Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Ağustos '06

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Bir resimle gelenler

Bir resimle gelenler
 

Sevgiliyle kışı, Boğaz’da sert rüzgarların ve dalgaların sesleri arasında o yalıda geçirmek, yanan odun sobasının çıtırtılarını dinleyerek. Sobanın üzerindeki çaydanlığın buharının odaya yayılışını izlemek ay ışığının hoş aydınlığında. Balıkların sesini dinlemek beyninin derinlikleriyle, yosunları koklamak ve kokunun ciğerlerine yapıştığını hissetmek, dalga seslerine dokunmak, yaşamın varlığını hissetmek bunlarla.

Puslu kış günlerinde pencereye rüzgarın vurduğu yağmur damlalarına bakmak, onların cama vurduktan sonra aşağıya doğru süzülüşlerini izlemek. Zaman zaman camın buğusunu silip izlemeye devam etmek, bu eşsiz dansını damlaların. Damlaların cama vururken çıkardığı sesleri dinlemek. Hüzünlenmek yağmurla, sevinmek, mutlu olmak. Sonra çıkıp ıslanmak yağmurda birlikte. Saçlarının arasına dolması yağmur damlalarının ve iyice ıslanmış saçlarının ucundan damlaması. Yağmur damlalarının yüzünden süzülmesini görmek ve daha bir sevmek sevgiliyi bu haliyle. Damlalara ışıltısının yansıması. Sonra sarılmak sevgiliye, gülümseyerek halimize. Sımsıkı sarılmak ama. Sarıp da iyice, içine çeker gibi sarılmak. Sonra gülümseyen yüzüne bakmaya doyamamak ve tekrar sarılmak.

Yalının hemen yanında iki tane hasır sandalyeye kurulup, soğuk günlerde bir kaban veya bir yağmurluğa bürünerek denize olta atmak. Artık ne çıkarsa denizden, istavrit, palamut yada uskumru hiç fark etmez, her birini yakaladıktan sonra mutlu olmak, sevinmek birlikte. İçi su dolu küçük bir mavi kovaya koymak balıkları ve oradaki şaşkınlıklarını izlemek bir yandan, oltaya bir başka balığın vurmasını beklerken. Sonra kendi tuttuğun, ve uzun uzun şaşkınlığını izlediğin balıklara kıyamamak, kovayla birlikte yoldan annesinin elini sıkıca tutmuş bir halde geçen çocuğa vermek ve şaşkın mutluluğunu izlemek ardından. Bir kovaya, bir annesine ve dönüp bir de bize bakışını görmek, şaşkın ama mutlu bakışıyla göz göze gelmek çocuğun. Sonra sevgiliyle göz göze gelip bu mutluluğu anlayıp, anlatmak gözlerimizle birbirimize ve gülümsemek.

Yine bir kış günü, ama karlı bir kış günü, lapa lapa kar yağarken, üzerine beyaz yıldızlar dökülürken gökyüzünden, sevgiliyle el ele dışarı çıkmak. Beyaz yıldızların altında kalmak, burnunun ucuna düşen kar tanesinin erimesini görmek. Yürümek birlikte, yürümek çocuksu bir mutlulukla. Sonra bir sıcak yer bulup çay içmek, bardağı sıkıca tutup üşümüş avuçlarının içinde, ısınmaya çalışmak. Veya tutup ellerimizi, buz gibi olmuş ellerle birbirimizi ısıtmak. Bir kış gününü bahar tadında geçirmek yani.

Bir bahar sabahına uyanmak, sevgiliyle başlayan bahar sabahlarının çiçek kokularına uyanmak birlikte. Güneşin, soğuk kış günlerinin ardından yüzünü, sıcaklığını göstermeye başladığı günlere. İnsanların içinde anlam veremediği sevinçlerin, mutlulukların oluşmaya başladığı günlere. Sabah mahmurluğunu, yatağın baş ucundaki pencereyi açıp da yüzümüze çarpan serin havayla atmak üstümüzden. Bahar güneşinin sıcaklığıyla senin sıcaklığını birbirine karıştırmak. Bahar kokularıyla senin kokunu çekmek içime ve bu baygın kokuda takılıp kalmak. Gün ışığında gözlerine bakmak. Gözlerinde tüm renklerini bulmak doğanın.

Uyanıp da bahar sabahında kalkmamak yataktan. Sevgiliye bakmak, sevgiliyi izlemek gün ışığında. Saçlarını öpüp koklamak, gece boyunca dağılmış saçlarını düzeltmek elimle. Saçlarının boynuna inerken seyrekleştiği yerde teninin rengini görmek, saçlarına nazire yaparcasına beyaz olan rengini. Hemen kulağının önündeki bir tutam saçı, kıvrımlarını severek kulağının arkasına sıkıştırmak. Böylece yüzünü iyice ortaya çıkarmak. Yüzünü o çok sevdiğim güzel saçlarından bile ayırıp, sadece yüzünü görmeye çalışmak. Alnındaki küçük bene dokunmak, yanağındaki benin sana kattıklarına bakmak. Ve göğsünde, incecik uzanan kırışıklığa bakmak iyice. Bu güzelliği, bu olağanüstülüğü ayırt etmek. Tekrar hayran olmak sevgiliye. Sarılmak sıkıca ve sıcaklığını duymak, hissetmek tüm bedenimle. “İşte mutluluk” demek.

Sonra kalkıp da yataktan saçlarını toplayışını izlemek. Bir sanat eserini izlercesine. Saçlarını toplarken kollarının hareketlerine tanıklık etmek sevgilinin. Ve bu delicesine gibi görünen şeyin nasıl bir güzelliği izlemek olduğunu anlatabilmek, sen buna şaşırırken. Bahar serinliğinde üzerimize şöyle sıcak tutacak bir şeyler giyip dışarıda deniz kokusu ve tadıyla karıştırılmış bir kahvaltı yapmak. Peynirin yanına bir tutam yosun kokusu koyup öyle götürmek ağzımıza. Çaya bahar çiçeklerinden bir aroma katıp güneşin sıcaklığıyla demlemek.

Bu eşsiz bahar sabahındaki serinliğe, üzerimizdeki hırkayı iyice boynumuza kadar çekiştirip de ısınmaya çalışarak eşlik etmek. Yüzünü, sabah serinliğinden iyice nasibini almış olan yüzünü, iki elimin arasına alıp yanaklarını biraz olsun ısıtabilmek. Avuçlarımda yüzünün üşümüşlüğünü hissetmek. İnsanın en çok, yada en önce burnu üşür ya, sana sarılıp da üşümüş burnunun boynuma değdiğini hissetmek ve sana daha fazla sarılıp bu üşümüşlüğü gidermeye çalışmak.

Kahvaltıdan sonra evden çıkıp, İstanbul’a atmak kendimizi. İstanbul’un en İstanbul olduğu yerlere.

Mesela bugün, Karaköy’e gidelim. Karaköy’deki o eski ama göz alıcı binaların arasında dolaşıp, yüzlerce yıllık havayı teneffüs edelim. Her bir binanın ruhunu hissedelim. Kiminin kapısının üzerindeki, kiminin de pencere kenarındaki taş işlemelerin sırrını çözmeye çalışalım. Belki küçük bir oyun bile oynarız hangisinin daha güzel olduğuna dair. En ihtişamlı binayı seçeriz birlikte. Yapıldığı zamanki halini, o günleri teneffüs etmek gibi bir şey olur bu.

Ama muhtemelen ben böylesine güzel yapılmış binaların şimdiki haline biraz kızar, sonra yola devam etmek isterim. Bu kadar güzel binalara nasıl olur da böyle özensiz işyeri tabelaları asarlar, nasıl çirkin eklentiler yaparlar haince, nasıl kaba saba bir tarzda boyarlar anlayamadığım için kızar, bozulurum belki biraz. Ama önemli değil sevgilim varken keyfim kaçmaz böyle şeylere. Biraz söylenirim ama devam ederiz.

Karaköy’den Beyoğlu’na çıkan yokuşlardan birinde sağlı sollu evlerin kapılarına bakarak, evlerin önünde oynayan çocukların oyunlarına karışarak yola devam edelim. Nasıl olsa bildik bir oyun oynuyordur çocuklar. Bilmediğimiz bir oyun oynuyorlarsa daha iyi. Biraz bakar öğrenmeye çalışırız. Öğrendiğimiz oyunlardan beğendiğimize katılırız. Böyle ne kadar yürüdüğümüzü, yorulduğumuzu fark etmeden sinemaya ulaşırız. Sonra sinemalardaki filmlere bakar, belki o günlerde gitmeyi düşündüğümüz filmi, yada hiç ilgisi olmayan, o anda dikkatimizi çekecek bir filmi izleriz.

Aynı anda baharın sıcaklığı ile kıştan kalan soğuk havayı birlikte hissettiğimizden olsa gerek, sinemaya biraz üşümüş yüzler ve eller ile girmiş oluruz aslında. Hem kıştan sıcak, hem de ne kadar sıcak olsa da biraz ayaz bir hava yani. İzlemeye karar verdiğimiz filme biletleri almak için cebime soktuğum elim bu sıcak-soğuk çelişkisini hatırlatıverir birden. Filmi izleyip çıkacağımızda girişte olduğundan biraz daha soğuk bir İstanbul beklemektedir bizi. Çünkü artık güneş karşıdan, Haliç’in diğer yakasından, Süleymaniye’nin üzerinden zoraki gülümsemeler sunmakta. Elimizde taşıdığımız hırkaları giymek gerek şimdi. Kapının çıkışında hırkayı giyip, hatta biraz da çekiştirerek yakasını, tekrar yola düşeriz.

Nereye mi gideriz? İstanbul burası, gidecek yer biter mi? Gideriz gitmesine de acıktık. Bir şeyler yemek lazım şimdi. Bak, biraz ileride güzel bir yer var. Orada yiyebiliriz. Ben kocaman bir bardak tuzlu ayranla nohutlu pilav yemek istiyorum. Sonra da fırında sütlaç.

İki kişilik masanın yanına bir sandalye daha çekip, çanta ve giyeceklerimizi koyar, saygılı olmaya çalışan ama üzerindeki o hafif kaba tavrı henüz atamamış garsona siparişlerimizi verir, sabırsızlıkla beklemeye başlarız. Yemekten sonra ince belli bardakta iyi bir çay içip asıl konuya, yani İstanbul’a döneriz. Artık aç da değiliz ya, gezmek için bir engel kalmadı nasılsa. İstiklal Caddesi bu saatten sonra gezmek için belki de en uygun yer. Kitapçıları, ilginç eşyalar satan o ara sokaklardaki dükkanları, gezinen insanları, gezinenlerin arasında sanki onlara tuhaf tuhaf bakan koşturan insanları, mağazada bıkkın bekleyen tezgahtarı, bu resmin içerisinde, resme belki isyan eden, belki de resimdekilerden medet uman yaşlı dilenciyi hafızamızda bir yere yazıp sonraki adımlara geçeriz.

Akşam İstanbul’u kapıyı çalmaktadır artık. Gökyüzünün gri-lacivert rengini bizden gizlemeye çalışan şehir ışıkları, kimi yerde beyaz kimi yerde sarı turuncu, ortama hakim olmaya başladılar. Bu renkli ışık karmaşası arasında Taksim’e varır, çiçekçilerin önünde başka bir renk denizine yelken açarız. Bir çiçekçideki rengarenk çiçeklere bir de en güzel çiçeğe, yani sana bakıp güzelliğine takılır kalırım orada. Sonra banklardan birine oturup bir yandan artık nabız atışlarımızı hissetmeye başladığımız ayaklarımızı dinlendirirken, bir yandan da sonraki adımlarımızı ne yana atacağımızdan konuşuruz, renk, ışık ve insan seli bir o yana bir bu yana savrulurken.

Gümüşsuyu’ndan Beşiktaş’a, Ortaköy’e gitmeye karar veririz belki de bütün yorgunluğumuzu yok sayıp. Meydanda bir yerde çay içerken yorgunluğumuzu çıkarırız. Akşam ilerlemiştir artık İstanbul’da. Başka bir İstanbul olmuştur, gecenin ışıkları arasında. Başka telaşlar sarmıştır artık sokaktaki insanları. Kimi geç kalınmış iş saatinden bıkkın bir telaşla evinin yolunu tutmaktadır, kimi de hayata yeni başlamaktadır bu saatlerde. Serin hatta soğukça sayılabilecek bahar gecesinin pırıl pırıl gökyüzünde yıldızlar da bu güzelliğe çeşni katıyor şimdi. Her yer ışıl ışıl ya, gökyüzü de tüm puslarından arınıp yıldızlarıyla katılıyor ışıltı yarışına.

Saat gece yarısına yaklaşırken, bu yorgun ayakları taşıyacak bir otobüs bulmak için yolun karşısındaki durağa geçmeli. Işıklı reklam panosunda Kızkulesi ve Galata Kulesi resimlerinin yer aldığı durağa. Bineceğimiz otobüsü bu resimlerin önünde bekleyeceğiz ki, bu çok güzel bir durum. Otobüs gelince boş olan en arka koltuklara oturup, biraz ayaklarımızı uzatmalıyız. Sen başını omzuma koyarsın ve sadece motor sesinin duyulduğu, otobüsteki herkesin sözleşmişçesine konuşmamayı tercih ettiği yolculuğa başlarız birlikte. İstanbul’da gece manzaraları eşliğinde bir yolculuk yani.

Eve gelince hemen denize bakan pencerelerden birinin önüne atarız kendimizi. Biraz önce içinde olduğumuz İstanbul görüntülerine uzaktan bakarız. Soğuk biranın yanına ışıltılarını katarız İstanbul’un. Çene çalarız gecenin serinliğinde gökyüzüne, yıldızlara ulaşacak sesimizle. Sevgiliyle konuşmak, her şeyi konuşmak çok güzel ya zaten, böyle bir günün ardından böyle bir manzara eşliğinde konuşmak çok daha güzel olur. Gecenin aydınlığı olur, yüzü, gözü sevgilinin. Isıtır beni kulaklarıma dolan sesi.

Biraz ileriden geçen balıkçı teknesinde söylenen şarkının canhıraş sesleri gelir kulağımıza. Balıkçının umudu mudur söylediği şarkı, yoksa yakınması mıdır. Beklide hiçbiri değildir de, gecenin sessizliğine itirazını dile getiriyordur.

Teknenin geçip gittiği gibi geçelim bunları. Sen varsın sevgilim, ben varım, bizim dünyamız var artık bu kocaman ama eski ve güzel evde. Bakışın var, gülüşün var, sözlerin var bahar gecesi İstanbul’unda. Saçların var ellerimin arasında dolaştığı, gözlerin var, beni alıp da götüren hayal dünyama. Nefesin var, içimi ısıtan, sıcaklığıyla. Ellerin var, ellerimin arasındayken kalbimi tutabilen. Kalbimi tutup içindekileri hisseden. Sen varsın ya yanımda, mutluluk tarifimin en önemli parçası var ya yanımda. Evet, İstanbul da var, deniz de, gökyüzünde yıldızlar da var, doğru, ama bunların hepsi sen olunca var. Sen olunca İstanbul var, sen olunca deniz bu kadar deniz, gökyüzündekiler de sen olunca yıldız.

Canım benim, bana dokun, hatta bir çimdik at. Rüya olmasın sakın bu. Yok değil canım. Rüya değil bu. Evet, sen varsın, yanımdasın ve her şey yerli yerinde şimdi. Uykun geldi senin, gözlerin küçüldü. Bu saatten sonra uyuyan güzeli izlemek en güzel olanı. Baş ucuna oturup senin uykunu izlemek, aldığın nefesi saymak, uyurkenki güzelliğine vurulmak gecenin sabaha varmakta olduğu şu saatlerin en doyumsuz keyfi benim için. Seni uyandırmadan saçlarınla oynamak, saçlarının ucuna tutunup da kendimi bir uçan halının üzerinde uçarken bulmak gökyüzünde, nasıl güzel bir bilsen. Masal dünyası kadar güzel, bir o kadar da mutluluk dolu.

Mutluluk dolu, çünkü, hayal ettiklerim var, hayal ettiklerimin fazlası var şimdi. Hayal etmediklerim var. Sen uyu canım benim. Uyu ve bu uykunda seni korkutacak hiçbir şey olmasın. Beklerim ben seni korkutacakları uzaklaştırmak için. Sıkılmam, güzelliğini seyreder, sana tekrar tekrar hayran olurum bakarken. Uyu sen canım.

Ah be canım. Ah be canım. Uykudan uyandığın zaman nasıl bir başka güzellikte olduğunu görsen benim gördüğüm gibi. Bilsen böyle bir güzelliği benim bildiğim gibi. Sarıl bana ve bu güzellik kollarımın arasında olsun, içime dolsun, bu güzel sabah vaktinde İstanbul’un.

Sabah oldu ve bugün yağmur var İstanbul’da. Bahar yağmuru. Güzellik yağmuru. Sıcak bir çayın tam zamanı olan bir yağmur var şimdi. Zaman zaman celallenip hızlanan, zaman zaman kendi halinde yağan bir bahar yağmuru. Gel canım, kalk ve yağmura bak, camdan süzülen yağmur damlalarının güzelliğine başka bir güzellik katsın bakışların. Kim bilir kıskanır belki de seni bu güzelim yağmur damlaları, ama olsun varsın, nihayetinde yağmur damlası canım. Kıskansa ne çıkar. Gel bak, gözlerinin rengi vursun damlalara da, bahar rengine dönsün bahar yağmurları.

Bir yağmur damlasının, yeni yeni dünyaya uzanan tazecik bir yeşil yaprağın ucunda geçirdiği kısa saniyeler boyunca yansıttıklarını izleyelim seninle. O küçük, sevimli damladan yansıyan ışık oyunlarını. Damlaya yapraktan yansıyan yeşilin rengini, senden yansıyan güzelliği izleyelim damla yapraktan kopup yere düşünceye kadar. Sonra arkadan gelen damla yaşatsın bize bu güzellikleri.

Bahar İstanbul’unda yağmur altında yürüyelim seninle durmaksızın. Islanalım, ıslanalım ama içimiz ısınsın yağmur damlalarıyla. Gökyüzünden düşen her yağmur damlası güzelliğine güzellik katsın. Sokakların ıslaklığına yansıyan güzelliğinle birlikte devam edelim yürümeye. Islak sokakta yürürken geride bıraktığın ve devam eden yağmurla hemen silinen ayak izlerini hatıra diye o sokağa bırakıp devam edelim. Çok ıslandık, iliklerimize kadar ıslandık belki ama durmayalım, devam edelim. Yağmur damlalarının yere düştüğünde parçalanıp dört bir yana dağılışı eşliğinde, ıslıkla bir türkü tutturup kanat çırpalım kanatlarımız yoruluncaya dek. Islık çalmaya çalışırken çıkan nefesle yüzümüzden süzülen yağmur damlalarının uçuşan zerrelerine ve halimize bakıp gülelim birlikte. Denizin kenarında sakin bir köşede, yağmurun ıslattığı dudaklarımızı uzatalım aşka. Sırılsıklam aşık olmak gibi, gözlerimizin tanıklık ettiği sırılsıklam bir öpüşme olsun bu. Islaklığınla sarılıp sana, buz gibi olmuş sıcaklığını duyayım içimde.

Mevsim bahar, tüm gün yağmurlu olacak değil ya. Yağmur durmaya hazırlanırken bunu bekleyemeyen ve sabırsızlanan güneş teşrif eder bir yandan. Güneş ve yağmur… Belki de dünyaya armağan edilen en güzel resimlerden biri. Öyle bir resim ki, insanın aklını başından alacak güzelliklere gebe, öylece oturan, en miskin insanda bile anlaşılmaz heyecanlar uyandıracak bir şaheser. Ve canım, bunun en güzel yanı ne biliyor musun? Bu resmin içinde seninle birlikte yer almak. Her fotoğrafçı, vitrinine kendince en güzel bulduğu fotoğrafı büyütüp asar ya. Ya da her ressamın en güzel bulduğu bir resmi vardır ve onun yeri bir başkadır diğerlerinin arasında. Böyle bir dünya resminin değerini, paha biçilemezliğini bunlarla anlatabilmek mümkün değil işte. Bu ilahi bir resim, ilahi bir renk cümbüşü, ilahi bir yetenek. Ve bu öyle bir güzellik ki, bu ilahi resmin içinde sevgilimleyim. Sen ki sevgilim, bu resimdeki güneş ve yağmur birlikteliği kadar güzel ve o kadar nadidesin. Resmin güzelliğine güzelliği katılıyor sevgilinin ve tarif edilmesi pek de olanaklı olmayan duygular yaşatıyor bana. Ne büyük bir şans, ne büyük bir lütuf bu bana bahşedilen.

Güneş eşliğinde yağmurun kısa sürmesi de bozamaz keyfimi şimdi benim. Kuru giysiler değil aradığım ama gel yine de eve gidip değişelim üstümüzü. Gök kubbe ıslaklıktan vazgeçti, güneş gökyüzünü kuruttu. Tamam belki bize de bunu yapmak düşer şimdi. Ama yağmur sonrası güzelliğini de yaşamak lazım İstanbul’un. Bir yanı kurumaya yüz tutan sokakların kaldırım diplerinde cılızca akmaya çalışan sular vardır şimdi. Akıp gitmeye çalışan ama nereye gideceğini pek de bilmeyen sular. Azaldığı için varacağı yere varamadan buharlaşıp gideceğini bilse de yine de akan sular. Artık kuru olacak ya üstümüz başımız, küçük su birikintilerine de basmamak lazım tabii. Neyse üzerinden atlarız küçük olanlarının, büyüklerinin de etrafını dolaşırız. Nasıl olsa acelemiz yok. Islak sokaklarda yansıyan silüetlere de kaçırmadan göz ucuyla bakıp yürürüz. Nereye mi? Hiçbir yere. Ya da her yere. Yani istediğimiz, içimizden gelen her hangi bir yere. Bu gün tercih ayaklarımızın. Onlar bizi nereye götürürse oraya.

Hem şimdi öyle güzel bir soğuk hava olur ki dışarıda tadını doyasıya çıkaracak. Güzel soğuk dedim, evet. Ama hakikaten güzel bir soğuk. İnsanın içini ısıtan bir soğuk. Yağmur sonrasının, bahar güneşi ile demlenmiş hali yani. Asla sıcak değil, asla üşütmez. İkisi de değil. Bir de üzerine, ıslak sokaklar ve yağmur yağarken esen rüzgarın ıslattığı duvarlar eklenir ki nasıl tadı çıkar o zaman soğuğun. Ellerin üşür, ama için ısınır bu soğuktan. Yüzün buz gibi olmuştur, ama kalbinin ısındığını hissedersin. Buzdolabıyla ısınmak gibi garip belki ama tam da böyle bir şey işte. Isınırsın ya sen ona bak.

Hele bir de yağmur bitti artık diye düşünürken, daha güneşin kurutamadığı birkaç damlayı yapraklarının arasında gizleyen bir ağacın altından geçerken yüzüne düşen su damlasının irkilmesini yaşar ya insan. Evet, bir de yıkanmış yapraklarından yeşillikler fışkıran böyle bir ağaca rastlarız şimdi yolda. Çiçek mevsimini yeni geçirmekte olan ağacın yere dökülmüş, yağmurdan toprağa karışmış çiçeklerini görmek var şimdi dışarıda. Kimisi çamura bulanmış, kimisi de yağmurla iyice yıkanmış beyaz çiçekler.

Ayaklarımız götürecek ya bizi istediği yere. Nasıl olsa iyi çay yapan bir yer de olur götüreceği yerler arasında. Denizin üzerindeki martıların bahar şarkıları söylediği bir yerde sıcak çayların yanında iki tane de tost isteriz. Kaşarı, çektikçe uzayacak kadar bol iki tane tost. Ekmeği de biraz kızarmış olmalı. Sonra üzerine birer çay daha içeriz sigaranın dumanını rüzgarla savururken. Rüzgar, sigaranın dumanını, çayın buharıyla karıştırıp götürürken gökyüzüne biz de onlara eşlik eder gideriz belki. Duman olur, bulut olur dolaşırız gökyüzünde. Ve bir yerde yağmur olur yağarız, boşuna bulut olacak değiliz ya. Ama öyle uzakta değil, İstanbul’da bir yerde yağarız yine. İstanbul’un en güzel yerine yağarız. Su olup akarız, bir gece vakti taş döşeli sokaklarda. Sokak lambalarının ışıkları yansır gökyüzüne bizden. Islanıp da yağmurun tadına varmak isteyenleri ıslatır, yağmurdan kaçanlara da güler geçeriz.

Hatta gece de yağarız, sokak lambalarından damlalarımıza vuran ışıkla ve uzaklardan gelen seslerle dans ederiz gece boyu. Camlara vuran sesimizle aşkı anlatırız bakmak ve dinlemek isteyenlere. Birikmiş berrak suların üzerine düşeriz, sevginin selini oluşturmak için. Her bir damlanın düşmesiyle titreyen su birikintisinin kalp atışları oluruz birlikte. Sudaki sevgi halkaları da büyür, damlalarımızın ardından sular çoğaldıkça büyür ve kenara vurur.

Sonra büyük bir ıhlamur ağacının yaprakları üzerinde kalırız iki yağmur damlası olarak sabaha dek. Güneşin doğuşunu izleriz denizin üzerinden. Yağmur sonrası sabahında, İstanbul’un göz kırpmalarını izleriz. Güneş kurutur bizi birazdan, ıhlamur ağacının yeşil yapraklarına misafirliğimiz biter elbette ama olsun biz kendi gerçeğimize döneriz yine. Zaten biraz fantastik bir gecenin dışında biz olarak kalmak en güzeli değil mi? Döneriz evimize, sonra ıhlamur ağacına arada bir selam vermek, konukseverliğine teşekkür etmek için arada yine uğrarız buralara.

Baharın soğuk günleri, yerini parlak bir güneşin ısıttığı daha sıcak günlere bırakırken tarihi yarımadayı adımlayalım birlikte. Eminönü, Süleymaniye, Kapalıçarşı, Beyazıt, Sultanahmet, Sirkeci, Cağaloğlu hepsini karış karış gezelim. Sultanhamam’da çığırtkan satıcılara bakıp, Yeni Cami’nin önünde güvercinleri izleyelim. Hatta biraz yem atarız insanlara aşina, cana yakın güvercinlere. Sonra yolun karşısına geçer teknenin birinde balık ekmek yeriz. Biraz uzakta da kalsa, balık ekmek yerken Galata Köprüsünden denize olta atanları izleriz. Mısır Çarşısında baharat kokuları eşliğinde renk dünyasına dalıp Kapalıçarşı’da kalabalık, hareketlilik ve dinginleşmiş bir mistik havayı bir arada soluyalım. Çeşit çeşit, renk renk nargilelerin büyüsü ile halıların desenlerinde kalmış beyin fırtınalarına bakalım yakından. Düşsel esintiler eşliğinde Kapalıçarşı gezintisi olsun yaşadığımız.

Sıcacık bahar gününde Sarayburnu’nda denize bakalım. Geçen gemilere, sandalda baharın keyfini yaşayanlara, denizdeki gökyüzüyle yarışan maviliğe, kanat çırpan martılara, beyaz köpüklere, suda salınan yosunlara, denizin kokusuna, güneş ışıklarının dalgalarla dansına takılıp gidelim. Ağcın altında bekleyen simitçiyi çağırıp yanımıza birer simit alalım, bir yandan simitçiyle laflarken. Sonra simitçi tam gidecekken, karşıdaki bankta daha şimdiden yaşamın bezginlikleriyle dolmuş yüzüyle bize bakan boyacı çocuk için bir simit isteyelim simitçiden. Biraz ileride daha önce simit yiyenlerden kalan kırıntılarla karnını doyurmaya çalışan kuşların gamsızlığına dalalım. Sonra onlarla uçup gidelim, özgürlüğün gökyüzüne.

Ayasofya ile Sultanahmet’in arasında, kenarları rengarenk çiçeklerle çevrili çimlerin üzerinde uzanalım. Yüzümüz gökyüzüne doğru uzanmışken dünyayı görmeye çalışalım. Hakim renk mavi, baskın görüntü gökyüzündeki maviliğin arasına serpiştirilmiş irili ufaklı beyaz bulutlarken, güneş de artık tepeden bakmazken bizlere, görüntünün dört bir yanında küçülmüş olarak kalan dünyayı görelim. Havalar ısınmış olsa da çimlerden vücudumuza yayılan soğukla kalkma vaktinin geldiğini anlayıp bir köftecide alalım soluğu. Köfte, piyaz, ayran üçlüsüne eşlik edelim birlikte. Köftecinin camından içeriye giren ve dışarıdaki ağaçların dalları arasından geçerken yeşillenmeye yüz tutmuş güneş ışıklarının vurduğu yüzündeki aydınlığı yaşayalım. Cam tarafında kalan sol elinde tuttuğun çatalı ağzına götürürken, ellerinde bu ışıkla parlayan sarı tüylerine takılıp, elimdeki ayran bardağını geri masaya bırakır dalarım sana öylece. Senin biraz mahcup, biraz da şaşkın bir gülümsemeyle “sen delisin” demene aldırmadan bakar kalırım.

Bu güzel bahar gününün bitmeye yaklaşmasının, insanın içine doldurduğu hüznünü bir kenara bırakıp, evin yolunu tutarız. Eğer karanlık çökmeden varabilirsek, hemen, tahta korkulukları kısmen esnemiş, yere bastıkça tahtalarından gıcırtılar yayılan balkonda, Boğaz’a yansıyan akşam kızıllığı eşliğinde bir rakı masası hazırlamaya koyulalım. Pek aç olmasak da, yoldan biraz balık alalım, rakının hatırına. Hemen kızartmayalım balıkları, rakının çakırkeyifliği eşliğinde biraz daha acıktığımızda bir koşu mutfağa geçer kızartırız. Eğer şu bahar esintisi olmasa balkonda, hemen masanın yanı başında da olabilirdi aslında, ama ne yapalım rüzgar var ve bu rüzgar çok güzel. Bu rüzgar için değer mutfakta balığı pişirmek. Hem ben balığı pişirirken sen de, içinde kırmızı domateslerin çiçek açmışçasına ışıldadığı bir roka salatası yaparsın. Belki de mutfaktaki radyoyu açtığımızda güzel şarkılar da olur. Tüm bunları şarkı söyleyerek yaparız.

Artık balıklar da var ya masada, bardakları yeniden doldurmak şart oldu. Buz payını da hesap edip dolduralım bardakları ve sana içelim bu gece. Güzelliğine içelim, gözlerine, ellerine, sıcaklığına içelim. Şarkılar söyleyelim birlikte. Kaçıncı kadeh olduğu sayılmasın, sayacaksak illa bir şeyleri yıldızları sayalım, şehir ışıklarından fırsat bulup da görünebilen yıldızları. Sayabilirsek bir de sudaki yakamozları sayalım, ayın denize armağan ettiği. Aşkının esaretini yaşayan kalbimin atışlarını dinleyelim, yıldızları ya da yakamozları sayarken. Denizden gelen esintinin taşıdığı ıslak kokunun anasonla karışmış tadıyla yaşanacak hoş sarhoşluk içinde gözlerinin derinliklerinde kaybolalım birlikte. Gözlerinin içine girip seni de alır götürürüm birlikte.

Tüm bu sarhoş edici tatların, kokuların üzerine senin kokun karışmakta şimdi. Bilinmeyen bir imbikten süzülen baş döndürücü bu koku, deniz, yosun, balık ve de anason kokusundan oluşan eşsiz bileşimden bir anda ayırıveriyor beni. Hepsini elimin tersiyle bir kenara itip senin kokuna yoğunlaşıyor içim. Boynunda saçlarının seyrekleşip bittiği noktada alıyorum bu dayanılmaz kokuyu. Öpmek mi yoksa koklamak mı yaptığım, içime çektiğim nefes, bu kokunun saptırmasıyla ciğerlerime mi doluyor yoksa beynime mi bilmiyorum. Bahar gecesinin serinliğinde nasıl oluştuğunu anlayamadığım bir ter damlası süzülmekte boynunun yan tarafından omzuna. Sanki dünyanın içinde döndüğü bir kristal küre gibi olan ter damlasının, tenine dokunuşlarına eşlik ediyor dudaklarım, boynundan omzuna doğru.

Sabah güneşin ışıklarıyla aydınlanan dünyanın en aydınlık, en güzel köşesinde bulalım kendimizi. Bir ömre birden fazlası, her ömre de bir tanesi bile rastlamayacak bu güzelliğin tadını çıkaralım tüm kederlerin uzağında.

Mavi denizin ufkunda bir beyaz yelken olmalı sevmek, aşık olmak. Küçük bir teknenin ortasında, rüzgarla dolmuş ve tekneyi dalgaların üzerinden aşıran bir yelken. Ve bu teknede beyaz yelkenin gölgesinde rotası aşka çizilmiş bir yolculuk yapmak, batmakta olan güneşe doğru. Yelken direğine sırtımı dayayıp, omzuma yasladığın başında bulmak dünyayı, dünyaya yansıyan ışığı. Gözlerimi kapayıp hülyalarda aramak yerine sevgiliyi, sıkıca sarıldığım kollarımın arasında gerçeklerde bulmak. Tekneye çarpan dalga seslerinin söylediği şarkılara eşlik etmek, rüzgarın yelken iplerine söylettiği türküyü dinlemek ve sadece sarılmak, sarılmak, sarılmak…

Bu yeşil yaz başlangıcında esen rüzgarların keyfine bırakıp kendimizi, tekrar İstanbul yollarına düşelim. Dünden kalan yerlere gidelim, hatta dün gidip beğendiğimiz yerlere uğrayalım tekrar. Bir dar sokakta, nargilecide oturup nargile keyfi yapalım, yorulup da dinlenme ihtiyacı hissettiğimiz bir zaman. Saçları üç numara kesilmiş, yuvarlak dolgun yüzlü, haylazlığı her halinden belli olan ve saatlerdir dışarıda koşturup terlemekten yüzü gözü pasak içinde kalmış çocuğun, belki de günün en sıra dışı sürprizi olarak gördüğü vişne kırmızısı şekeri dudağının kenarındaki kirlerle birlikte yalayışını izleyelim başka bir sokakta. Haline gülelim, katıla katıla gülelim zevkten dört köşe olmuş çocuğu izlerken.

Mutluluk tarifi listesine eklenecek bu görüntünün ardından bir halk otobüsünün rengarenk kalabalığında karşıya geçelim. Kanlıca’da akşamüstü serinliğinde deniz kenarında oturup yoğurt yiyelim. Ama ya iki tane yiyelim yada büyük boy isteyelim. Denize karşı yan yana oturup, geçen motorların tatlı gürültüsü eşliğinde İstanbul’un arkasına düşmekte olan güneşi izleyelim çay içerken.

Sonra Üsküdar’a gider, gece ışıltılarında salınan Kızkulesi’ne karşı oturur ayaklarımızı sarkıtırız denize doğru. Ne ardımızda kalan İstanbul’un gürültüleri vardır kulağımıza gelen, ne de karşımızda, boğazın diğer yanındaki İstanbul’un. Görünen ve duyulan tek şey bizim sesimizdir. Kızkulesi vardır artık tek görünen. Yaşamak vardır, sevgiliyi yaşamak vardır, İstanbul’da sevgiliyi yaşamak vardır beni ilgilendiren. Kayıtsızlık vardır ayaklarımızı denize uzatıp oturmada, umarsızlık vardır, sevgiliden başka her şeyi yok saymak vardır. Sesi vardır, anlattıkları vardır, nefesi vardır, koku vardır sevgilinin, Boğaz kokusunu umursatmayan ve zamanı bir değirmen gibi öğütürken bana hissettirmeyen.

Dudaklarımız yanmaya başladığında çekirdek yemekten, gitme vaktinin geldiğini düşünüp iskeleye yöneliriz. Karşıya geçmek için Boğaz’a dokunmalı bu defa. Üzerinden değil tam ortasından, tam içinden geçmeli Boğaz’ın. Yakamozlar eşliğinde bir yolculukta sevgiliyle olmanın tadını çıkarmalıyım ben. Boğaz, deniz, İstanbul, yakamoz. Ama sevgili. Sevgili. Bütün bunların içinde sevgili. Serin, yıldızlı bir gökyüzünün altında, bu güzel bahar akşamında bütün bunlarla birlikte sevgili…

Baharın tadını çıkarabilenlere armağan olarak yaz geliyor artık. Güneşli gökyüzünün, mavi denizin, hafif giysilerin, artık taşınması gerekmeyen şemsiye ve kabanların mevsimi. Gecesinde ve gündüzünde açık havayı solumanın mümkün olduğu, dışarıda olmakla içeride olmanın farksızlaştığı, hiçbir şeyin artık bir daha soğumayacağını düşündürten mevsim. Belki de İstanbul mevsimi. Adalar mevsimi. Adalarda yaya veya faytonla gezintilerin zamanı. Sükunetin demli bir çayla karıştırıldığı Adalar’da sevgiliyi yaşamanın mevsimi. Bir martının peşine takılıp karış karış gezmek lazım şimdi her yanı. Kuşbakışı izlemekten sıkıldığında yada yorulduğunda inip, suya dalmak mevsimi.

Bu mevsimde kalabalığı bile derin bir sükunetle yaşayan, aheste hareketlerle gideceği yere ulaşmaya çalışan, ne kadar sakinse bir o kadar da huzur ve yaşama sevinci dolu görünen adımları izlemek, çay içmek için oturduğumuz yerden. Sonrasında çıkıp eşlik etmek, adımlara katılmak merakla. Daha derin bir dinginlikteki akşamında Ada’nın, balık yemek birlikte. Uzun uzun oturmak, ud çalan yaşlı adamın namelerine eşlik etmek. Kısa boylu garsondan bir kalem isteyip, peçeteye “benzemez kimse sana” yazıp göndermek, söylediği şarkılarla hülyalara dalmış yaşlı adama. Sonra eşlik etmek istediğimiz şarkıya. Her bir lokmada balıktaki deniz kokusunu damağımıza yapıştırmak.

Lokantanın tek katlı binasından, bahçedeki ağaçlara çekilmiş kabloların uçlarında sallanan renkli lambaların ışıltıları arasına serpiştirilmiş masalarda, biri birinden habersiz mutluluklar, şen kahkahalar yada düşünceli konuşmalara karışan böcek sesleri. Yaprakların rüzgarla aheste hareketlerle kıpırdanırken çıkardığı sesler. Karşı masanın kurulu olduğu ağacın hemen üzerinde, alt dallardan birinden, bir sincabın bahçedeki kalabalığa ürkek ama biraz da esrarengiz bakışlarla katılması. Az ilerideki kayaya vuran dalgaların sesinin yanı sıra, parçalanan su kütlesinden savrulan zerreciklerin rüzgarla uçuşup yüzümüzde tatlı bir serinlik bırakması. Sevgilinin gülümseyen yüzünün yaydığı esintiler, bu esintileri yaşamak, içime çekmek, dudaklarından dökülen kelimelerin yaydığı sarhoşluğu özümsemek doyasıya…

İstanbul’da yaz yağmuru beklemek, bir yandan sıcak havada gezinirken. Yağacak yaz yağmurunda ıslanmayı, tepeden tırnağa yıkanmayı beklemek bu kutsanmış sularla. Yağmur rahmettir, berekettir ya hani; aşka yağmurlar yağmasını istemek de buna dair bir dilektir herhalde. Ve beklediğini bulmak yaz İstanbul’unda. Kaçmak istemem ama istesem de kaçamayacağımız bir yerde yakalanmak yaz yağmuruna. Islanmış kaldırımların tadını adımlamak birlikte. Tamamen ıslanıp, ıslanmaktan kaçan, sağa sola koşturan ama yine de ıslanmaktan kurtulamayanlara bakmak gülümseyerek. Yağmuru solumak, yağmuru tatmak, yağmurun dokunuşlarıyla ürpermek.

Yada yazın açık pencerelerden içeriye koşan rüzgarın getirdiği Boğazı çekmek içine en derin nefesinle. Martıların çığlıklarını, yosun kokusunu, deniz mavisini, dalgaları, beyaz köpükleri, vapur sesini, şen çocuk kahkahalarını, meraklı satıcıyı, telaşlı şoförü, karşıdaki küçük evin kırmızı kiremitlerini, onun yukarısındaki büyük konağın ulu çınarını, rüzgarın kokusunu, sesini, serinliğini, güneşin sıcaklığını, gökyüzünü yani boğazın tümünü çekmek içine, nakşetmek beynine bu güzellikleri.

Kocaman gemilerin yada küçük teknelerin salınışını izlemek, telaşlarına ortak olmak yada gamsız gezintilerinde buluşmak onlarla. Arkalarında bıraktığı bembeyaz köpük olmak ve denizin orta yerinde kaybolmak sevgiliyle.

Karşı kıyıda koşturan insanların, araçların kalabalığına karışmak, yada oltasına balık bekleyenlerin heyecanlı ama bir o kadar da sakin bekleyişlerini izlemek uzaktan, sevgiliye sarılmışken.

O sırada geçen simitçiden iki tane simit almak ve keyifle ısırmak simitleri. Üzerine dökülen parçalarını toplamak yada dudağın kenarında kalan susamı düşürmeden almak dilinin ucuyla, hiçbir parçasının lezzetini kaçırmamak için. Bunu başardığına sevinip gülümsemek sevgiliye bakarak.

Martının suya dalarak yakaladığı balığa üzülmemek hatta martı adına sevinmek. Uçmak martının peşi sıra maviliklere neşeyle. Ardından gelip, boşa dalan martıya değil de bu defa kurtulan balığa sevinmek. Sen varken yanımda, sadece güzellikleri görmek, başka her şeyi görmezden gelmek.

Hayatın tüm tembelliklerini, boş vermişliklerini, umursamazlıklarını hepsini ama hepsini sevgiliyle birlikteyken o güzel manzarada yaşamak. Sadece onu düşünmek, sadece onu yaşamak tüm benliğinle.

Her şeyi sevgiliye benzetmek. Güzel olanları yani. Güzel olmayanları da sevgili hatırına güzel görmek. Yada boş vermek onları. Sadece görmek istediklerini görmek.

Bir de basamakları biraz eskimiş olsa da hala gösterişli olan ve oymalı ahşap korkulukları solgunlaşmış merdivenden, basamakların gıcırtıları eşliğinde inişini izlemek sevgilinin. Bakmak sonsuz bir hayranlıkla. İnerken ellerinle dokunduğu korkulukları kıskanmak. Sonra sarılmışken, sessizliğin anlattığı coşkulu hikayeleri dinlerken, araya pencereden giren rüzgarın yavaşça hareketlendirdiği kapının çıkardığı sesin girmesi. Ve bu sesin bu ortama ne kadar uyduğunu düşünmek.

Yıpranmaya yüz tutmuş çatının kiremitleri üzerinde kuşların güneşlenmesi. Başka hiçbir şeyle ilgilenmeden kanatlarının altını gagalamalarını izlemek. Sonra sevinçle birkaç adım zıplayarak ileri gitmeleri ve kaldıkları yerden devam etmeleri işlerine. Kuşların, bir yandan Boğaz’a ait muhteşem dekorun bir parçasını oluştururken diğer yandan o dekorun tam da içinden bu eşsiz manzaraya belki hayran belki anlamsız boş bakışları. Onların bu güzellikleri anlayıp anlamadıklarını düşünmek. Anladıklarını düşünüp kendini onların yerine koymak. Yada anlamadıklarını, fark etmediklerini düşünüp onlar adına hayıflanmak.

Balkonun hemen ilerisinden, eski, boyası dökülmüş ama adının kırmızı yağlıboya ile yeni yazılmış olduğu belli olan teknesi ile hiç acelesi yokmuş edalarında geçen ihtiyar balıkçıya seslenmek birlikte, çağırıp yakaladığı balıklardan almak. Balıklarının bir kısmını satmış olmanın verdiği mutluluk içerisindeki ihtiyar balıkçının ardından bakmak bir süre. Onun hayallerini, gerçeklerini, mutluluklarını ve üzüntülerini tahmin etmeye çalışmak. Taze balıkların yosun kokusuyla karışan renklerinden yansıyan ışıltılara bakakalmak. Denizin, Boğazın kokusunu balıklarda duymak. İçine çekmek ve nefesini tutmak, sanki nefesini geri vermeyecekmiş gibi. Yani mutlu olmak işte.

Yosun kokusunu en derinlerde hissederken gözlerine bakmak. Bakakalmak. Sonra saçlarından tutup başını göğsüme yaslamak, sarılmak sıkıca ve sonra saçlarıyla oynamak sevgilinin. Sevgiliye kendisini anlatmak, beni anlatmak, dünyayı anlatmak, İstanbul’u, Boğazı, yağmuru, bulutu, rüzgarları, fırtınaları, hayalleri, gerçekleri, aşkı, sevgiyi fısıldamak kulaklarına. Daha sıkı sarılmak ve hiç bırakmamak. Öylece kalakalmak. Sarılmışken, batması imkansız bir sandalın içinde hafif dalgalı bir denizde yer, yön, zaman kavramlarından bihaber, sarhoş edici bir yolculuğa çıkmak.

Akşamüzeri pencereden içeriye süzülen güneş ışığı demetinin üzerinde uçuşan zerreciklerin bitmez tükenmez sessiz dansını izlemek. Işık demetinden ayrılan zerrecikleri bir daha görememek ve boşluğu yenilerinin doldurması. Sonra güneşle birlikte hepsinin yavaş yavaş terk etmesi odayı.

Güneşin terk ettiği mekanı mavimsi bir grilikte akşam renginin doldurması. Sonra bu rengin giderek koyulaşması, yani koyu maviye bırakması yerini. Koyu maviyi delmeye çalışan şehir ışıklarının oluşturduğu görüntüleri izlemek birlikte. Ayırt edilmesi zor da olsa hissetmek kalabalıkların akşam telaşını. Sevgilisiyle buluşmaya hazırlanan adamın çiçekçinin önünde sabırsız bekleyişini, ya da kadının adamı heyecanlı bekleyişini görmeden tahmin etmeye çalışmak. Evine biraz daha erken varmanın telaşıyla çevresinde olan biteni, yaşananları neredeyse görmeden hızlı adımlarla giden kadının dünyasını anlamak. Çocukların son oyun saatlerinin tadından ayrılmak istemez tavırlarla eve girmeye direnmeleri. Uzatmaya çalışmaları oyunlarını. Karşı kıyıda yaşanması muhtemel hasret dolu sarılmalar yada onların üst komşularının artık sıradanlaşmış kavgaları. Veya hemen bu kıyıda, belki üst sokakta yada hemen az ilerdeki yolun kenarında yalnız başına bekleyen bankta yaşanan mutluluklar. Belki daha yakında yada çok uzaklarda yaşanan derin üzüntüler. Anlam dolu, yaşama sevinciyle yüklü hayatlar veya hayal kırıklıkları ile dolu bomboş hayatlar.

Sonra bütün bunları gece karanlığına savurmak ve kendi gerçeğine dönmek. Yani sevgiliye dönmek. Sevgiliyle birlikte akşam sessizliğinde evin ahşap dokusuna sinmiş yosun kokusunu duymak. Yosun kokusunun sesini duymak. Yada deniz kokusunun rengini görmek sevgiliyle. Denizi, dalgaları dinlemek. Anlattıklarına gülümsemek denizin. Çarpan her dalganın çıkardığı sese ayrı anlamlar yüklemek. Her dalga sesini başka bir güzellik olarak algılamak. Bu ritmik seslerin eşliğinde sevgiliyi dinlemek. Sesiyle uyumak, sesiyle uyanmak. Hatta sesiyle yaşamak.

Denizin üzerindeki pırıltılara dalmak birlikte. Her birini sevgili sanmak. Sarkıp biraz balkondan, onları yakalamaya çalışmak birlikte. O sırada oradan geçmekte olan bir koca vapuru gözden kayboluncaya kadar izlemek. Ay ışığının ona vurmasından doğan yansımaları algılamak. Sonra vapurun suda bıraktığı köpüklerden arda kalan izi görmeye çalışmak.

Ardından bakıp birbirimize, kahkahalarla gülmek düşündüklerimize. Sonra gülmeyi bırakmak ve senin gülmeni izlemek benim gözlerimle. Benim gözlerimle sana bakmak ve bundan başka her şeyi yalan saymak.

Gecelerin serinliyor olması, üzerimize giyecek bir şeyler almadan dışarı çıkamayışımız sonbaharın habercisi olmalı. Gündüzleri yakmayan bir güneş, geceleri insanın yüzüne vuran serinlik hissi mevsim değişikliğine hazırlıklı olmamızı hatırlatıyor. Yaprakların esrarengiz renklere bürünerek haber verdiği bu mevsim hüzün mevsimi gibi düşünülür hep. Ama sakladığı güzellikleri görmeye engel değildir bunca renk dönüşümü. Sarının binbir tonunun yanı sıra, kızıllıklarla süslenmiş rengarenk yapraklar, aylar sonra gelecek yeşil mevsimi özletir bize. Hem neden sadece ilk bahar beklenir ki, sonbaharın getirdiklerini beklemek neden olmasın. Üşümüş ellerin ısıtılmasının istendiği mevsimdir sonbahar. Sarıldığın zaman, üşümüş bir burun dokunur boynuna ve gülümsetir insanı. İlkbahar aşık olma mevsimi diye bilinir ya, sonbahar da aşkın yaşanacağı mevsimdir aslında. Aşıksındır, başında kavak yelleri esiyordur ve güzelim yapraklar uçuşur gözlerinin önünden. Daha bir sarılma isteği uyanır içinden sevgiline. Bu isteğe kayıtsız kalamazsın, sarılırsın. Sarılmakla bir mutluluk hissi, bir şükran duygusu doldurur içini. Seversin bu yeni mevsimi. Belki biraz üşümüşlükten dolayı eve atmak gelir kendini, önceki mevsimden farklı olarak. Akşam daha erken gelir misafir olur pencerelerinden deniz fışkıran eve. Tatlı serin akşamlar odalara dolar. Pencere camlarının henüz buğulanmaya başlamadığı zamanlardır ama yine de dışarıdaki soğuk hava daha doğrusu yaz akşamlarından soğuk hava görünür işte nasılsa.

Sabahında gecenin, pencerenin önüne konmuş bir kuş karşılar seni, ayaza aldırmadan içten bir günaydın der gibi bakar içeri. Aradığı nedir bilinmez aslında, yabancısı olduğu bizi mi aramaktadır, yoksa aşina yüzler midir aradığı anlaşılmaz. Yaklaşınca cama uçar gider ama sen kuşun kanadındaki mutluluğa takılır kalırsın sabah serinliğinde. Sırtına bir şey almak ihtiyacı duyar birden insan, çoktandır unuttuğu bu ihtiyaç belki önce şaşırtır ama giyince ince hırkayı üzerine ısındığını hisseder, mutlu olur. Eğer satın alınmış bir hırkaysa bu, aldığın zamanı hatırlamaya çalışırsın. Belki çok kolay hatırlanacak bir geçmişte saklıdır hırka, belki de tozlanmış raflarda aranır hatırası. El örgüsü bir hırka giymişsen üzerine bu daha başka yerlere götürüverir birden. Ne tozlu raflar kalır karıştırmadığın, ne de gizli saklı duygular. Hepsini elden geçiriverirsin bir çırpıda. Güzel mevsimdir sonbahar. Yaşamanın tadını alırsın bugünü daha bir yaşarsın. Aşık, hem de deli gibi aşıkken yaşanan sonbahar, aşkı iliklerine kadar hissettirir insana.

Yok eğer aşık değilsen sonbaharda, sanat müziği orkestrasına basgitarla dahil olmuş adam gibi ürkek, şaşkın bakarsın her şeye. Gitarın tellerine dokunmaya cesaretsiz davranan elin üşümesi gibidir hayat senin için. işte o zaman belki hüzün mevsimidir sonbahar.

Sevgiliyle sonbahar ve İstanbul öyle mi ya. Dolmabahçe’de, uçlarındaki dalların yırtarcasına göğe uzandığı büyük ağaçların altında dolaşırken ayaklarımızın altında kimi öylece yatan kimi rüzgarla uçuşan pastel renkli yaprakların mevsiminde sarılmak, sevgiliyi yaşamak sarhoşluğunda, hüzün neyi ifade eder? Gözlerindeki renklerin baharında yaşarken, sonbahar renkleri ancak güzellikleri anlatabilir bana. Tadına varılası bir mevsim olarak yaşanır ancak.

Tahtaları, üzerinde yürürken gıcırdayan mutfağımızda birkaç küçük kavanoz turşu hazırlayalım seninle. Gezinirken gördüğümüz kurutulmak için kimi iplere dizilmiş kimi yere serilmiş biberlere, domateslere, patlıcanlara imrensek de uğraşmayalım biz hiçbiriyle. Biz bize bakalım.

Artık son günlerinde olan bir çizgili kavun alalım. Yazın bütün şekerlerini içinde biriktirmiş bir kavun. Şöyle en iyisinden, biraz yağlıca bir kalıp beyaz peyniri de arkadaş seçelim kavuna ve evin yolunu tutalım. Akşam olmadan, daha güneş gülümserken dünyaya, bir sofra hazırlayalım balkona. Zeytinyağı ile kekik, nane, zeytin ve domatesleri buluşturup akşam yemeği yapalım rakının yanına. Güzelliğine içelim, bize, ikimize içelim. Serin hatta neredeyse soğuk akşamında sonbahar İstanbul’unun güneşin batışına dalalım birlikte. Akşamın gelmesine eşlik eden soğuğun üşüttüğü ellerini yüzümde hissettikçe daha bir gözlerinin aşığı olmalıyım ben. Baktıkça gözlerine, kalbim daha hızlı çarpmalı, içimdeki sancının kasılmalarını daha fazla yaşamalıyım. Delicesine aşık olduğum sana daha bir aşık olmalıyım bu akşam. Bu akşam saçların hiç uzaklaşmamalı dokunduğu boynumdan. Taramalıyım onları, dolaşıklarını incitmeden. Nefesin dokunmalı üzerime mütemadiyen. Nefesinden yayılan sıcaklığın bir an olsun benden uzak kalmasına dayanamam ben bu akşam. Sonbahar serinliğinde sıcaklığını yaşamalıyım ben. Şarkılar söylemeliyiz ve söylediğimiz şarkılarda aşkın tadına varmalıyız gece boyunca. Üşüdüğünde üzerine bir hırka verip daha sıkı sarılmalı ve ısıtmalıyım seni. Sen üşümemelisin, ne bedenin üşümeli ne de ruhun. Göğsüme yaslanmış başını hafifçe kaldırdığında gözüme değen gözlerinden yayılan sıcaklık sarabilmeli her yanımızı. Sonra başını sessizce, hiçbir şey söylemeden tekrar göğsüme bastırıp kalmalıyım öylece. Dakikalarca süren bir sessizliğin ardından kulağıma dolan sesin olmalı dinlemeye doyamadığım. Sesinden yayılan sıcaklıkla ısınmalıyız şimdi. Damarlarımda dolaşmalı sesin. Her hücreme ulaşmalı.

Sonbaharla birlikte gökyüzünde renkler değişmeye başlar. Bulutların gezindiği mavilikler biraz uçuklaşmıştır şimdi. Gri benekler, damarlarla bezeli bulutlar daha sık gezinirler, aşağıda kimi mutlu kimi telaşlı kimi de sırılsıklam aşık insanların üzerinde. Güneşin doğuşunda yada batışında daha pastel renkler koşar dünyaya. Üzeri küllenmeye yüz tutmuş bir kor gibi hafifçe silikleşir güneşin ateşi. Isıtır, içini ısıtır güneş ama artık yakıcılık sıfatını yavaş yavaş kaybediyor olmanın burukluğunu taşıyormuş gibi bakar insanların yüzüne. Artık insanlar kaçmamaya başlar ondan, hatta zaman zaman kaçmayı bırak arar olur güneşi. Bulduğunda fırsatı kaçırmaz, biraz hasbıhal etmek ister. Yakıcı halinde iken yapılamayan görüşmeler şimdi daha kolay yapılır, evlere misafir edilmek ister, perdeler aralanır, güneş buyursun gelsin diye. Güneş de bunun tadını çıkarmak istercesine, yazın kendisinden kaçan insanlara bunu hatırlatmaya çalışır gibi nazlanır. Ulu orta her eve girmek istemez, kıymetim bilinsin der gibi. Artık geldiği, uğradığı yerlerin hatırı sayılır konuğu muamelesi görür, ondan kaçmak yerine çevresine doluşuverir insanlar. Ne kadar nazlansa da esirgemez yine de sıcaklığını, ısıtır insanın içini. Sonbahar rüzgarları sıcaklığını sağa sola savurmaya çalışsa da, o yine de bir süre daha bunu yapmaya çalışır.

Güneş, Beşiktaş sahilinde bir bankın üzerinde sarılarak oturan bize de bugün oldukça cömert davranmakta. Uçları şekilsiz ve beyaz, ortalarında gri rengin hakim olduğu bulutların hepsini uzaklaştırmış kendinden, yaklaşmaya cesaret edemeyip, garip bir çekingenlikle uzaktan izliyor bulutlar, güneşin yerdeki dostluklarını. Birkaç adım ileride Boğaz’dan gemiler, irili ufaklı tekneler sağa sola salınmakta. Güneşin verdiğini düşündüğüm garip bir enerjiyle koşturmaktalar sanki. Martılar kanatlarını iyice açarak uçuyor ve güneşin ılık yüzüyle sevişiyorlar bugün.

Sonbahar kokuyor her yanda, denizden sonbahar kokuları yükselmekte, hemen arkamızda yoğun bir telaş yaşayan ve sanki bundan yorulmak yerine mutlu olan koca şehir sonbahar kokmakta şimdi. Serin ama sıcak bir koku. Serin, sıcak ve aynı zamanda temiz bir koku. Biraz naftalin kokusu, biraz sabun kokusu, biraz da balık ve yosun kokusu duyuluyor sanki. Baharda kaldırılmış giysiler, hafif yünlüler, her an soğuyabilecek havaya karşı hazırda tutulmak için kolay yerlere alınmış kışlıkların kokusu yayılıyor sanki her yana. Bunu hissedebiliyor insan baktığı, gördüğü her şeyde. Geçen gemiler, yolda yürüyen yaşlı teyze, yan taraftaki bankta yeşil kazağını güneşin cömertliğinden istifade ederek koluna katlayıp oturan ve dalgın bir halde kitap okuyan genç kız, artık eskisi kadar rağbet görmeyen vapur güverteleri, yazın olduğundan daha haşin davranan rüzgar, denizdeki bir başka mavilik, gözle görülür bir şekilde hareket eden Boğaz akıntıları, her yana uçuşan, sarının binbir tonunu taşıyan dökülmüş yapraklar, görüp duyabildiği ne varsa insanın her şey sonbahar kokuyor bu mevsimde.

Artık her zaman açık tutamadığımız penceremiz, evin içinde uzayan gölgeler, yazın değmediği, ulaşmadığı kuytu köşeye şimdi ulaşan güneş, yazın kulakları yalayan dalga sesleri yerine daha sarsıcı dalgalar, daha fazla balık kokusu, ilk giydiğimde kaç aydır bunu özlemişim dediğim kazağım, şimdi duyulmayan ama birkaç gün sonra gelecek ilk soğukla birlikte etrafa yayılacak duman kokusu, insanın genzini yakan kömür dumanı, bir çam odununun yanmasıyla ortaya çıkıp deniz tarafındaki pencereden dolaşarak evin içine giren ve içime çekme ihtiyacı duyduğum duman, akşamları bulutlarla köşe kapmaca oynayan ay, sarılıp da akşamları açık pencereden denize bakarken, bunun yerine yine sarılıp ama bu defa camın arkasından bakmak pırıltılı denize, bu mevsimin getirdikleri aslında.

Ahşap duvarları, sanki yüzyıllarca yaşamış ve kırışıklıklardan yüz hatları neredeyse ayırt edilmez olmuş ama bunun yanı sıra aynı yüzde taşıdığı bilgeliği hissettiren bir ihtiyarın suratını andıran yalının ardındaki yamaçta, yeşil ağaçların arasında farklılığını hemen gösteren, kimi kestane kimi de kızıl-kahve renkli yapraklarda sonbaharı arayıp bulmalıyız birlikte. Sonbahar, orada ağaçların yaprakların arasında gizliyor olmalı bunca güzelliği. Hem öyle bir serpiştirilmiş ki bu sonbahar yaprakları, yeşilin hakimiyetiyle rekabet etmeden gösteriyor kendini. Yamacın üstünden aşağıya doğru yeşil bir çağlayan gibi akmakta olan yaprakların arasında güneş ışıklarıyla yapılmış bir renk oyunu gibi sarı, kızıl renkli olanları görmek çok güzel bu mevsimde.

Üst kattaki pencerelerin perdelerinin bembeyaz görüntüsünün ardında kalan denizi, onun sonbahar dalgalanmalarını izleriz pencereleri soğuktan açamıyor olsak da. Pencerenin hemen yanına koyacağımız iki ahşap koltuk, tanıklık eder gördüklerimize. Onların tanıklığında konuşuruz kimi zaman akşamın gelişini izlerken, kimi zaman da ayın suyla dans ettiği gecelerde. Ayın suyla dansını bölen bulutlara aldırmaz ve biz devam ederiz dansa. Sana sarılmak aslında dans etmek, iyice sarılıp sıcaklığını, kokunu, bedeninin kıvrımlarını bedenimde hissetmek. Müziğin ritmindeki akıcılığa, dalgalanmaya bırakmak kendini. Çılgın dudakları buluşturmak dansa devam ederken. Tadına varmak dudaklarının, nefesimin kesildiğini hissettiğimde derin bir nefes alıp tekrar devam etmek dudaklarından akan aşka. Derin nefesle birlikte ne varsa senden yansıyan, hepsini ciğerlerimin en son hücrelerine taşımak.

Beline sarıldığımda bedeninden bir ok gibi saplanan sıcaklığın beni yakarak serinletmesi. Evet, evet yakarak serinletmesi. İkisi bir arada, ikisi aynı anda. Çünkü sana yanmak, seninle yanmak ferahlık, serinlik hissi uyandırabilir ancak. Dalga dalga bedenimin her yanına yayılan bu serin sıcaklığı ilk olarak algılayan sana dokunan yerlerim, dağlanmakta şimdi. Kollarını doladığın boynumdan, göğüslerine yapışmış göğsümden, beline sarılıp seni iyice bana çeken kollarımdan dumanlar yükselmekte sanki. Bir sonsuzluk hissi uyanmakta içimde, sonsuzluk olmalı böyle bir güzelliğin tarif ettiği.

Evet, sevgiliyle böyle bir evde kalmalı. Sadece ikimizin olduğu bir ev. Tüm endişelerin olabilecek en uzak noktasında olmalı burası. Burada heyecan olmalı ikimize dair, mutluluk olmalı, gözleri olmalı, sıcaklığı olmalı. Nefesini duymalıyım her an, sarılmalıyım sana denizin yalılara sarıldığı gibi. Hani sarılır deniz yalılara ve dalgalarıyla kucaklar ya onu, işte ben de seni kucaklamalıyım denizlerin dalgalarıyla yalıları kucakladığı gibi. Yaşlanalım birlikte o evde, sen resimdeki gibi yaşını belli eden ama hala dimdik ayakta, son derece güzel bir halde ol hep, ben de binlerce yaşında bir deniz olayım yine. Dalgalarım ayaklarına vursun ve seni serinletsin sıcak günlerde. Yada sen, dalgaların kucağına koş hiç korkmadan. Sarıl dalgaların kollarına, kendini bırak öylece, unut her şeyi.

Uzakta kalan şehrin gürültüsüne inat, denizle yalının baş başa kalmış sessizliğini, dinginliğini yaşayalım birlikte. Dalga sesleri olsun tek duyulan ses, tek gördüğümüz de yıldızlar olsun gecenin karanlığında. Yıldızlar kadar uzak olalım endişelerden, yıldızlar kadar erişilmez olsun yaşadıklarımız.

Yada gecenin sessizliğine inat, dalgaların coşkusunu yaşayalım. Dalga seslerine eşlik edelim birlikte seninle. Senin kadar yakın olsun mutluluklar, senin kadar gerçek olsun tüm hayaller. Sesin kadar yakınımda olsun güzellikler.

Sen sevgili, güzel sen, en güzel sen… İstanbul güzel, sen daha güzel.

 
Toplam blog
: 88
: 912
Kayıt tarihi
: 26.07.06
 
 

1969 yılında Tarsus'ta doğdum. İktisat Fakültesi ve Su Ürünleri Fakültesi mezunuyum. Amatör olara..