Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Şubat '11

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Bir Tek Damla Yağmur Düşse Ya Artık…

Bir Tek Damla Yağmur Düşse Ya Artık…
 

Sabahın ilk ışıkları ile birlikte gözümü açtığımda, ilk işim, pencereye gözümü çevirmek ve günün rengini görmek için gökyüzüne bir bakış fırlatmak alışkanlığım olmuş... Bu sabah alışkanlığımı bir kez daha tekrarladım ve gökyüzüne gözümü diktiğimde gördüğüm manzarada günün griye çalan rengi vardı. Gökyüzü pürüzsüz bir griliğin esiri olmuştu. Nedendir bilemiyorum ama kasvetli havaları severim. Kasvetli havaları severim ama o kasvetli havanın içerisinde yağmur damlacıkları yoksa o kasvetli havanın hali işkence misali gelir bana... Öğleden sonra oldu ve hava kurşun gibi ağırlaştı Antalya semalarında. Tek bir tane dahi yağmur damlacığı yok. Kapalı bir hava... Ruhum da daraltılı anlar... Yağmur yağsa ve o daraltı yerini yağmur damlacıkları ile beraber ışıltılı bir hale bıraksa başka ne isterim ki?

Kaç zaman oldu bilemiyorum doğanın kollarından ayrı kalalı. Özledim doğayı. Hele hele şu orman içindeki balıkçı var ya, en çok da orayı özledim… Bu mevsimlerin kasvetli halinden midir, nedir bilemiyorum… Ama orman içerisinde yağan yağmurun altında ve bir odun sobasının kenarında rakı içip, doğayı seyre dalmak hangi keyfli anlara değişilir ki? Kasvetli hava ve o havanın tam ortasına düşen yağmur tanecikleri bana işte böyle şeyleri hatırlatıyor. Rakı, balık, roka… Ve pek tabii ki orman… Hani deniz kenarı da olsa hayır demem ama ille de orman… İşte ben Antalya’nın bu halini seviyorum. Kent dinamizmi yanında, on onbeş dakikalık bir mesafe sonrasında sarp ormanların içerisinde insan kendisini bulabiliyor.

Havanın kasvetli hale büründüğü bir zaman, bir arkadaşımla gitmiştik o orman içerisindeki balıkçıya. Ormanın stabilize yolu üzerinden geçip, vadilerin arasından dolaşıp inmiştik balıkçının mekânına. Ve önümüzde koşan ceylanların eşliğinde… Odun sobasının kenarına tüneyip, önümüze gelen rakıyı tarifi imkânsız bir iştahla midemize indirmiştik. Rakının mideye iniş anı ile cama vuran yağmur damlacığının sesi arasında nasıl bir uyum var bilemiyorum ama bu denli keyif aldığım anlarım çok az olmuştur. Ve o gün kaç kadeh rakı içtiğimi bilemiyorum. Bir hayli içmiştim… Ve tabii ki bol bol sohbet… Düşünseniz e telefon çekmiyor, tek bir tane dahi araba gürültüsü yok… İnternet yok… Teknoloji adına hemen hemen hiçbir şey yok… Ve mutluluk enjekte eden bir doğanın tam orta yerindesiniz…

Zaman zaman balıkçı barınağına gidiyorum. O küçük salaş teknelerin arasında seyre dalıyorum Akdeniz’i… Teknelerin içerisinde insanlar bir şeylerle uğraşıyor. Kimisi ağlarını çözüyor, kimisi bira yudumluyor, kimisi yaktığı ateşin közünde balık ızgarası yapıyor. En çok da o küçük teknelerin içerisindeki bir masanın etrafına tüneyip, sohbet eden insanlar ilgimi çekiyor. Önlerinde rakı kadehi, hemen yanı başlarında pişmekte olan balık ızgara ve doyumsuz bir sohbet... Bir kaç tur attığım oluyor aralarında. Bazen hemen yanı başımdaki balıkçı lokantasına girip, bir camın kenarında oturup, o teknelere ve üzerindeki insanlara bakıyorum. En çok da minik lakaplı o adamın hali ilgimi çekiyor. “Minik”… Yıllar öncesinden eşimin çalıştığı firmaya gittiğimde görürdüm bu adamı. Firmanın genel müdürü Hasan Bey’in arkadaşıydı. Her gün Hasan Bey’e balık getiriyordu Minik. Kendisi yakalıyormuş balıkları geceden ve sabah erkenden yakaladığı balıkları sabit ve değişmez müşterilerine götürüyormuş. Lakabı Minik dedim ya… Oysa ne minik ama… Sanırım yüzseksen kilo ağırlığında… Kalın gözlükleri, dağınık saçları ve incecik tiz sesi ile Antalya’da bayağı tanınan bir sima Minik. Doğrusu bu ya adının ne olduğunu da hiç bilmiyorum bu şahsın. Balıkçı barınağında illa ki görüyorum Miniği. Teknesinin içerisinde ağ çözmekle meşgul oluyor ve illaki önünde yanan ateşte pişmekte olan bir balık ve sürekli birilerine laf yetiştirme telaşı. Merak ettiğim en önemi husus ise, o küçük teknenin bu adamı nasıl taşıdığı…:))))

Bir ara bayağı bayağı niyetlenmiştim bir tekne alma hususunda. Hoş, çok fazla zamanım olmamasına rağmen ciddi ciddi kafama koymuştum tekne almayı. Fakat her defasında geri adım attığım durumlar oldu. En çok da teknenin bakım sorunu kafamı kurcalıyordu. Zira Antalya gibi yerlerde tekne ile denize açılmak bir hayli eğlenceli oluyor. Bir tarafta teknenin bakım sorunu gözümde büyümüştü, diğer bir taraftan da tekne mevzuu zihnimizi egemen alırsa, kuracağımız rakı masalarının sonunun gelmeyeceğine dair şüpheler ağır basmıştı. Pek de öyle yabana atılmayacak bir şüphe… Havanın serinlere çaldığı günlerde deniz ortasında sabahlamak var ya… Ve bir de rakının tadına kendini kaptırdın mı, sonu gelir mi gecelerin?

Bu gün canım iş de yapmak istemiyor nedense... Havanın kasvetinden midir? Bilemiyorum… İnternet üzerinden sörf yapmakta sıkıcı geliyor artık. Oradan oraya, daha sonra bir başka yere ve gazeteler arasında turlama, blog sayfalarında gezinti… Bazen o denli sıkıcı oluyor ki… Müzikte dinleyesim yok… E hadi artık bir su damlası yere düşüversin değil mi? Kapalı bir havaya eşlik etmeyecekse yağmur, yaşamın keyfi çıkar mı?

Yağmur yağsa ve çam kokusu toprak kokusuna karışıp etrafı sarıp sarmalasa ne güzel olur. Belki iş çıkışı Kemer’e doğru küçük bir yolculuk yaparım. O sarp dağların dibinden geçerken, bulutların senfonik görüntüsüne takılırım. Ve ciğerlerimi çamın ve toprağın kokusu ile doldururum… Kemer yolu yağmurun yağışında bir başka güzel oluyor. Nasıl tarif edilir bilemiyorum ama yemyeşil bir doğanın tam ortasında ağır ağır ilerleyip, arada bir gökyüzüne gözlerini dikip bakacaksın. Bulutlar değişik değişik figürlere bezenmiş bir halde dağların doruklarında süzülüyor. Ara ara dağ doruklarında yağmış olan karın görüntüsü çıkıyor ortalık yere… Taç giymiş gibi oluyor o dağın doruğu.

Ama halen tek bir damla yağmur yok Antalya diyarında. Ne kötü bir durum… Önceki yıllara oranla bu yıl yağmur çok az yağdı Antalya’ya.

Antalya’ya ilk geldiğim yılları hatırlıyorum… Ne yağmurlar yağardı ama… Bardaktan boşanırcasına adeta yağardı yağmur. Şimşekler çakar, gök gürler ve etraf adeta bir cümbüşe bezenirdi. Günlerce sürerdi yağmurlar. Bütün bir doğa doya doya banyosunu yapardı yağan yağmurla. Son yıllarda yağmaz oldu bu türden yağmurlar. Gök de sıkı bir şekil de gürlemez oldu, şimşek de eskisi gibi çılgıncasına çarpmaz oldu.

Hava kapanıyor, gökyüzü griye bezeniyor ama yağan tek bir tane damla dahi yağmur çıkmıyor ortalığa.

Doğanın içine ettiler… Vahşi kapitalistlerin kâr hırsı doğa falan dinlemiyor işte… Ciğerlerimizi söküp söküp alıyorlar. Marifet mi doğayı katletmek? En nihayetinde yediğimiz bir tabak yemek değil mi? Şu HES mevzuu zaten onanmaz bir hal aldı. Bir yerde gözüme takılmıştı, 2700 adet HES inşaatı söz konusuymuş. Doğanın anasını ağlatacaklar illa ki. Yazık değil mi? Eksik olan şey nedir? Neden bu denli pervasız bir şekilde saldırıyorlar doğaya. Hoş, pervalı saldırsalar ne olacak? En nihayetinde doğa yerle yeksan oluyor.

Aslında canım o denli çok şey yazmak istiyor ki, en doğrusu kısa keseyim. Bu yazının sonu gelmez yoksa…

Bir tek damla yağmur düşse ya artık…

 
Toplam blog
: 1509
: 1145
Kayıt tarihi
: 07.08.07
 
 

Yazarım... Okurum... Öğrencilik yıllarımda çok yazdım... Kompozisyon derslerinde yazdım... Duvar ..