Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

07 Aralık '10

 
Kategori
Eğitim
 

Bitmeyen gece

Evrenin tüm karanlığı, tek mum ışığını bile körletemez...

Mitat Enç 1909 yılında Gaziantep’de doğar. Dedesi Mehmet Mazlum Efendi kentin önde gelen avukatlarından, babası Emin Mazlum Enç ise tanınmış iş adamlarındandır.

Annesi Zeliha Hanım, kent Belediye Reisi Lütfü Güceyli’nin büyük kızıdır. Antep savaşı yüzünden kesintiye uğrayan ilköğrenimini 1923’te bitirir. Orta öğrenimini için İstanbul Lisesi’ne yatılı olarak gider. 1929 yılında lise öğrenimini tamamlayıp İstanbul Darülfünun Hukuk Fakültesine yazılır. Birinci sınıfın sonunda sınavlara hazırlanırken gözlerinden rahatsızlanır ve öğrenimini bırakmak zorunda kalır. Üç yıldan fazla İstanbul ve Viyana sağlık kurumlarında şifa arar.

Yazarın gözünden rahatsız oluşu, yakın çevresinde büyük bir yankı uyandırır. Yazar bu rahatsızlığını kısa süreli bir rahatsızlık olarak görse de, bu karanlık bir gecenin habercisi gibidir. O, bu rahatsızlığın sürekli olabileceğini düşünmek bile istemez. Nasıl olsa bir çarenin bulunacağını düşünerek kendini rahatlatmak ister. Öyle ya yaşlılar : “Derdi veren Tanrı devasını da verir, ” demezler mi?

Mitat Enç yoğun bir hastane trafiğinden sonra, gözlerinin açılamayacağını duyunca büyük bir yıkım içine girer. Bir insanın, bu dünyanın güzellikleri karşısında karanlık bir perdeye mahkum olması hiç de kolay olmasa gerek. O bu duruma bir alın yazısı olarak bakar. Bir insanın en değerli organının işlevini yitirmesi büyük bir yıkımdır. Yazar bu durum karşısında metanetini korumaya çalışarak, karanlık hayat yolunda bir mum ışığı olmayı kendine felsefe edinir.

Yazarın üstüne olumsuzluklar bütün ağırlığıyla çöker. O bu zindanı unutmanın yolunu bulmaya çalışır. Kulaklarını çevreye, kafasını geçmiş ve geleceğe kapayarak düş dünyasına dalıp gider. Düş dünyasından sıyrılıp gerçeklere dönebilmenin yolunu arar. O gerçeklerin ancak ve ancak eğitimle gerçekleşeceğini bildiği için eğitime yürekten bağlanır. Yazar Viyana’da bulunduğu sırada Viyana Yüksek Pedagoji Enstitüsünde, “özürlü çocukların eğitimi” konusunda yeniden öğrenime başlar. Öğrenim gördüğü okulda biraz olsun kendini toparlamaya çalışır. Körler okulunda öğrencilerin koşup oynayışları, gülüp haykırışları biraz olsun onun içini ısıtır.

Okul havasının, olumsuz duygu ve düşünceleri uzaklaştırmada yararı olur. Kör insanlar, gören kişiler arasında ister istemez bir eziklik duygusuna kapılırlar. Aslında bu duyguyu bazen biz görenler onlara yaşatırız. Çoğu zaman gören insanların söz ve diğer davranışları, onların ayrıcalık duygusunu güçlendirir. Olur olmaz her durumda yardım için dört elle bir engellinin koluna yapışılması, onlarda eksiklik duygusunu ateşler. Yazarın gözlerinden rahatsız oluşu yakın çevresini farklı fikirlere iter. Herkes nedenler konusunda hayal gücünü zorlayıp suçu doktorların bilgisizlik ve para canlılığına yükler. En çok kızdığı şey, bu rahatsızlığı Tanrı’ya yükleyenlerdir. O bu söylentilerden büyük bir rahatsızlık duyar. Yazar kimseye aldırış etmeden içindeki sesi dinleyerek eğitimine dört elle sarılır. İnsanların acıma duygusuna maruz kalmak, kör bir insanı üzen en büyük duygudur. İnsanların kendi aralarındaki üzgünlük belirten konuşmaları, yazarı bir hayli sıkar. Yazar, insanlardan, kendisine acımaktan çok, yapabileceği şeyler konusunda motive edici sözler duymak ister. Kimi zaman ‘biz insanlar’ bir engelliyle karşı karşıya geldiğimiz zaman bir anda yüz ifademiz değişir. Onlara acıma duygusuyla yardımcı olalım derken, onları kırdığımızın farkına varamayız.

Yazar normal insanlar gibi hayatın getirdikleri karşısında güçlü olmaya çalışır. Hayata karşı gücünü bir şeyler öğrenip hayatta uygulamakla gösterir. Körlük psikolojisi onu ne kadar rahatsız etse de bu olumsuz duygudan kurtuluş yolunu bulur. Evet, bu yol eğitim yoludur. İçindeki boşluğu eğitimle doldurabilmenin kendisi için en büyük erdem olduğunu bilir. Kör bir insanın yazma, okuma öğrenmesi pek de kolay değildir. Çoğumuza belki pek inandırıcı gibi gelmese de yaşanmış gerçekler her zaman ortadadır.

Yazar, Viyana Yüksek Pedagoji Enstitüsünde, özürlü çocukların eğitimi konusunda büyük bir azimle öğrenime başlar. Burada bulunduğu süre içerisinde engelliler üzerinde büyük bir çalışma içerisine girer. Bu çalışma içinde olmaktan büyük bir zevk duyar. Viyana’ya gitme konusunda tabiî ki yakın çevresinden büyük destek görür. Onun yakın çevresinden beklediği şey, güven duygusudur. Viyana gibi büyük bir şehirde, kör bir insanın eğitime gönül vermesi büyük bir mutluluktur. Yazar burada biraz olsun olumlu duygular içerisine girer. Çünkü çevresinde kendisini anlayan ve kendisiyle aynı kaderi paylaşan birçok kişiyle tanışır. Viyana’daki özürlü çocuklara verilen eğitime hayranlık duyar. Kör bir insanın içendeki güzellikleri dışarıya çıkarmaya çalışan bir ülkeye kim hayranlık duymaz ki.

Birçok düşünür, uygarlığın çeşitli tanımını yapmaya uğraşır. Bu tanımlardan bir de, engellilerin de ayrıcalıklarına rağmen, kendileri gibi bir insan olduğunu unutmamaktır. Yazar Viyana’da kabartama kitaplarına kapanarak okumaya çalışır. Kabartma kitaplar kör bir insanın en büyük dostudur. Yüreğini dökebileceği tek yeri bu kitaplardır. Hayata tutunmalarını sağlayan bu değerli kabartmaları okumak sanıldığı gibi kolay değildir. Yazarın en büyük hayali donanımlı bir eğitime sahip olarak insanları bilinçlendirmektir. Yazar bir yandan da dil eğitimine ağırlık vererek, bu yolda da büyük mesafe kaydeder. Kasetlerle dil öğrenmek için çok ter döker.

Yazar öğrenim sürecinde bir yandan da zanaata kaşı bir merak duyar. Boş zamanlarında elini tembelliğe itmemek için okulun da yardımıyla ekmek sepeti yapmaya çalışır. Eliyle bir şeyler meydana getirmesi, kendisine büyük bir mutluluk verir.

Yazar bir yandan da okulun daktilo kursuna yoğunlaşır. Boş zamanlarında mektuplar yazarak hislerini arkadaşlarıyla paylaşır. Bunların hepsini kör bir insanın yapıyor olması çoğumuza şaşırtıcı gelebilir. Ama insanın içindeki inanç duygusu var oldukça, hayatta olmayacak hiçbir şey yoktur. İnsan öyle bir varlıktır ki, her zorluğun üstesinden gelebilecek yapıda yaratılmıştır.

Körler okulda vefalı insanların yardımıyla, eğitimdeki bazı zorlukların üstesinden gelirler. Derslerde kabartma ile notlar tutulur. Bu notların okunması için, gönüllü ve ücretsiz okuyucular gelip yardımcı olurlar. Gören insanlar, kör bir insanın başarısını üstün bir yetenek olarak görürler. Körler bir şey yaptığı zaman, büyük bir şaşkınlık içine girmek onları yok etmek, demektir. Yazar kendisini talihli bir insan olarak görür. Çünkü Viyana’ya gidip burada kendisini geliştirme imkanı bulması büyük bir şanstır. Viyana’daki körlerin çalışkanlığı, üretkenliği, hayata meydan okuyuşu, yazarı derinden etkiler. Tabi ki oradaki yetkili kişilerin de eğitim anlayışı, hayatın önemli değerlerini üretken hale getirir.

Yazar bitmek bilmeyen bir sevgiyle, Pedagoji alanında kendini en iyi şekilde yetiştirme yollarını arar. Bir yandan Viyana’da öğrenim görürken, diğer yandan da diğer büyük ülkelerin eğitim programlarını takip eder. O büyük bir araştırma, koşturma sonucunda Amerika’da eğitimini ilerletmek için devlet büyüklerinden yardım ister. Tabi ki devlet büyüklerinin olaya yaklaşımı pek de sıcak olmaz. Çünkü karşılarında kör bir insan vardır. Bunun pek kolay olacağını düşünmezler.

O, Sağlık Bakanlığının bursundan yararlanarak Amerika’nın yolunu tutar. Tabi ki Amerika’ya giderken yanında bir de yardımcı vardır. Amerika hayatının bir dönüm noktasının başlangıcı olur. Onun amacı Amerika’daki öğrenimi sonucunda, bu bilgilerini ülkesine taşımak ve ülkesi adına bir şeyler yapmaktır.

Yazarın eğitim hayatı, siyasetin buhranlı dönemine denk gelmesine rağmen, yazar tüm zorlukları aşar. Düşünsenize ülke büyük bir ekonomik buhran içindeyken, kör bir insanın eğitimini kim dikkate alır ki?

Yazar Amerika’ya gittiği zaman, oranın yoğun trafiği işinde bazı kazalara maruz kalır. Bu kazalar, tabi ki gören insanların dahi maruz kalabileceği kaza türlerindendir. Çoğumuz bazen düz yolda bile yere düşeriz. O böyle ufak tefek kazalara kendini alıştırır. Yerde insanların acıma duygusuna takılmadan hemen ayağa kalkar.

Yazar Körler Okulunda öğretmenlik uygulamalarına ağarlık verir. O eğitimin bir ülkenin kalkınmasında ne derece önemli olduğunu bildiği için bu yolda çektiği sıkıntıları hiçe sayar. Yazarın eğitim yolundaki mücadelesi, devlet büyüklerinin de ilgisini çeker. Bu konuda yalnızlığı sona ermeye başlar. O, bir arı gibi Amerika ve Türkiye arasında eğitim mekiği dokur. Amerika’da öğrenmiş olduğu, tanık olduğu yeni atılımları kendi ülkesine uyarlama çabası içerisine girer.

Körlüğüne aldırış etmeden gerçek bir eğitim savaşçısı olan bu büyük insana kelimeler kifayetsiz kalır. Malum ki ülkemizde engellilerin geri plana itildiği bir dönemde, eğitim mücahitlerine büyük ihtiyaç duyulur. Bu mücahitlerin başı, değerli yazarımız olur. İnsanlar her zaman körlerin beden dilini nasıl kullandıklarına şaşırırlar. Görerek edinilen izlenimde, yüzün biçim ve ifadesi, gözler, giyim ve kuşam, karşınızdakine ya hemen kanınızın kaynamasına, saygı ve çekingenlik duyulması için yeterli gelir; ya da bunun tam tersi olur. Oysa eller, koku ve kulakla edinilen duygu ve düşünceler çok daha farklıdır. Bununla beraber insanların ellerinin biçimi ve el sıkışları, ses tonları ve konuşma özelliklerinin etkisi ile kafasında dış görünüşleri konusunda bir fikir oluşturur. Ellerin biçimi ve sıkışı da körler için özel bir anlam ifade eder. Elin derisinin dokusu, ısısı ve nemi de önemlidir. Körler insan kişiliği hakkında bu şekilde fikir edinirler. İnsanların ses tonu da kişiliğin bir yapısı haline gelir.

Yazar bir gün Gümrük Hanının önünden geçerken ayağı yere takılır ve düşecek gibi olur. Toparlanıp yoluna devam ederken iş gören hamallardan birisi, “Herifçioğlu kafayı iyice tutmuş, burnunun ucunu göremiyor!” der. Öteki de yüksek sesle, “Yok ulan adam kör, kör!” deyip düzeltir. Yazar bunları duymazlıktan gelip uzaklaşır. Hiç beklenmedik yerde, umulmadık kimselerden sakatlığını hatırlamak, kör bir insanı derinden incitir.

Aralık bırakılan bir kapının keskin kenarına alnını çarpıp birkaç damla kan akması, eşikte bırakılmış pabuç ya da takunyaya takılıp dengesini yitirmesi, sofrada yeri değiştirilin bardağı araması, Mitat Enç’in, karşılaştığı bazı sorunlardır. Kör bir insan için bunlar olağan karşılanmalıdır. Kimi insanlar bunu olağan karşılamayıp görmezlikten gelmezler.

Kendilerinden farklı olanları da, temelde insan olarak karşılayıp, benimsetmeye alıştırmak, dünya barışının temel sorunudur. Rengi, inançları, varlığı, dili ve dini bizden farklı olanları da kendimiz gibi insan olarak görmeyi öğrendiğimiz zaman ne din, ne politika, ne gelişmişlik, ne de geri kalmışlık yüzünden, insanların birbirleri ile didişmeleri için neden kalacaktır.

Yazarın, Amerika’da aldığı Pedagoji eğitimi sayesinde hayata bakış açısı değişir. Bu ülkede yaşamın temel kurallarından birisi olduğu anlaşılan, ‘kendi işini kendin gör’ ilkesi ile tanışmış olur. Ülkemizde bu ilke pek de ileri seviyede değildir. İnsan olumsuz bir durum karşısında yalnızlık duygusuna kapılarak, ikinci bir kişinin yardımına ihtiyaç duyar. İnsanların kendi kendine yetebilmesi, hayat karşısında insanı daha güçlü kılar. Hayatımızda çoğu zaman, çocukların eğitimi konusunda yanlış yaklaşım sergileriz. Çocuklar zor bir durumla karşı karşıya kaldığı zaman, hemen bu durum karşısında çocuklara yardım etmek isteriz. Bu yardım çocuğunun yararına gibi gözükse de ileriki yaşamında özgüven eksikliği oluşturur. Özgüvenden yoksun olan bir çocuk, hayata karşı mücadelesiz bir yaşam sürdürür. Zor durumlar karşısında birilerinin yardımına ihtiyaç duyar. Ayrıca, çocuk üretici olmaktan çok tüketici bir duruma geçer.

Eğitimde tüketici bir gençliğin oluşum sebeplerinden biri, “kendinle var olabilme” duygusunun aşılanamamasıdır. Yazar kendine olan özgüveniyle, inişli çıkışlı yollarda eğitim mücadelesi verir. Türkiye’den kalkıp dünyanın bir ucuna gidebilen kör bir insanın eğitim mücadelesi takdire şayandır. Yazar geleceğin fidanlarının en iyi şekilde eğitilebilmesi için gece gündüz demeden, tüm zorluklara rağmen Amerika okullarında dirsek çürütür. Sakatların, engellilerin topluma kazandırılması için yoğun bir eğitim temposu içine girer. Onların da toplumun bir parçası olduğu gerçeğini kimi insanlar unutur.

Yazar 1936’da Colombia Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde göstermiş olduğu başarı neticesinde, lisans diplomasını almaya hak kazanır. O, bu dönme içerisinde gittiği körler okuluna gıpta eder. Her şey en ince ayrıntıya kadar düşünülür, engelli öğrencilerden en üst seviyede verim alabilme yolları, modern yöntemlerle saptanır. Buradaki eğitim Türkiye’deki eğitime, biraz daha uzaktır. Bu uzaklık eğitimin kalitesinden kaynaklanır. Gerek yapıları, gerekse donanımı açısından da Avrupa’daki benzerleriyle kıyaslanması olanaksızdır. Buradaki üst düzey yöneticiler her şeyi devletten beklemezler. Herkes eğitim yolunda bir ödev duygusu içindedir. Engelli öğrenciler 10’ar kişilik yaş kümeleri ve üç, dört bekar öğretmen ile birlikte aile ocağı benzeri küçük bahçeli evlere yerleştirilir. Öğrencilere bir ev ortamının sıcaklığını yaşatarak, daha iyi verim elde edilebileceğini çok iyi bilirler. Mutfağı, aşçı ve hizmetçisi ayrı olan bu evlerde, elden geldiğince bir aile atmosferi yaratmaya çalışırlar.

Öğrencilere, gözleri görmüyor, diye yersiz ve gereksiz hiçbir yardım yapılmaz. Sofrada kurallara uygun olarak yemeklerini yemekten, temizlik ve giyimlerini vaktinde tamamlayıp, ana yapıdaki sabah toplantısına ve derslere zamanında yetişmeye kadar tüm işlerini yardımsız başarırlar. Kapalı yüzme salonunda, çekinmeden tramplenden sulara dalarlar. Hatta kış gelip okulun göleti buz tutunca, patenlerini takıp düşe kalka buz pateni bile yaparlar. İşte bunların hepsini yaptıran oradaki eğitim anlayışıdır. Körlere verilen değerin göstergesidir. Körlerin bir toplum içinde ne kadar önem verilmesi gerektiğini gösterir.

Gerek okulda, gerek üniversite derslerinde izlenen öğretim yöntemleri çok farklıdır. Sömestr başında öğrencilere, dersin ana konuları, incelenecek ana kaynaklar ve hazırlanması gereken ödevleri içeren yazılı rehberler dağıtılır. O dönmelerde böyle bir eğitim anlayışına sahip olmak yazarı şaşırtır. Dersler, hocaların konuşup, öğrencilerin dinlemesi ile geçmez. Aktif öğretme yolu seçilir. Her şeyin doğrusunu bilen ve daima son sözü söyleyecek küçük bir bilim tanrısı olarak görülmeyen öğreten, kısaca konuyu açıkladıktan ve tartışmayı başlattıktan sonra, sorular sorulup itirazlar yapılır. Öğretmen de istendiğinde görüşüne karşıt görüşle itiraz edilebilen, hatta şakalara gülmesini bilen bir sınıf üyesi olur.

İnsanın kendi düşünme ve karar verme yeteneklerini geliştirip, kişiliğini oluşturan böyle bir atmosferde kör insanların hayata bağlanması pek doğaldır. Ülkemizde ne yazık ki, anlatılanlara itiraz etmek, yanlış bulmaya yeltenmek, ders yılı boyunca mimlenerek kırık not almaya neden olacak haddini bilmezliklerdir. Amerika’daki okullarda ise bu tür davranışlar neredeyse eleştirici düşünce ve uyanıklık belirtileri sayılıp, beğenilir. Buna karşın da, okulun kurallarını öğrenme ve önemseme konularına meydan okumaya kalkanlara asla hoşgörü gösterilmez. İş ve görev yerine vaktinde gelmek, verilen işi baştan savmadan, vaktinde yetiştirmek gibi alışkanlıkların kurulup, yerleşmesine titizlik gösterilir. Okuldaki tüm hizmetler, insana ne denli değer verildiğinin göstergesidir. İşte Amerika’yı yıllardır güçlü kılan bu eğitim anlayışı değil midir? Bir ülkenin en büyük gücü, eğitim gücüdür.

Uyum ve gelişim sorunu olan körler için, Rehberlik ve Psikolojik Danışma Servisi vardır. Beden yapısı ve taşıyışında aksaklık olanlar, fizyoterapi servisinden yararlanır, sosyal hizmet uzmanları okulla, aile ve toplum arasındaki ilişkileri olumlu yönde yürütmeye çalışır. Kimsesi olmayan çocuklar için hafta sonlarını geçireceği aileler, okuyucu ihtiyacı olanlara da gönüllüler bulunur. Körlerin gönüllü okuyucu bulması pek de zor olamaz. Toplum bu konuda çok cömert davranır, boş zamanları olduğu zaman bir yerlerde eğlenmektense, vakitlerini kör çocuklara ayırırlar. Gazetelerde bu konuda ilanlar olur. İlanı okuyan duyarlı insanlar, körler okuluna gelerek üstüne düşen görevi yerini getirir.

İnsanı önemsemenin en belirgin görüntüsü, sağır-körler bölümüdür. Orada sekiz kadar engelli öğrenci, bireysel öğretmenlerinden sesli konuşma ve konuşulanı parmak uçları ile dudaklardan izleme yöntemi ile yetiştirilir. Kuşkusuz, burası kaynakları sonsuz bir ülkedir. Zenginliğinin ünü dünyaya yayılmış olmasına rağmen, insan kaynaklarını geliştirip yetiştirmeye, olağanın ötesinde önem verdikleri ortadadır.

Yazarın dikkatini çeken diğer bir yön de, ailelerin çocuklarına karşı olan tutumlarıdır. Yaşı ne olursa olsun, çoğu yerlerde onlara yetişkin muamelesi yapılıp, görüş ve tercihleri sorulur, istekleri önemsenerek dinlenir. Bu, çocukların düzen ve kuralları öğrenip, uyum sağlamalarına büyük katkı sağlar. Günümüzde ise, sadece büyüklerin yanlış da olsa konuşup, çocukların pasif bir dinleyici olması, içler acısıdır. Sadece karşısındakini dinlemekle terbiye edilen bir çocuğunun, ileriki yaşamında araştırıcı bir ruha sahip olması pek zordur.

Sadece ailenin güdümünde hayatını sürdüren bir çocuk, hayata karşı direncini kaybetmeye mahkumdur. Amerika eğitim anlayışıyla, hayata karşı üretici gençler yetiştirmektedir. Yazar Amerika’da kaldığı süre içerisinde, ülkesindeki eğitim eksikliğini tüm çıplaklığıyla görmüştür. Bunun üzerine o, ülkesini daha ileriye götürebilecek gençliğin yetişmesi için ‘Pedagoji Enstitüleri’ üzerinde yoğun bir çalışma başlatır.

Amerika’da kiliseler de birer eğitim kurumu görevini üstlenir. Kiliseler, sadece ibadet yapılan yerler değildir. Kiliseler, büyük ölçüde Tanrı ile kullarının baş başa kaldığı, tapınma yeri olmaktan öteye geçerek, spor alanları, kilise piknik ve eğlence toplantıları, gençlik ve sosyal yardım kolları ile sanki bir halk eğitim merkezine dönüşmüş durumdadır. Rahipler mihraplarına kurulup cemaatin tapınmaya gelmesini beklemez. Herhangi bir nedenle toplantı ve ayine katılmayanları, arasını soğutmadan evlerinde ziyaret eder. Hastalık ya da başka sorunları olup olmadığını araştırır. Keşke camilerimiz de böyle bir misyonu üstlense, ne de güzel olur. Yani eğitim sadece okullardan değil, tüm yasal kurumlardan beklenmelidir.

Herkes günlük yaşamın çarkı içinde bulabildiği yer ve görevi barış içinde sürdürüp gider. Böyle bir yerde, eğitimin tohumlarını atmak hiç de zor değildir. Amerika’da görenler, görmeyenlerle bir arada yaşamaya alışmışlardır ve onları farklı bir yaratık olarak algılamazlar. Kimi insanlar, körleri toplumun dışında tutarak, onları kendileri gibi kör olanlarla bir arada tutmaya çalışırlar. Böyle bir anlayışa sahip olanlar, millet bilincine erişememiş olanlardır.

New York’ta körler okullarının birçoğu, gönüllü kuruluşlardır. İnsanlar engellilerin gelişimi için seferber olurlar. Bilirler ki, onların içinde gizli bir hazine vardır. Bu hazine ülkenin kalkınmasına yetecek bir hazinedir. Ülkemizde bu hazinenin farkına varamamış insanlar çağın gerisinde kalmaya mahkum olmuştur.

Yazarın etkilenmiş olduğu diğer önemli konu ise, normal devlet okullarında körler ve az görenler için kurulmuş olan özel sınıf ve hizmetlerdir. Burada engelliler özel araç ve yöntemleri kullanmayı öğrenir, okul programının önemli bir kısmına gören öğrencilerle katılır. Bazı durumlarda ise, bu öğrenciler normal sınıflara yerleştirilir ve gezici özel eğitim öğretmenleri aracılığı ile ihtiyaçları karşılanır. Böylece hem aileleri ile olan bağ ve ilişkileri kesilmemiş olur, hem de gören bir topluma uyum sağlamak için gerekli beceri ve alışkanlıkları geliştirebilme imkanına sahip olurlar.

Kişisel girişimin gelişip ürünler verebilmesi, büyük ölçüde toplumsal desteğe bağlıdır. Bu da öncelikle insana güvenmekle gerçekleşir. İnsanın yetenekleri ve iyi niyetine karşı sürekli kuşku duyup, engellemek amacını benimsemiş ortamlarda, özel girişimin kök verip filizlenebilmesi çok zordur.

Yazar Amerika’daki yoğun eğitim programı sonucunda, burada tanık olduğu güzel eğitim programlarını ülkeye getirme yollarını arar. Bunun için de ülkedeki körlük sorununun nedenini ve körlerin sayılarını, bu durumdakilerin yaşam koşullarını iyece inceler. İlk işi olarak trahom savaş örgütü başkanı ile temasa geçmek olur. Yararlı bilgiler ve bazı kaynaklar bulur. Nüfus sayımı ile sakatların sayısal durumunu öğrenmeye çalışır. Trahom ve körlüğün en yaygın olduğu yerlerden biri Gaziantep’tir.

Yazar, burayı ve Kilis’teki körlerin tekeline bırakılmış hasırcı ve sepetçi çarşılarını ziyaret eder. Körlerin nasıl çalışıp, ne kazandıklarını öğrenmeye çalışır. Bunların dışında dilencilikten başka uğraşlarla geçimini sağlayabilen körler bulunup bulunmadığını araştırır. Bunları bir araya topladıktan sonra, yazı makinesinin başına oturup çalışmaya koyulur. Sayılar konusundaki tüm belirsizliklere rağmen, o günlerde ülkemizde 3000 kadar okul öncesi ve okul çağlında kör çocuk olduğu ve bunlardan ancak 25 kadarının İzmir’deki okulun körler bölümüne devam ettiği anlaşılır.

Yazar kafasındaki engin eğitim bilgilerini pratiğe dökebilmek için, üst mercilerle iletişeme girer. Ülkenin buhranlı döneminde bu pek de kolay olmaz. Ülkenin var olma tasası altında bulunan büyük bir makamın, kör bir insana zaman ayırması, hiç de içten değildir.

Yazarın tek derdi, kör insanlara, en uygun pedagojik eğitimin verilmesi, körlerin gören insanlar gibi hayata karşı aktif hale getirilmesidir.1950’li yıllarda üniversitelerde Pedagoji eğitimi konusunda gözle görülür atılımlar olmaz. Yazar özürlü çocukların eğitimi için, 1952 yılında okul açmak ile görevlendirilir. Bu onun için büyük bir mutluluktur. Tasarladıklarının dikkate alınıp faaliyete geçmesi, onu daha da cesaretlendirir. Yazar durmak nedir bilmeden, gözünü Ankara’ya diker. Gazi Eğitim Enstitüsünde (bugünkü Gazi Eğitim Fakültesi’nde), en büyük eksikliğin Özel Eğitim Bölümü’nün olmayışı, olduğunu fark eder. Bu konuda büyük bir çalışma içerisine girer. 1952 yılında, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde, Özel Eğitim alanında personel yetiştirmeyi hedefleyen, Özel Eğitim Bölümü’nü kurarak, üç yıl Bölüm Başkanlığı yapar. Evet, bunların hepsini, kör bir adam yapar. Bıkmadan, yılmadan, azimle, görenlerin dahi yapamadıklarını yapar.

1942 yılında Gazi Eğitim’de tanıştığı İngilizce öğretmeni olan Sabahat Çanakkaleli ile evlenir. Biri kız, biri erkek olmak üzere iki çocukları olur. Büyüğü kız, küçüğü erkek iki çocukları, üçü kız, birisi erkek dört torunları olur. Bütün uzuvları sağlam olan eğitimli bir bayanın, kör bir insanla hayatını birleştirmesi, pek çok kişinin tuhafına gider. İşte böyle insanları takdir etmek gerek. İnsanlara; “Kör bir insanla evlenir misin?” diye sorulsa, çoğu kişi bir anda irkilir. Beni özürlü bir insana mı yakıştırıyorsun, der. Acaba ben, o özürlü insana layık mıyım, diye hiç düşünmez. Bunun yanında, insan yarın ne olacağını da düşünmez. Kimin yarın için garantisi var ki?

Yazar 1965’de Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde, Özel Eğitim Bölümünü kurup 1977’de emekli oluncaya kadar Bölüm Başkanlığı yapar. Bunların dışında çeşitli tarihlerde ek görevlerle Ankara Yüksek Öğretmen Okulu, Sosyal Hizmetler Akademisi, Hacettepe Üniversitesi gibi kurumlarda öğretim üyeliği yapar. Tüm olumsuzluklara rağmen, kendine öz bir kadroya atanarak, kurumda hocalık statüsüne erişmek, yazarın güven tazelemesine yarar. Çünkü yazar ne yapabileceğini ortaya koymak için daha rahat çalışacaktır. O, bu kurumun öğretmen ve yönetici yetiştirirken, yaşadığı önemli eksiklikleri kısa sürede tanımaya başlar.

Eğitimdeki büyük eksikliğin en belirgin belirtilerinden biri, çocukların sadece bilgi yığını haline getirilmesidir. Yazar büyük konferanslar vererek, üniversitedeki tüm yetkili kişileri, eğitim yolunda doğru şekilde aydınlatır. Gençlerin yetenekleri, ilgileri üzerine yoğunlaşarak onlardan en iyi şekilde verim alma yoluna gider.

Ruh Sağlığı müfredatıyla, ders kitabının hazırlanması ve okutulmasını görev olarak alır. Yazarın deneyimlerine göre, eğitim düzenin en aksak yanı, yetişen kuşağı, programlar ve yönetmenlikler karşısında harcanabilecek bir kaynak olarak görmektir. Bunun en kesin belirtileri, bu program ve yönetmenliklerin uygulanışında görülebilir. Program, kutsal bir kitap gibi herkesin uyması zorunlu sayılan ve her çocuğu aynı kalıba dökmeye uğraşan bir araçtır. Özellikle ortaokuldan başlayarak lise sonuna kadar öğrenciler, bazı sınıflarda sayısı ve çeşidi on sekize ulaşan tüm derslerden başarılı olmakta zorunlu tutulurken, yetenek düzeyleri ortalama olanların bu kadar çeşitli konuları aynı zamanda ve yeterli başarı ile öğrenip öğrenemeyecekleri sorusunun üzerinde pek durulmaz. Çünkü programın içeriği, öğrencilerin bireysel güç ve yetenek farklılıklarından çok daha önemli görülür.

Eğitimin amacını gerçekleşebilmesi için, bu alanların hepsinden belirli ölçüde kafaya depo edilmek gerektiği kabul edilmiştir. Ders yılı sonunda, sınıfların en yetenekli ve güdülenmiş küçük bir kesiminin bunu başarması, gerisinin de bütünlemeye veya sınıfta kalması, üzerinde durulması gereken bir sorun olarak görülmez. Düşünülmek zorunda kalındığı zaman da, ya sınıf koşullarını gevşetmek ya da sertleştirmekten öteye önlem akla getirilememektedir. Bütünlemeye kalma veya sınıf tekrarlama sonucunda, öğrencinin öğrenmeye olan ilgisi, kendine güveni, okul ve topluma karşı geliştirebileceği olumsuz duygu ve tutumlara pek önem verilmez.

Yazar kısa sürede çevresine kendini kabul ettirmeyi başarır. Gazete ve dergilerdeki yazıları, yayınlanan kitapları, radyo konuşmaları ile sesini Başkent sınıflarından ötelere kadar duyurur. Eğitim kurumları ve programlarını geliştirmek için Bakanlığın kurduğu komisyon ve komitelere davet edilir. Kısacası aranan bir meslek adamı haline gelir.

Yazar, Amerika’daki eğitim çalışmalarını yakından takip etmek için eşiyle birlikte Amerika’ya gider. Birleşik Devletlerde her türlü arızalı çocuklara özgü eğitim kurumlarını gezerken onu en çok etkileyen, durumu ne olursa olsun, insan evladı ve onun gelişimine verilen önemdir. Doğuştan, kaza veya hastalık sonucu en önemli organlarından yoksun kalanlar ve bunları kullanamayacak duruma düşen çocuk ve gençlerin geriye kalan güç ve yeteneklerini geliştirip, kullanmayı öğreterek, onları bağımsız bir yaşama hazırlayan kuruluşlar, insana verilen değer ve önemin en duygulandırıcı kanıtlarıdır. Takma kol ile sütünü yardımsız içen; tutmayan bacaklarına rağmen tekerlekli sandalyesinde okulun her yanında cirit atabilen; dişleri arasına sıkıştırdığı fırça ile resim yapan; parmak uçlarıyla kabartma satırlar üstünde koşturanlara, engelleri aşmak için bir yol ve yöntem bulan sabır ve sevgiye, hayran olamamak olanaksızdır.

Amerika’da engelli ve uyumsuzların toplumla ilişkilerini yoluna koymak, kitap okumak, evlerine hafta sonunu geçirmek üzere davetler yapmak gibi çeşitli gereksinim ve hizmetlere yürekten yardımcı olan duyarlı insanlar vardır. Esasen bizim gibi her iş ve hizmeti devletten beklemeye alıştırılmış olanlar için, bu ülkede yurttaşların birey ve küme olarak sorunlarını ele almak ve çözüm yolları bulup uygulamakta gösterdikleri girişim ve sorumluluk duygusu, en öykünülecek yanlarından birisi gibidir.

Yazar görmeyenlerin işlettiği tavuk çiftlikleri ve mandıraları ziyaret eder. Körler, eş ya da başka bir yakınının yardımı ile işletmenin çoğu işini yürütürler. Kendi işletmelerinde ya da olağan iş yerlerinde çalışamayacak kadar önemli ve kapsamlı sakatlıkları olanları da kendi hallerine terk etmezler. Onlar için de özel iş yerleri kurarlar, ya da evlerinde verimli duruma getirmek için her türlü desteği sağlarlar. Yazar ülkesine döndüğü zaman ilk iş olarak toplumun dışında kalan çiçekleri bir araya getirmeye çalışır. Büyük bir destekle sabahçı kahvelerini, sarnıç ve bodrum deliklerini, sokakları tek tek taramaya koyulur. Sabaha kadar yedi-onsekiz yaş civarında iki yüz kadar bataklık çiçeği toplar. Bu bataklık çiçekleri, kimsenin dikkatini çekmeyen ve toplumun dışına itilen sokak çocuklarıdır. Yazar onların bir sözcüsü durumuna gelir. O eğitime sokaktan başlamanın önemini çok iyi bilir.

Özellikle büyük kentlerde başıboş bırakılan çocuk ve gençleri kullanıp, sömürmeyi meslek edinmiş ne şebekeler vardır! Onlar ellerine düşenleri büyük bir başarı ile her türden suçlu ve sapık olarak yetiştirmeyi becerebiliyorlar. Oysa uygarlığın temiz ve sıcak yatağı uykularını kaçıracak kadar onları rahatsız eder.

İnsanları canavarlaşmaya iten en büyük kaynak, çevrelerinde kolayca sömürüp kullanabilecekleri, kendilerinden güçsüz varlıkların bulunuşudur. İnsanı, insan gibi davranmaya zorlamak için de, dilediği zaman her zayıfın bileğini bükemeyeceğini inandırmaktır. Bu nedenle zayıf ve sakat olanları eğiterek güçlendirmek, sağlam olanların da uygarlaşmasını kolaylaştıracaktır.

1950’de, görevliler ve kamuoyunu aydınlatıp etkilemek amacıyla, yakın bazı meslektaşlar ve dostları, kurucu olarak değerli destekleri sağlanarak, Altınokta Körleri Eğitme ve Kalkınma adı altında bir dernek kurarlar. Yazar bu dernek vasıtasıyla insanları bilinçlendirmek ve harekete geçirmek ister. Sosyal hizmet ve yardım etkinliklerinin din kurumları ve din görevlilerimizi de yakından ilgilendirmesi gerekir. Cami külliyelerinin eskiden tapınma dışında, öğretim ve sosyal yardım alanında çeşitli hizmetleri vardı. Bunun güvenilir tanığı vakfiyelerdir. Dinimiz ve kutsal kitabımız bu tür hizmetlerin tapınma kadar önemli olduğuna değinir.

İnsanın hayata bağlanmasında, sağlık personelini ve kurumlarını da unutmamak gerekir. Görme, işitme ya da başka bir organını yitirenlere tıbbın yaptığı son hizmet çoğunlukla taburcu kağıdını imzalamak olur. Rehabilitasyondan söz edenlerin pek çoğu da bu işi, sadece yapay organ takmak ve tedavi yolu ile bir ölçüde hareket özgürlüğü kazandırmak biçiminde görür. Kişiyi sakatlığına alıştırmaktan tutun da, aile ve toplumsal çevresi ile ilişkilerini sağlıklı durumu yöneltmek, onu verimli, üretici ve bağımsız bir yurttaş haline getirmeye kadar varan, çok önemli boyutları vardır bu işin. Doktor ve hastanelerimizin bu hizmetlerin nereden ve nasıl sağlanabileceği konusunda güvenilir, sürekli yenilenen bilgilere ihtiyaçları vardır. Ayrıca bu bilgileri, en etkili biçimde, sakatlanana kabul ettirmeyi becermeleri de, bu çalışmanın çok önemli parçasıdır.

Sonuç:

Kısacası, birçoğumuzun insan sevmeyi, onunla yürekten ilgilenmeyi ve kendinden bir şeyler vererek başkalarının mutluluk ve güvenini sağlamayı öğrenmeye çok ihtiyacımız vardır.

Düşkün ve yoksula, sakat ve yalnıza, sadece birkaç damla gözyaşı bağışlamak, armağanların en ucuz ve en değersizidir.

Yazarı: Mitat Enç

 
Toplam blog
: 9
: 1418
Kayıt tarihi
: 24.10.10
 
 

Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğrencisiyim. ..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara