- Kategori
- Deneme
Biz, Edebiyat, kendimiz

Hepbirlikte...
BİR YAZININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Merhaba Sevgili Dostlar.
Sizleri gönlümce selamlamak istedim çünkü artık “biz” olgusundan bu denli uzaklaştığımız günlerde selamlayacak gönül dostları bulamamaktan ürkmekteyim.
Ne kadar da yabancılaştık birbirimize, kültürümüzden, öz benliğimizden, bizi bir arada tutan olgulardan ne kadar da uzaklaştık…
Mehmet Kaplan adı size bir şeyler çağrıştırıyor mu? Edebiyat ehli bilir gerçi…
Bugün sizlere onun, İstiklâl Savaşı’nın görünmeyen kahramanlarını anlatan Tarık Buğra’nın Küçük Ağa romanıyla ilgili bir yazısından bahsetmek istiyorum. Umarım bu yazıyı bulup ( Yazıya, Mehmet Kaplan, Edebiyatımızın İçinden, Dergâh yay., İstanbul 2004 bu kitaptan ulaşılabilir.) okuyanlar çıkar ve yazı okuyanlara bir takım duygular hissettirir. Menfaatlerimizin esiri, çıkarlarımızın kölesi olgumuz şu günlerde yazıdaki” kendini ifade edememe”nin nedenini düşündürür. Aslında neden basittir, biz birçok yer fethetmiş bir uygarlığın torunları olmakla övünüyor, fakat halen kendimizi fethetmek için kılımızı dahi kıpırdatmıyor, okumuyoruz.
Kaplan’ın yazıda demek istediği Türk Milleti’nin kendini anlatmamış olmasıdır. Sanat ve kültüre değer veren bir Osmanlı’dan söz eder lakin bu değer verişin sürdürülemediği gibi eserlerin de korunamadığından yakındığını görürüz. Şöyle söyler:
“… Zira tarihlerini unutan milletle şahsiyetlerini kaybedeceklerinden, gelecekte de büyük bir varlık gösteremezler.
Yakın Tarih karşısında almış olduğumuz tavır eskisinden pek farklı değildir. İstiklâl Savaşı hiç şüphe yok ki Türk ve dünya tarihinin en önemli olaylarından birisidir. O müthiş hengamede Türk halkı istiklâlini kazanmak için şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy hattâ ev ev döğüştü. Fakat bugün onu anlatan ve hatırlatan kaç sanat eserimiz, kaç ilmî araştırmamız vardır? Atatürk’ün Nutuk’u ile Mehmet Âkif’in “İstiklâl Marşı” Yakup Kadri ve Halide Edip’in eserleri dışında bize bu büyük savaşı canlı olarak hissettiren hangi eserleri biliyorsunuz? Türkiye’nin muayyen merasim günlerinde milyonlarca defa tekrarlanan hepsi birbirinin aynı, basmakalıp sözlerle onu anlattığını mı sanıyoruz?”
Kaplan 1964 yılında söylediği bu sözler günümüzde halen geçerlidir. Tabiî olarak o günden bugüne İstiklâl Savaşı’nı ve cumhuriyet sürecini anlatan eserler artmıştır fakat bu kez de çok daha köklü bir sorun ortaya çıkmıştır. Okuma yazma oranının o zamana kıyasla hayli yüksek olduğu bu zamanda okuyanla ters orantılı oluşudur.
Kaplan o yılların ilim ve roman çağı olduğunu da söyler, yazısında. Fakat bizim yine halen geçerli olan “destancı “ve “efsaneci” bakış açımızı da ekleyerek. Ona göre, Türkiye’de heyecanlı bin bir epizodu olan o büyük maceradan kalanlar ne olduğu bilinmeyen “meçhul bir asker” ile, kendisine hiç benzemeyen bir “heykel Atatürk”tür.
Yine Kaplan’ın söylemiyle savaş halinde ölüm ile kalım arasında sıkışan insan o halde bile “hakikat endişesi” duymaktadır. Peki ya şimdi…
Bizler aynı gökyüzünün altında, aynı ülkede, aynı şehirde, aynı semtte, aynı mahallede, aynı apartmanda, aynı evin içinde yaşayan birer yabancılar olduk. Bedenimiz ve ruhumuz bile birbirine yabancı oldu. Kendi kendimize yabancı olduk. Ahmet Hamdi Tanpınar gibi haykırsak düzelir miyiz?
Heyhat! O kadar az kendimiz oluyoruz ki…