- Kategori
- Kentleşme
Bir su damlası olmak (Köylü Milletin Efendisidir-2)

Köylü Milletin Efendisidir diye başladığım yazıya devam olsun biraz bu yazı da.
Çocukluğumun kimi tatil zamanları Karadeniz'in güzel deniz kıyısı Sinop ilinin dağ köyünde, babamın köyünde geçmiştir. Sinop'un kıyıdan en içerdeki ve denizle hiç de alakası olmayan, belki de Kastamonuya daha bi yakın olan ilçesi Boyabat'ın dağ köyüne kimi bayramlar ve ekin biçme zamanları, bir de düğün zamanları gitmişliğim vardı.
Dedem askerliğini yaptıktan, orda okuma yazma öğrendikten ve büyük şehri gördükten sonra çocuklarını şehirde okutmak için bu dağ köyünden kalkıp başkente yerleşmeye karar vermiş ve kendi köyünde bir ilki gerçekleştirmiş bir insandı.
Gerçekten de üç çocuğunu da yüksek okula göndermek için çok çalışması gerekmişti dedemin. Gazi Üniversitesi'nde memuriyet edinmiş ve emekli olana dek öğrenci işlerine bağlı bir dairede çalışmıştı. Üç çocuğunu da yani babam, ve iki halam 60 lı ve 70 li yılların en karışık zamanlarında yüksek okullara sokmayı başarmıştı . Çalışmayı o kadar severdi ki ölümüne dek hiç durmadan çalıştı, çalıştı, çalıştı. bu çalışmaların içinde emekli olduktan sonra babamın işyerinde yemek yapmak bile vardı. sonra da bahçe işleri. Onun ibadetiydi çalışmak.
Öte yandan, ben küçükken dedemin hiç aksatmadan tuttuğu oruçlara katılmak isterdim ama dedem buna izin vermez, "sen daha küçüksün büyümen lazım" derdi. ben yine de ilkokuldayken onlarda kaldığım zamanlarda sırf dedeme eşlik edebilmek için sahura kalkardım. ibadetine de çok düşkün bir insandı dedem. Ölümüne dek en hasta olduğu zamanlarda bile orucundan hiç vazgeçmedi, kalp ameliyatından kısa bir süre sonra bile illa da tutmam lazım" diye diretti doktorlara rağmen.
Babaannem ise bu dağ köyünden hiç bilmedikleri bir koca şehre, başkente geldiklerinde evde oturmak yerine Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi hastanesinde hastabakıcılık işine girdi ve o da emekli olana dek her türlü zorluğa rağmen hiç aralıksız çalıştı ve çalıştı. Dedem, ibadetine bağlılığına rağmen ne babaanneme ne de halamlara nasıl giyinecekleri konusunda baskı yapmak şöyle dursun aksine çocuklarının başarılı olmaları ve okuyabilmeleri için her türlü fedakarlığa katlanmaya dünden razıydı.
Babaannem hala sağ ve hala okuma yazma bilmiyor ne yazık ki. ve aklı hala zehir gibi çalışmakta. eğer okuma imkanı olsaymış neler yapabileceğini düşünemiyorum. Küçük halam ona her fırsatta okuma yazma öğretmeye çalışmıştı ama nedense bir türlü öğretilemedi bu okuma işi ona. bir yanı bu anlamda cahil kaldı evet. ama öte yandan şaşılası bir sezgi gücüyle belki de çalışmanın tek çıkış yolu olduğuna inanmışlardı ikisi de. Üç çocuğu da yüksekokulları bitirdiler.
annemin annesi ve babası ise bulgaristan'ın Varna şehrinin küçük bir köyünden 1950 yılında türkiyeye göç etmişler. Anneannem de dedem de, hem okuma yazma bilir hem de aslına bakılırsa baba tarafımdan daha kültürlü daha görmüş geçirmiştiler köylü olmalarına rağmen. ben yıllar sonra 1979 da Bulgaristan'a annemin köyüne gittiğimde yine traktörler, yine ekin biçen, tarlada çalışan köylüler gördüm ama bu köylüler sanki daha şehirli gibiydiler. Annemin anneannesini de tanıdım orada. 1979'da 90 yaşındaydı ve hani rus kadınları olur ya elma yanaklı topalak, güleç yüzlü, hazırcevap, işte öyle tatlı dilli, öyle cin gibi bir kadındı. 97 yaşında da öldü sanırım.
Anneannemler 1950'de Türkiyeye geldiklerinde birer bavuldan başka hiç bir şeyleri olmayan dört kişilik bir aileymiş. Devlet onları Ankara'ya yakın Susuzköy denilen ve şimdilerde koca şehrin içinde kalan ve gerçekten o zamanlar bi damla suyu olmayan kerpiç duvarlı, düz damlı, ve etrafında ve içinde tek bir ağaç bile olmayan bir köye yerleştirmiş. bu onlar için çok çok zor günler demekti sanırım.
Sonradan başka bir yere taşınmak için başvurduklarında bu seferki yeni evleri Manisa şehir merkeziydi. Dedem erken vefatına kadar küçük dükkanında çalışma tezgahında çalışmış ve o tezgahta vefat etmişti. Tüm çocuklarının yüksekokulları bitirdiğini de görmüştü. benim küçüklüğümün yazlarının bir bölümü de işte bu yüzden Manisa'nın üzüm bağlarında geçmiştir. anneannem de hala sağ ve hala ilerlemiş yaşına rağmen oturduğu yerde bile gözleri görmese de elinde bir işi vardır. ya torunlarına bir şeyler örmekte, ya yemek hazırlığı yapmakta ya da mutlaka bir şeyler yapmaktadır.
Bazen ailemde annemin anneannesinden daha yaşlı kimseyi tanımadığımı ve daha gerilere gidemediğimi ve köklerimin bir ucunun şimdiki bulgaristan ama belki de daha önceden Balkanlar'da bir ucunun da Karadeniz'in diğer bir bölgesinde olduğunu düşünür ve aslında karadenizli olduğumun farkına varırım. Ama daha da geriye iz süremem çünkü kayıtlara ulaşıp ulaşamayacağımdan bile emin değilim.
tüm bunları neden anlatıyorum? Köylülükle, milletin efendiliğiyle ne alakası var tüm bunların şimdi?
Söyleyeyim. Beni köyde doğmuş, köyde büyümüş ve köklerinden kopup şehre gelmiş insanlar yetiştirdi. Çocukluğumdan beri onları tanıyorum. Nelere güldüklerini, nasıl yaşadıklarını, neleri hiç sevmediklerini, nelere katlanabildiklerini, ne kadar fedakar olabildiklerini, nerelerde güçlerinin tükendiğini, nelere hiç yetemediklerini, yaşamlarına nasıl anlam verdiklerini, nelere çok kıymet verip, neleri hiç anlamadıklarını aslında biliyorum.
bu yüzden de köylünün bu topraklarda neden hala çok önemli bir yeri olduğunu da biliyorum. ve bunu tüm türkiyeyi şehirlerden ibaret sanıp, herkesin sanki şehir imkanlarına sahip oldukları için üniversitelere gidemediklerini ya da okula neden gidemediklerini anlayamayanların da bilmesini istiyorum.
Türkiye hala kentleşememiş, köylü değerlerinin yaşadığı, yaşatıldığı ve öğretilegeldiği bir ülkedir. Eğer bunu henüz bilmeyenler varsa yaşadıkları şehrin hemen etrafındaki köylere doğru bir yol alıp onlarla konuşsunlar, tanışsınlar. türkiye'nin hala çoğunluk sahipleri kimler bir görsünler derim. Şehirlerde yaşanan trajedilerin neden kaynaklandığını, hala neden çöplerin sokaklara atıldığını, şehirlerin hala neden şehir gibi değil de bir büyük köy gibi yönetildiğini anlamak için de neden hala bu kadar köylünün şehirde olduğunu bir sorsunlar kendilerine.
Çünkü köylüler artık kendi köylerinde hiç bir şeyden umutlu değiller. Okullarında öğretmen yok, sağlık ocaklarında doktor yok, kış geldi mi yol kapanır, elektrik yok, su yok, kısaca hiç bir hayat yoktur köylerde de. Şehirler aslında köylülerin hiç bir zaman "evim" dedikleri yer değildir. Onlar için evleri hep doğdukları yerlerdir.
"İstanbula göçü önleyelim artık kimseyi almayalım" diyenlere hatırlatmak isterim ki neyi yasaklarsanız bumerang gibi döner. Eğer şehirlerden köylülerin gitmesi gerekecekse onlara kendi köylerinde başıboş bıraktıkları arazileri ekip biçmenin, şehrin çilesinden daha kolay ve yokuş aşağı olduğunu göstermek gerek yeniden. çünkü Anadolu köylüsü lafla peynir gemisi yürütmez. O, görmek ister ve gördüğüne inanır.
Türkiye'nin her bölgesi çeşitli açıdan birbirinden farklı olabilir ama Anadolu köylüsünün ortak noktası, küçük bir yerleşkede yaşarken, dahil oldukları koskoca sistemin bir parçası olduklarını farketmemeleridir. ve farkedemedikleri bir nokta da bu sistemin gelişmesi için köylerinde yaşamaları gerektiği ama öte yandan da kırsal alanın tek geçimi olan tarımsal üretimin daha verimli ve bilimsel yöntemlerle, sistemli yapılabileceğini öğrenmek zorunda olduklarıdır.
Çünkü sistemli olmak ve köylü yaşamı birbiriyle pek bağdaşan şeyler değildir. bunu da onlarla yaşadığınızda anlıyorsunuz. Alışageldikleri şeyleri hep alıştıkları gibi yapmak istemeleri ve yeniliklere kapalı oluşları da bu yüzden.
Aslında genel olarak ortalama bir Anadolu köylüsü çalışmayı da sevmez. Ekin biçme, toprağı sürme, üzüm toplama, pekmez yapma zamanları dışında genellikle bir işle uğraşılmaz. Çalışma zamanlarını da kendileri belirlerler. Bu açıdan da gerçekten "Köylü Milletin Efendisidir".
şimdi kendime de size de soruyorum: bir tarafta çocukları okusun diye köylerini bırakmış ve türlü fedakarlıklara zorluklara katlanmış olan ailem, bir tarafta şehirden nefret etmiş ve kentin her imkanını yaşayıp faydalandıktan sonra köy gibi bir yere koşa koşa gidip yerleşmiş olan ben. İnsan ne tuhaf bir canlı değil mi?
Bir alabalık olsaydım çoğalmak ve sonra da ölmek için akıntıya karşı dağın tepesine yüzerdim. ama bir su damlası olsaydım sadece kendimi bırakırdım yokuş aşağı ve nehir beni denize ulaştırırdı.
ben, bir su damlası olmayı düşledim.