Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

09 Mart '20

 
Kategori
Mesleki Eğitim
 

Birey ve Mesleki Eğitim

            Meslek sahibi olmak, mesleki yeterlilik, zanaat, zanaatkar, usta, ustalık kavramları kendimizi bilmeye başladığımız andan itibaren bir şekilde aşina olduğumuz duymaya başladığımız kavramlardır. Birey, yaşamın başlangıcında bir meslek sahibi olmak amacıyla eğitim öğretimine devam ederken ömrünün büyük bir bölümünde de mesleğini icra ederek geçimini sağlamaktadır. Meslek aynı zamanda toplumsal bir kimlik te kazandırmaktadır. Meslek sahibi olmanın kişiye kazandırdığı misyon hayatı boyunca isminin yanında anılacak bir sıfat olmaya devam edecektir.

            Hal böyleyken meslek seçimi, mesleki eğitim, bireyin ve o bireylerin oluşturduğu toplumun dengeli gelişimi için ciddi önem arz etmektedir. Ülkeler için en önemli kaynak durumundaki nitelikli insan gücünden, memleket adına en faydalı biçimde yararlanılması eğitim-öğretimin modellenmesinde temel amaç olmaktadır.

            Günümüzde üretim şekillerinin geldiği noktada fabrikaların önemi çok büyüktür. İnsanların yaşamdan beklentileri olduğu gibi fabrikalar ve organize sanayii bölgesi işletmelerinin de doğal olarak toplumdan beklentileri vardır. Bulundukları bölgelerdeki sosyal kültürel yaşama, ekonomik konfora ciddi katkı sağlayan fabrikalar, toplumdan nitelikli insan gücü talep etmektedir. Nitelikli insan gücü kavramını biraz açmamız gerekirse, mesleki bilgi tecrübesi tam olan, verilen yahut tanımlanan işi kriterlere uygun şekilde,  ideal zamanda yerine getiren, güvenilir, sadık, sözleşme koşullarına uyan, kabul edilebilir düzeyde çalışma etiğine sahip insan aklımıza gelmektedir.

            Mesleki Eğitim bireye kimlik kazandırmakta da önemli bir rol oynamaktadır. Devletimiz evlatlarımızın milli manevi değerler doğrultusunda yetiştirilmesinde üzerine düşen görevi benimde mensubu bulunduğum Mesleki ve Teknik Eğitim Kurumlarının her bölgemizde açılıp geliştirilmesiyle yerine getirmektedir.

            Bu okullarda okuyan bireyler, birçok yurtiçi yurtdışı fabrikalarda, çalıştıkları projelerde ülkemizi temsil ettikleri gibi, bulundukları bölgelerde bağımsız olarak açtıkları işyerlerinde de mesleklerini icra ederek ekonomik ve sosyal kazanımlar elde etmektedirler. 

            Evlatlarımızın ekonomik kaygı çekmemeleri, toplumda saygın bir kimlik kazanmaları ebeveynlerin de önemli görevlerinden biridir.

            Mesleki eğitim mensubu olmam sebebiyle üretim kavramı üzerine de yazmam gerektiğini düşünüyorum. Toplumun genelinde (buna eğitilmiş bireyler de dahi)l üretim kavramının doğru bir perspektifte düşünüldüğü kanaatinde değilim. Sanayii devrimi ile hayatımıza giren mesleki kavramlar, sanayileşmiş birkaç şehir dışında toplumumuzun zihninde berrak bir yer edinememiştir. 

           Üretim felsefesi konusu burada bir makale ile açıklanabilinecek bir olgu değildir. Herşeyden önce   sanayi devriminin doğuşu ve  yeni üretim araçlarının keşfi konularına bakmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. 

 

            Sanayileşme öncesi yaşam binlerce yıldır insan ve kısmen hayvan gücüne dayalı tekniklerle sürmekteydi. Köylüler toprak sahibi olan efendilerin toprağında çalışarak kendi geçimlerini sağlıyordu. Efendi köle ilişkisi mevcuttu kıt kanaat sadece yaşamını idame ettirecek kazançla son derece zor koşullarda hayatını devam ettiriyordu. Sanayileşme çağı öncesi yoksulluk kavramı toprak sahibi olmayan köylüleri kapsamaktaydı.

             Sanayileşme ile başta İngiltere olmak üzere sanayiinin doğduğu liman kentlerinde olağanüstü bir iş gücü insan gücü emek ihtiyacı doğmuştu. Öncesinde efendisine bağlı olan birey-köle artık ortaya çıkan bu alternatif durumu kurtuluşu olarak görüyor ve kendini kısmen liberal sanayiye yöneltiyordu. Bu durum neredeyse kavimler göçü gibi büyük bir iç göçü başlatmıştı. Böylelikle dünya tarihinde sosyal bir sınıf doğmaya başlıyordu “İşçi Sınıfı”.

            Sanayii işgücü ihtiyacı bitmek tükenmek bilmiyordu. İnsanlar akın akın geliyor ve son derece zor koşullarda ciddi bir mesai ile çok yoğun çalışıyorlardı. Sistem işçilerden şunu istiyordu. “Sürekli daha fazla çalışın, tüm gücünüzle her gün ve sonraki gün çalışın çalışın…”

            Yüksek tabakadakiler, sermaye sahipleri işçilere, efendilerin kölelere verdikleri değerden fazlasını vermiyorlardı. İşçi çalışkan ve dikkatli olmalıydı, kendisini düşünmemeliydi, sadece efendisine bağlılık ve sadakat borçluydu, 

            Bu noktada şöyle bir sorunla karşılaşıldı. Gelenekçi insan tipi işçiler, tüm ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra çalışmaya devam edip daha fazla para kazanmakta mantık görmüyorlardı. Jon Stuart Mill “emekçi sınıfın genelinde iyi ücret karşılığında iyi çalışmayı seçecek gururu boşuna arıyoruz, çoğunluğunun çabası mümkün olduğu kadar çok almak ama bunun karşılığında da mümkün olduğu kadar az emek vermek.” 

             Makineleşme ve bu büyük çaplı fabrika düzeninde işçiler duyusuzlaştırılıyor, temel insani ihtiyaçlar dışındaki diğer ihtiyaçlar (ruhsal, sosyal vb.) ikinci plana itiliyordu.

            Sanayii kontrolsüz bir hızla ilerliyordu. Acıma ve merhamet reddediliyor, çalışma konusunda fiziki olarak yetersiz engelli sakat yaşlı bireyler yok sayılıyordu. Tüm bu gelişme durumları insanlığın ortak çabasıydı.  Bu çabaya karşı gösterilen direnç yoksulların ahlaki gevşekliği ve fabrika disiplinine uymamalarıydı. Toplumun vaaz vericileri tarafından sanayide canını dişine katarak çalışmanın ahlaki bir mertebe olduğu vaaz veriliyor, aylaklık ahlaksızlıkla eş tutuluyordu. Çalışma etiği kavramı böylelikle doğmuş oluyordu.

            Birçoğumuzun gurbetçi akrabaları mevcuttur. Batıdaki çalışma düzeninin aşırı disiplininden dem vururlar. Bugünkü durumun o dönemlerde benimsenen, genel kabul gören bu katı tutumlarının mirası olduğu söylenebilir.

            Neticede işçilerden maksimum verim elde edilebilmesi için ne yapılması gerekiyorsa yapılıyordu. Saat ücretleri azaltılarak ekonomik olarak rahat etmelerinin de önüne geçilmeliydi ki, ekonomik yeterlilik için daha fazla çalışmak zorunda olsunlar.

            Düşkünler evi kavramı,

            Toplumda işçi sınıfı ile başka bir sınıf daha doğmaya başladı. Düşkünler! Herhangi bir nedenle koşulların değişimine ayak uyduramamış, iki yakasını bir araya getiremeyen ve yeni şartlar altında varlığını bile devam ettiremeyenlerin sınıfı.  Çalışamayacak derecede zayıf, güçsüz, ihtiyar ve engelli bireyler yani düşkünler için toplumda öyle fikirler gündeme geliyordu ki bunların bir kısmı son derece ürkütücüydü.

            Thomas Carlyle'ın 1837 tarihli, Chartism üzerine denemesinde;

                       “Eğer yoksullar sefil bir duruma düşürülürse büyük ölçüde azalacaklardır. Tüm fare avcıları şu sırrı bilir, Tahıl ambarının deliklerini tıkayın, devamlı miyavlamalar, panik ve patlayan tuzaklarla başlarına bela olun, suçlanabilir emekçileriniz ortadan kaybolacaklar ve binayı terk edeceklerdir. Aksi takdirde caiz olan, daha kısa, belki de daha az sorun çıkaran metot arseniktir.”

            Z.  Bauman "Yoksulların "büyük ölçüde" azalmasını sağlayan girişimlerde çalışma etiğinin katkısı gerçekten paha biçilmezdi. Bu etik, işgücü ücretleriyle desteklenen her çeşit hayatın, ne kadar sefil olursa olsun, ahlaki yücelik taşıdığını zorla kabul ettirdi. Böyle bir ahlaki ölçütle yola çıkan, iyi dileklerde bulunan reformcular toplumun yoksullarına sunabileceği "çalışarak kazanılmamış" tüm yardımların "daha az münasip olduğu" ilkesini ileri sürebildiler ve bu ilkeye daha uygar bir toplum yolunda atılan büyük bir ahlaki adım gözüyle baktılar. Buna göre aylaklık içerisindeki çalışmayan bireyin hayatı çalışarak en az ücret alan bireyden daha sefil olmalıydı. Çalışarak kazanılmamış yardımların kesinlikle daha az münasip olduğu dillendiriliyordu. İşte böylelerine göre düşkünlerevi şartları olağanüstü ağırlaştırılmıştı ve çalışmazsan düşkünlerevinde kalırsın teması işleniyordu. Düşkünlerevi de yaşam şartlarındaki iğrençliğiyle işçiler için tercih bile edilmeyecek bir zavallılık durumu barındırıyordu." diyerek batı medeniyetinin süslü cümlelerinin arkasına sakladığı gizli gerçeği haykırıyordu.

            Bu dönemde ki toplumun aydın kesimi bireyi sanayiinin bu acımasız koşullarının dayattığı son derece devasa makinenin küçük bir dişlisi rolüne büründüren zihniyete karşı geleneksel insanı desteklemeye başladılar.

            Sonuç olarak sanayii toplumu oluşumunda sermaye bireysel, toplumsal ve sistemle alakalı en merkezi yere yerleşmiş oluyordu.

             Tüm bunların hepsi sermaye sahiplerinin efendiliklerini sürdürebilmek için gerçekten ihtiyaç duydukları insanların iş gücü ve emeklerini sahiplenebilmek içindi.  

            Birinci bölümün sonuna geldik, ikinci bölümümüzde kaldığımız yerden devam ederek üretim toplumundan tüketim toplumu modeline geçişe değineceğim.

Okuduğunuz için teşekkür ederim. Esen kalın.  

 

 

 

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 24
: 222
Kayıt tarihi
: 06.09.13
 
 

Gazi Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi Elektrik Eğitimi Bölümü Mezunu, Sakarya Ünv'de Eğitim A..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara