Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Mayıs '15

 
Kategori
Anılar
 

Bizi böyle tembihlediler

Bizi böyle tembihlediler
 

Çankırı'nın tam ortasında, Atatürk heykelinin biraz yakınında bir mahalledeyim. Tekel binası ve karşısında PTT var. Sırtınızı Ata'ya verip ilerlediğinizde ŞEN KÖŞE BAKKALİYESİ çıkar karşınıza. Mehmet İzmirlioğlu abimizin bakkalı. Sabahları Emine anne (Mehmet abinin annesi, bizim de annemizdi) açardı bakkalı, oğlum biraz uyusun, dinlensin diye. Mehmet abinin bir bacağı dizinden hiç kıvrılmaz, düz dururdu. Yıllarca birlikteliğimiz oldu ama bir kez bile "neden" diye sorma gereği duymadım. Çünkü o benim için kusur değil, Mehmet abimin kendine has bir özelliğiydi. Tıpkı benimki gibi. Orta okul sıralarındaydım. beni yakaladığında hemen dükkânı bana bırakır "Çarşıda biraz işim var, siparişler verecğim." diye çıkıp giderdi. O "biraz" dediği de en az 2-3 hatta bazen 4 saat falan sürerdi. Eee nasıl olsa bakkalı çeviren biri vardı. Bu beni yorsa da gururlanırdım onun bana olan güveninden dolayı. O yokken gazoz içerdim, sarı leblebi yiyerek. Fakat daha yemeye içmeye başlamadan anında babamın açtırdığı hesap hanesine notumu düşerdim. Böyle tembih edilmişti bize. Hak geçmesindi, emanete hıyanetlik yapılmazdı. "Haram lokmadan, yalandan uzak dur!" diye tembihliydik. Bazen karnım acıkırdı. Hele taze ekmek gelince onları dolaba yerleştirirken bakkalın içine yayılan o traze somun kokusu yok muydu? Aman Allah'ım. Gel de yeme... Hele içine tahin helvası koydun mu... Yeme de yanında yat diyeceğim, ama yemeden durulur mu?
 
Bir gün yine taze ekmek gelmişti. Kasalardan tek tek ekmek dolabına yerleştirirken yayılan kokunun esiri oldum. Bir somun aldım ve ortadan kestim. Yarım ekmek elimde sıcacık duruyordu. Kesince içinden buharı yayılmıştı bakkalın içine. Daha bir çekici koku kapladı. Onu ortadan ikiye açtım. Helva tepsisine gidip oaradan 200gram helva tarttım. İki kalın dilimdi. Bu dilimleri ikiye ayırdığım yarım somunun buhar çıkan beyaz içine adeta sanat eseri oluşturur edasıyla yerleştirdim. Bir koku ki anlatamam. Dükkânda müşteri yok. Bir de Çamlıca gazozu açtım ki krallarda böyle bir sofra ve damak zevki olmaz. Tam ısıracağım pat bir müşteri girdi. Hemen sakladım. Alışveriş bitti müşteri çıktı ben hemen saldırdım sıcak yarım somuna... Tam elime aldım ağzıma götüreceğim çat kapı yine bir müşteri... Velhasıl bu böyle sürdü dakikalarca. Ki o dakikalar bana asır gibi geliyordu.
 
Nihayet Mehmet abi geldi. Hoş-beş derken ben kaçmak için fırsat kolluyorum. Aklım içine özenle tahin helvası döşediğim yarım somunda. Tabii olarak somun soğumuştu ama ne gam... Ekmeği komşumuz Ali Bey amcanın Mehmet abinin bakkalı için özel olarak eski gazetelerden yaptığı kese kağıdının içine koydum. Bu yaşanmışlık, kese kağıdı olgusu da komşu desteğinin, dayanışmanın, gözetmenin en güzellerinden biriydi. Komşu hakkı denen bir şey vardı. Komşun açken tok yatamazdın. Böyle tembihleniyorduk. Ali Bey amca çok sevdiğimiz bir komşumuzdu. Maddî durumu iyi sayılmazdı. Terzilik yapardı. Boş zamanlarında da gazete kâğıtlarından hamurla yapıştırarak kese kağıdı yapardı. Nerde o zamanlar "poşet" denen adı da kendi de batasıca naylon torbalar. Ya bu gazetelerden kese kağıdı ya da babamın sürekli cebinde taşıdığı cinsten beyaz pamuklu ipten örülmüş fileler vardı. Şimdi kaçımız biliriz bunları, biliriz ve kullanırız acaba? Varsa yoksa çevreyi öldüren, zehirleyen lanet "poşet"ler. İşte Mehmet abi de gidip toptancılardan normal kese kağıdı almaz Ali Bey amcadan alırdı. Ucuz, pahalı düşünmezdi. Amacı bir nebze de olsa Ali Bey amcaya katkıda bulunmaktı. Çünkü Ali Bey amca çok onurlu ve gururlu bir şahsiyete sahipti. Emeğinin karşılığı olmadan bir şeyi kabullenmezdi. İşte gazeteden kese kağıdı da bir emeğin ürünüydü ve Mehmet abi onun bedelini ödüyordu (!) Kimseyi kırmadan, incitmeden. İşte böyle günlerdi o günler.
 
Dükkândan çıktım eve doğru hızlı adımlarla ilerlemeye başladım. Bir an evvel helvanın en kalın olduğu bölgeden ısırmak için can atıyordum. Saray Mahallesiydi mahallemizin adı. Ayrıca Cumhuriyet Mahallesi olarak bilinirdi. Gerçekten saraylara layık kişiler yaşardı o sokakta, mahallede. Anıt çıkmazı da sokağımızdı. Sokağımıza girişte tam köşede Dr. Vedat Şuvağ diye birinin evi vardı. Aslında orada doktor var mıydı, yok muydu bilmiyorum. Ama onun cadde üzerindeki tabelasını hiç unutmuyorum. Nasıl unuturum? Boyumun uzadığını o tabeladan anlamıştım. Evle bakkal arasında gidip gelirken her seferinde altından geçtiğim o tabelaya zıplayıp değmeye çalışırdım. İlk yıllar hep moralim bozuluyordu. İşte o gün helva ekmeğin keyfiyle bir an evvel eve ulaşma sevdasıyla koşarken nasıl zıpladıysam "küütt" diye tabelaya vurmayı başardım. Başarmasına başarmıştım ama zıng diye de yere kıçımın üstüne çakılmıştım. Hiç beklenmedik bir olayı başarmış ama yere de kalıbımı çıkarmıştım. Sevinç, korku iç içe girdi o anda. Ya tabela düşseydi. Hâlâ sallanıyordu. Ya o gizemli adam çimdi çıkıp beni fırçalar, bağırır, çağırırsa... Karışık duygularla boğuşuyorum o kısa ama asırlar gibi gelen sürede. Ama içim içime sığmıyor bir yandan. Tabelaya uzanabilmiş, hatta vurmuş, sallandırmıştım. Demek ki boyum uzamıştı. Hemen düştüğüm yerden kalkıp koşa koşa eve döndüm. "Ana, anaaaa..." diyerek kapıyı kırarcasına açıp avluya daldım. Avlu girişinde de bir barfiksim vardı ki eve giriş çıkışta da mutlaka onda sallanır havada bir tur atmadan yoluma devam etmezdim. Yine fırlayıp demiri tuttum havalanıp bir tur atıp kendimi boşluğa bıraktım. 3-5 metre ileriye doğru süzülüp yere indim, anamın yanına vardım. Anamın soru sormasın fırsat vermeden "Boyum uzamış, boyum uzamış..." diye naralar atmaya başladım. Anam maviş gözlerinin taaa içinden gülüyordu. Onun sevgisini göstermesi buydu. Öyle cıvık cıvık, salya, sümük öpücüklerle ilgisi yoktu. Bu sevgi bir başkaydı bizim için. Anam gülerken birden bire ekmek aklıma geldi. "Anaaaaa... ekmeğimi unuttum!" diyerek gerisin geri fırladım. Yine havada bir tur atıp avlu kapısına ulaştım. Koşa koşa caddeye, tabelanın altına gittim. İşte oradaydı ekmeğim. Ali Bey amcanın kese kağıdı sağ olsun. Sağlammış, yırtılmamış. Yerden aldım ve üç defa öpüp alnıma götürdüm. Nimetti, bize böyle tembih edilmişti.
 
Eve dönerken yine helva, ekmeğin hasretliği çökmüştü içime. Sokağımıza girerken sağa sola baktım kimsecikler yoktu. Artık daha fazla dayanamayacaktım. Sabrım tükenmişti. En azından bir ısırıkçık... Hemen kese kağıdını ucundan açtım ve büyük bir özlemle ısırmak için hamle yaptım ki bir de ne göreyim sokağımızın tam ortasında bulunan ve oranın âdeta simgesi olan dibeğin arkasında biri var ve bana bakıyor. Ekmeği ısıramadım. Dondum kaldım. Mehmet'ti o arkadaşım. Biz ona mahallece "Güzel Memed" derdik. Babası kahveciydi. Hiç cebinde, elinde para görmedim. Para onun için erişilmez bir şeydi, bunu biliyordum. Canı bir şey isterse iri gözlerini ona diker, öylece bakar dururdu, ama asla istemezdi. Beni de çok severdi. Ben de onu elbette. Hatta o yıllarda okuldaki başarısızlığı nedeniyle atılacaktı. Bir türlü okuma, yazmayı öğrenememişti. Mehmet abinin ardiyesi denen yerde oyun oynar gibi bir dersane yapmıştık ve ben ona kısa sürede okuyup yazmayı öğretmiştim. Onun öğrendiğini görünce ben ondan daha mutlu oluyordum. Bana binlerce kez teşekkür ederdi. Oysa asıl teşekkür etmesi gereken bendim. O yaşta onun sayesinde birilerine yararlı olmanın verdiği hazzın ne kadar güzel ve anlamlı olduğunu öğretmiş, yaşatmıştı bana. Ve dahi bu yapabildiğimce yaşayacaktı benimle. İşte karşımda duruyordu. Elimde helvalı somun, karşımda Güzel Memed. Gözleri sevgi dolu bakıyordu. Önce göz göze geldik. Sonra ekmeğe kaydı gözleri. Bir türlü ayrılmıyordu. Adeta enginlere dalmış gibi kese kağıdının içinden onu, helvalı somunun tamamını görebiliyordu... Bense iki elimle avucumun içinde ucunu hafiften çıkardığım ekmeği iyice ağzıma yaklaştırmış vaziyette kilitlenmiştim. Bir Güzel Memed'e baktım, bir de kese kağıdına. Ucunu çıkardığım ekmeğin kızarmış hali ve ortasındaki kalın dilim helva âdeta "Ye ben, ye beni!" diye haykırıyordu... Oysa Güzel Memed'in hiç sesi çıkmıyordu. Yuvarlak gözleri kocaman olmuş ucu görünen ekmeğe takılıp kalmıştı. Zaten kokusu mahalleye yeterdi. Görmeye ne hacet... Bir an nefsime yeniliyorum sandım ama yenilmedim. Hemen "Oooo Güzel Memed"im sen ne zaman geldin diye ona doğru yürüdüm. Aynı anda ucu dışardaki ekmeği tekrar kese kağıdına sokup ağzını kapattım. Bir, iki şakalaştık. "Güzel'im ben gidiyorum, anam beni bekliyor, yemek yiyecekmişiz. Helva-ekmak yaptırmıştım ama şimdi bunu yersem yemek yiyemem. Lütfen sen al. Canın isterse yersin. İstemezsen birine verirsin." dedim. "Yok, yok" diyordu, açlığına galip gelen gururuyla, onuruyla. "Lütfen!" dedim. "Yoksa nimet boşa gider, israf olacak, al şunu!" diyerek eline tutuşturup hızla dibeğin yanından ayrılıp 2-3 metre ilerisindeki evimizin avlu kapısını açıp içeri daldım. Bu defa barfikse zıplamamıştım. Düzgün adımlarla ilerde sedirde oturan anamın yanına vardım. Her ana gibi nefesimi alışımdan bir şeylerin ters gittiğini anlardı. "N'aptın, ne var yine? Balfikte sallanmadın (barfiks diyemezdi)?" diye sordu. "Yok bi şey." dediysem de, mümkün mü inandırmak? Sonunda helva-ekmeği ve akibetini anlattım. Yine gözlerinin içi gülüyordu. Birden bire "Niye verdin, vermeseydin!" dedi. Şaşırmıştım. Yüzüne nasıl baktıysam... Rahmetli hâlâ gözleriyle tebessüm ediyordu. Yine tekrarladı. "Niye verdin, kendin yeseydin ya!" Şaşkındım "Ya ana siz bize böyle tembih etmediniz mi? Dışarıda bir şey yenmez, sakın yeme. Yersen ve biri görürse mutlaka onunla paylaş!" diye tembihlemediniz mi? Anam "güccüğüm (küçüğüm) benim" diye saçımı okşadı. Onun en büyük sevgi gösterisi buydu. Aynı anda "Sakın bu huyundan hiç vazgeçme. Gerçi ben cahilim, okur-yazarlığım yok ama bu tembihim aklından hiç çıkmasın!" diye mırıldanıyordu.
 
O güzelim, nefis helva-ekmeği yiyememiştim ama anamın sevgisini bir kez daha üstümde hissetmiştim. Binlerce helva-ekmeğe değerdi bu.
 
Biz cahil(!) anamızın bu tür basit(!) tembihleriyle büyüdük, şereflendik. Nice bayramlar gördük. Merak ediyorum şimdi çoğunluğu üniversite mezunu olup da elit tabaka olduğunu sanan ana-babalardan kaçı bu basit tembihlerle evlatlarını yarınlara, insanlığa yönlendiriyor? Ve dahi kaçı anamın bana baktığı gibi evladına sevgiyle bakıyor ve "anneciğim, babacığım" saçmalığını kullanmadan sevgisini yansıtabiliyor acaba?
 
Ekmeğe "nimet" gözüyle bakıp onunla şereflenmesini beklediğimiz gençliğin özlemini çekiyoruz. Saygı bekleyen önce saygı duymasını öğrenmelidir. Umut tükenmez. Umudun tükendiği yerde sevdiklerinizi rahmetle anmayı, onların tembihlerini hatırlamayı asla unutmayınız. Bu da benim tembihim olsun.
 
Tahsin MELAN
 
Toplam blog
: 87
: 3041
Kayıt tarihi
: 07.09.06
 
 

Çankırı doğumlu (1954). İlk ve ortaokulu tamamladıktan sonra liseye Ankara'da devam etti. Özel ti..