Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Aralık '06

 
Kategori
Eğitim
 

Bir rehberlik çalışması

İşte köy okulu dediğin böyle olmalı. İnsan arabadan inince, adımını okulun kaldırımına atmalı. Atmalı ki teftişe sakin başlamalı. Biz de öyle yapıyoruz ve yeni yapıldığı nohut renkli badanasından ve kırmızı kiremitlerinden, bir de ayağımızı attığımız kaldırımından belli olan okula giriyoruz. Kısa bir sohbetten sonra sınıfları paylaşıp müdür odasından çıkıyoruz. Müdür bey, arkadaşlara sınıfları gösterip bana, “Hocam sizin sınıf eski binada” diyor ve yeni binadan dışarı çıkıp elli metre kadar yürüyoruz. “İşte burası hocam” deyince, duraklayıp, kısa bir süre bekliyoruz. Esas okulun bu bina olduğunu, öğrenci sayısı artınca, ek binanın yapıldığını öğreniyoruz.

Bu okula ilk kez gelmeme rağmen, çatlayan kaldırımı, dökülmeye başlayan sıvaları, menteşelerinin taşıyamaz olduğu bordro renkli pencere kepenkleri ve renkleri kararmış kiremitleriyle bu okul bana çok tanıdık geliyor. Kapıdan içeri girdiğimizde, ilk karşımıza çıkan küçük salon ve salonunda kapısı bulunan küçük müdür odası da çok tanıdık geliyor. Müdür odasında üç-dört sandalye, eski bir masa ve dolup duruyor. Müdür bey, “Eski evraklarımız burada. Burayı arşiv ve buradaki öğretmenler için öğretmenler odası olarak kullanıyoruz” diyor. Oradan çıkıp, soldaki ilk sınıfa giriyoruz. Taban tahta döşemeli. Yürürken ses çıkarıyor. (Öğretmen masasına yürüyene kadar epey ses çıkardı.)

Masaya geçip sandalyeye oturunca hemen, karşı duvardaki “1 YIL 365 GÜN 6 SAAT” yazısının bulunduğu levha dikkatimi çekiyor. Bu yazı tipi de, yazının bulunduğu karton levha da çok tanıdık geliyor. Oradan sol duvardaki levha ve yazılara kayıyor gözüm. Levhalar sapsarı. Levhalardaki resimler de çok tanıdık. Ben bu resimleri bir yerde görmüştüm de, nerede görmüştüm acaba, diyorum kendi kendime. Ziyaret ettiğim okulların birinde görmüştüm herhalde, demiyorum. Çünkü bu resimler, bu levhalar çok eski. Şimdiki levhalarda böyle resimler yok. Bu düşünceler içinde, planları incelerken yer yer öğrencilere ve öğretmene bakıyorum. Tam bu sırada, tavanda raptiyelerle tutturulmuş bir yön levhası dikkatimi çekiyor. Raptiyeler paslanmış. Levhada ana yönler koyu renkle boyanmış, ara yönler ise açık bırakılmış. Bu levha da çok tanıdık geliyor. Tavandaki yağmur damlalarının bıraktığı su lekeleri de çok tanıdık geliyor

Üzerimde hiçbir tedirginlik yok. Sımsıcak duygular içindeyim.Çünkü her şey tanıdık bu okulda. Teneffüste, yeni binada çay içerken de sımsıcak duygular içindeyim. Ama bu sıcaklığın nedeninin hala bilebilmiş değilim. Teneffüs bitiyor ve eski binaya girip teftişe başlıyorum. Sınıfta yürürken, gıcır gıcır tahta seslerini duyunca, galiba “Buldum, işte bu benim yirmibeş yıl önceki okulum !” diyorum ve kısa bir süre masaya geçip sandalyeye oturuyorum. İçimdeki sıcaklık daha da artıyor. Sanki bir nostalji esrikliği yaşıyorum. Bir süre sonra kalkıp tekrar teftişe devam ediyorum.

Cetvelle “yıl levhası”nı göstererek soruyorum sorularımı. Sonra sol tarafa dönüp “mevsim levhaları”nı gösteriyorum ve sorular soruyorum. Soru mu soruyorum, ders mi anlatıyorum, bilmem ki. Soru soruyorum, demek yanlış olur. Aslında ders anlatıyorum. Tıpkı, ilk üç sınıfta beni okutan ilkokul öğretmenlerim gibi. Üstelik, yıl, mevsim ve yön levhalarıyla, gıcırdayan tabanıyla aynı, kendi sınıfım gibi bir sınıfta; sıvaları dökülmeye başlamış, pencerelerinin kepenkleri sarkan, kendi okulum gibi bir okulda. Teftiş sırasında sol ön, sağ ön sıraların yanında biraz fazlaca duruyorum. Çünkü ben hep oralarda oturmuştum ilk okulumda. Teftiş sırasında, ne anlatıp ne soruduğumu pek hatırlamıyorum doğrusu. Zamanın nasıl geçtiğini de hatırlamıyorum.

Teftiş ve ders bitiyor. Öğretmen arkadaşa, defterlerini yanına almasını ve müdür odasına birlikte gideceğimizi söylüyorum. Müdür odası da tıpkı bizim okuldaki gibi düzenlenmiş. Dolap aynı yerde duruyor. Boyası da aynı. Makam masası yerine, öğrenci masa ve sırası kullanılmış. Tıpkı bizim okuldaki gibi. Sıraya oturup, öğretmenin plan defterini açıp daha, ilk satırı okuyup ilk cümlemi söyledikten sonra, öğretmen anında karşılık veriyor ve savunmaya başlıyor. Üstelik söyledikleri doğru da değil. O ana kadar yaşadığım nostalji esrikliği ve sıcak duygular yerini, birdenbire buz gibi bir havaya bırakıyor. Olsun, diyorum ve öğretmenin söylediklerine karşılık verip, ikinci cümleyi okuyorum ve nasıl olması gerektiğini hem söylüyor hem de nasıl yapılacağını gösteriyorum. Öğretmen yine aynı şekilde tepki gösteriyor ve hemen savunmaya başlıyor. Duygularımı bastırıyor ve içimden, “Bugün en mutlu günlerimden birindeyim, kimse moralimi bozamaz” diyerek, hem öğretmenin söylediklerine karşılık veriyor, hem de nasıl yapılması gerektiğini genişçe anlatıyorum. Sinirli halimi, sesime yansıtmamaya çalışıyorum. Bu arada öğretmene, elimle yer gösteriyor ve ikinci kez oturmasını söylüyorum.

Öğretmen uzun boylu ve hafif göbekli. Lacivert takım elbiseli. Ceketinin altında da lacivert bir kazak var. Kravatı kırmızı. İnce bağlanmış. Saçları arkaya taranmış. Fazlaca esmer. Otuzunu geçmiş olmalı. Ben neşe ve şevkle bir şeyler anlatmaya çalışırken o, sanki beni tepeden izliyor. Doğrusu öğretmenin bu hali de hoşuma gitmiyor ama, herhalde saygı gereği oturmuyor, diyorum kendi kendime. Öğretmen, üçüncü, dördüncü cümleme de anında karşı çıkıyor ve kendine göre bir şeyler söylüyor. Söylediklerim inandırıcı olsun diye, bu kez kendi kaynaklarımdan ve programdan örnekler göstererek, sesimi yükseltmeden açıklamalar yapıyorum. Beşinci cümleme de öğretmen aynı şekilde tepki gösterip karşılık verince, bu kez dayanamıyorum ve karşımda ayakta duran öğretmene; yine sesimi yükseltmeden,

-“Meslekte kaçıncı yılınız?” diyorum. Öğretmen, hazır ola geçer gibi bir durum alıyor ve arkasından,

-“Onuncu yılım, hocam!” diyor, rahatça. Yani öğretmen, “Ben bu anlatılanları biliyorum, stajiyer öğretmen değilim” mesajını veriyor o anda. Ben de mutlu oluyorum bu mesaj karşısında. Çünkü ben de böyle bir karşılık bekliyorum. Beklediğim bu karşılığı alınca, yine sesimi yükseltmeden, tane tane ve kararlı bir şekilde, ikinci sorumu soruyorum:


-“Geçen bu on yılda, plan defterini önüne alarak, yazdığın her kelimeyi okuyup, sana ne yapacağını göstererek anlatan bir müfettişin oldu mu?” diyorum. Öğretmen kısa bir duraklama geçiriyor. (Çünkü, on yıllık öğretmenim demek, en az on tane müfettişle karşılaşmak demekti. Eh, bu kadar müfettişi hatırlamak için de bir süre gerek.) Arkasından,

-“Olmadı, hocam” diyor kısık bir sesle. Bu kez elimdeki kalemi sıkıca tutup, öğretmenin gözlerinin içine bakarak ve sertçe,

-“Geçen bu on yılda bir tane olmuş. Bundan sonra geçecek on yılda, ya bir tane olur, ya olmaz. Senin söylediklerine cevap verecek kadar zamanım yok benim. Ayrıca ne ben, Eğitim Yüksek Okulunda öğretmenim, ne de sen öğrencisin. Onun için, söylediklerimi iyi dinle ve uygula! Şimdi de yerine otur” diyorum. Bakışlarımız donuyor birkaç saniye.

(Sen olsaydın, nasıl davranırdın Safinaz?)

Bunun üzerine öğretmen, yavaşça sıraya oturuyor ve başını eğiyor. Tekrar anlatmaya başlıyorum. Artık öğretmen hiç karşılık vermiyor. Hatta soru bile sormuyor. Başka bir deyimle o, artık hiç konuşmuyor.

Okula girerken, teftiş yaparken yaşadığım duygular içinde olmasam da, görevini yapmanın verdiği huzurla ayrılıyorum okuldan ve “Öğretmenlerin istediği nasıl bir rehberlik acaba?” diye düşünürken, Milli Eğitim Müdürlüğü de yapmış bir arkadaşımın sözlerini hatırlıyorum: “Öğretmenler rehberlik değil, müfettişle arkadaşlık etmek istiyorlar. Başka bir deyimle, müfettişle arkadaş olmak” diyor.

Galiba, doğru söylüyor arkadaşım.

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..