyordu.

Beyaz atlı gün de, her zamanki gibi, üzerinde 'zaman' yazılı gözalıcı ve dipsiz heybeleriyle aynı geceye doğru umarsızca yürüyordu...

İ.Ersin KABOĞLU,

5. Kasım. 2008, Ankara

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..