- Kategori
- Blog yazarları tartışıyor!
Bizim depremimiz bize benzer!
Ben bu güne kadar MB’da mesleğimle ilgili hiç blog yazmadım. Deprem denince, bilen bilmeyen herkes konuşup yazar ve allame-i cihan olunca, aşağıda okuyacaklarınızı (bazılarını ağır ve saygısızca bulacağınızı biliyorum) yazmaya bir türlü elim varmadı.
Ama önce bir fıkra anlatacağım size. ‘Depremle fıkra, ne alaka?’ demeyin. Dinleyin.
Üç profesör bir kır gezisine çıkar. Aniden yağmura yakalanınca gördükleri bir kulübeye sığınırlar. Kulübenin sahibi olan köylü, iliklerine kadar ıslanmış adamları içeri alır ve sobayı yakmak için odun getirmeye gider. Prof.lardan biri diğerlerine sobayı gösterir. Sobanın altında dört beş tane tuğla vardır ve ayakları yerden kırk santimetre kadar yüksektedir. Der ki;
“ Hayret, nasıl olmuşsa bu köylü vatandaşımız sobayı termodinamiğin 2. Yasasına göre kurmuş!”
Diğeri itiraz eder;
“Hiç olur mu mirim? Aerodinamiğin 1. Yasasına göre kurmuş adam.”
3. prof. alaycı bir tebessümle;
“İkiniz de yanılıyorsunuz! Isı akısının havadaki dağılımına bakılırsa termodinamiğin değil, aerodinamiğin 2. yasasına göre kurmuş.”
Profesörler aralarında tartışırken, köylü kucağında odunlarla içeri girip sobayı yakmış. Dayanamayıp sormuşlar köylüye;
“Biz aramızda anlaşamadık, sen anlat bize. Şu tuğlaları sobanın altına niye koydun?”
Köylü, hocalara bunu anlamayacak ne var gibilerinden bakıp;
“Onu mu diyonuz?” demiş. “Geçen sene, kasabadan sobayla boruları alıp eşeğe yükleyip getirdim. Ama sobayı kurunca dirsek duvardaki baca deliğinden aşağıda kaldı. Bir boru almak için tekrar kasabaya gitmektense, altına tuğla dizerek sobayı yukarı kaldırdım.”
Şimdi, gerçek hayatta böyle profesörler olmaz diyebilirsiniz. Yanılıyorsunuz! Ne yazık ki ülkemizde bundan çok daha vahim örnekleri var.
Hatırlayın, 1999 depremlerinden sonra, tv.lerde boy gösteren ve deprem konusunda birbiriyle çelişen, birbirini yalanlayan, ipe sapa gelmeyen beyanatlarıyla halkı daha beter korku ve paniğe sürükleyen, deprem konusunda güya uzman olan (!) birçok profesör peydahlandı. Güya diyorum, zira bu medyasever hocaların içinde; yıllardır İ.Ü.sinde sismoloji dersi okutan Oğuz Gündoğdu, Aykut Barka ve Ahmet Ercan’ın dışında hiçbirinin, 1999 Gölcük ve Düzce depremlerinden önce deprem konusunda yaptıkları her hangi bir çalışma ve yayınlanmış bir tek makalesi dahi yoktur! Nereden mi biliyorum?
Meslek hayatım boyunca bir alışkanlığım vardı. Jeofizik, Jeoloji, Maden mühendisleri Odalarıyla, T. Jeoloji kurumunun bütün yayınlarını okur, tektonik ve deprem konusunda yazılmış yerli-yabancı bütün makaleleri inceler sonra arşivime yerleştirirdim. Yukarıda saydığım üç isim dışında bir de, Prof. H. Eyidoğan’ın Bartın depremini yerinde incelediği saha gözlemine dayanan bir makalesi vardır ki bu da depremleri önceden kestirme amaçlı yapılan bir çalışma değildir.
Daha 1980’li yıllarda DAF ve KAF kırıklarını neredeyse adım adım gezerek çalışan Aykut Barka, işte bu tv. lerden eksik olmayan sözde deprem uzmanları yüzünden kahrından öldü. Hele, Gülgun Feyman’ın, bir tv.de; Barka’nın, (vücut kaslarını sergilemekten başka marifeti olmayan ve o programda fena halde saçmalayan bir prof’un saçmalıklarını halkın önünde yüzüne vurmaya utandığı için);
“Bu konuyu halkın önünde değil, aramızda konuşalım.” demesini yanlış anlayıp, Barka’ya;
“Halktan bişeyler mi saklıyorsunuz?” diye bir şarlaması vardı ki, bu ülkede bütün işler gibi deprem konusunun da şirazesinden nasıl çıktığının ilginç bir örneğidir.
Deprem, öyle her önüne gelen yerbilimcinin uzman olduğu bir konu değildir. Deprem Sismoloji eğitimi alan ve kariyerini arazide deprem konusunda yapan Jeofizikçilerin uzmanlık konusudur. Yerbilimlerinin iki anadalı olan Jeoloji; tıp‘daki dâhiliyeye, jeofizik ise hariciyeciye benzer. Siz hayatınızda hiç, bir bevliye dr.unun dâhiliyecinin işine veya bir göz dr.unun ortopedi dr.unun işine burnunu soktuğunu gördünüz mü?
Bir hocamız var. 1999’da Kandilli Rasathanesinin müdürü olduğu için, herkesin gözünde deprem konusunda danışılan bir uzman olup çıktı. Ve 12 yıl boyunca hep aynı şeyi söyledi durdu:
“Türkiye bir deprem ülkesidir, herkes bunu kabul etmelidir!”
Sanki “Hayır, ben kabul etmiyorum!” diyen var!
Bir de, gittiği her okulda minik öğrencilere deprem anında sıraların altına girmelerini öğretti bu hocamız!
Efendim Japonlar öyle yapıyormuş!
Şimdi bakın, Japonlar öğrencilerine bunu öğütlüyor, doğrudur. Çünkü adamlar okullarını, o bölge için tahmin edilen magnitütten daha fazlasını hesaba katarak inşa ediyor. Dolayısıyla okullarının yıkılmayacağını biliyorlar. Sadece deprem anında çocukların başlarına sıva parçaları, ampul vs. düşüp de çocukları yaralamasın diye sıraların altına girmelerini öğütlüyorlar. Ya Türkiye’de?
Siz bana Türkiye’de kaç okul binasının, Japonya’daki okullar kadar depreme dayanıklı yapıldığını söyleyebilir misiniz? Söyleyemezsiniz!
Peki, çocuklara bu saçmalıkları öğretmek yerine, devlete; deprem anında çocukların çok kısa sürede tahliyesini sağlamak için okulların zemin katlarında birden fazla çıkış kapısı yaptırmalarını, üst katlardaki her 2 veya 3 sınıf için de; kaza geçiren uçaklarda olduğu gibi, derhal açılabilen plastik kaydıraklardan yapılmasını önermek, yapılan tatbikatlarla öğrencileri olası bir depreme karşı hazırlamak neden aklına gelmedi bu hocamızın?
Söyleyeyim; Bilmiyor da ondan!
Yarın deprem olduğunda; dışarıya çıkmak şansı varken, bu hocamızın dediklerine kanıp da, sıraların altına girdiği için hayatını yitiren on binlerce çocuğun ölümünden kim sorumlu olacak! Söyleyeyim: A.Mete Işıkara!
Bizde ibretlik olay mı yok? Hatırlayın; 99 depreminden bir yıl sonra yine bu hocamızla, o sıralar Jeofizik Mühendisleri Odasının başkanı olan Osman Demirağ, Kandilli Rasathanesinde bir basın toplantısı düzenledi. Yüzlerce basın mensubunun önünde;
“İstanbul için bir tehlike söz konusu değil, çünkü kırılması beklenen Marmara fayı İstanbul kıyılarının 60 km. güneyinden geçiyor.” dediler. Herkes sevinerek haberi tv ve gazetelerine iletti. İstanbullular rahat bi nefes aldılar. Bu iki uzmanın(!) 60 km. dedikleri yer neresiydi biliyor musunuz? Bandırma!
Olaya uyanan tek gazete Star gazetesi oldu ve ertesi sabah;
“Fay be!!!” diye manşet atıp bu iki kişiyle haklı olarak dalga geçti. Başka ülkede olsa o profesör ile oda başkanı, kırdıkları bu inanılmaz gaf yüzünden halktan özür diler, makamlarından istifa ederdi. Bizim büyük deprem uzmanları tınmadılar bile! O gün Bandırmalıların, “Acaba fay bizim evin altından mı geçiyor?” diye panik içinde koşuşturması bile bu zatları utandırmaya yetmedi.
Yine; Allah’ını seven herkesin, Gölcük depreminden sonra yerden bitercesine depremleri önceden haber veren aletler icat ettiği o günlerde; bir mimar ekranlara çıkıp, iki genç akademisyenin, kayaçlardaki piezoelektrik miktarını ölçerek depremleri daha olmadan saptadığını İstanbullulara müjdeledi. Sonradan bu mimarın yaklaşan yerel seçimlerde MHP’nin İstanbul büyükşehir başkan adayı olduğu, yine aynı partiye yakınlığı ile tanınan bu iki akademisyenin bu büyük buluşunu(!) seçim propagandası yaptığı ortaya çıktı. Tabii, o buluştan da bir daha haber çıkmadı!
Bu kadarıyla kalsa iyi! Bir başka üniversitemizin, sismoloji ile alakası olmayan ama bölüm başkanı olduğu için her fırsata tv.lerde deprem uzmanı diye boy gösteren hocalarından biri de geçen yıl, Atv’de, günlerden beri alt yazı ile duyurulan müthiş keşfini açıkladı: Marmara’nın tabanına indirilen kameralar, fay hattı boyunca radon gazı çıkışı görüntülemişmiş! Hocamız da bu kamera görüntülerine bakarak radon gazı çıkışı fazlalaşınca depremin olacağını anlayacak ve 24 saat öncesinden İstanbul halkını uyaracakmış! Ört beni öleyim, prof. Dr. Naci Görür!
Bir kere kameraların görüntülediği gaz, radon gazı mı yoksa metan gazı mı belli değil! Büyük ihtimalle bu metan gazı ve zaten karadaki fay hattı boyunca birçok yerde rastlanılan bir gaz. Kaldı ki; radon gazı olsa bile bu, tek başına depremi önceden bildirmeye yarayan bir unsur değildir. Hasbelkader son yıllarında benim de çalıştığım Depremleri Önceden Kestirme Projesi kapsamında; yıllarca Bolu termal kaplıcasının suyunda bulunan radon gazı miktarı ölçülmüş ve bu gazın çıkış miktarının on yıl boyunca Türkiye’de olan hiçbir depremle en ufak bir ilgisi olmadığını anlamıştık. Deprem uzmanı hocanın bundan bile haberi yok!
Yok ama, sayın hocamız Marmara’nın tabanına indirilen kameralar gaz çıkışını görüntüleyince turnayı gözünden vurduğunu sanıp İstanbullulara o büyük müjdeyi vermişti. Yalandan kim ölmüş ki? Kaldı ki, kırılması beklenen kol İstanbul’un burnunun dibinde! Sen alarm verinceye kadar zaten deprem dalgaları İstanbul’u vurmuş olacak!
Bunun gibi onlarca olay sayabilirim. Üstelik yalnız deprem konusunda değil, her konuda böyleyiz.
Şimdi bu hatırlatmalardan sonra Japonya’daki 8.9 büyüklüğündeki depreme gelelim: o gün sabah saatlerinde depremin ilk görüntüleri gelmeye başlar başlamaz bizim deprem uzmanı artislerimiz incir çekirdeğini doldurmayacak bilgileriyle tv.lerde boy göstermeye başladı. Oysa o gün akşam saatlerine kadar hiçbir Japon deprem uzmanı tv.lere çıkmadı. Bütün bilgi akışı Japon deprem kurumundan yapıldı. Aradaki farkı izah etmeye gerek var mı bilmem?
Japonlar, 1923’teki büyük Tokyo depreminden sonra, o yıl depremleri araştırma kurumu kurdular ve her yıl bu araştırmalar için bütçelerinden hatırı sayılır bir pay ayırdılar. Biz aynı yıl cumhuriyeti kurduk, ne o gün ne de ondan sonra yıllarda bütçemizinden deprem araştırması için tek kuruş ayırmadık. Üstelik dünyanın en önemli iki fayı ülkemizden geçtiği halde!
1938 yılında Erzincan depremi oldu. Depremin Erzincan’da olduğunu bile ancak bir hafta sonra anlayabildik.* Gelen dış yardımların Erzincan’a gönderileceğine Ankara’daki Kızılay depolarında çürümeye terk edildiğini de yakın bir zamanda Uğur Dündar ortaya çıkardı. 1945 yılında Japonya iki atom bombasıyla yerle bir oldu. Yine de depremleri araştırmaya ara vermedi, dünyanın hemen her yerine öğrenciler gönderip bilgi ve teknolojisini geliştirdi. Gözlerimizle gördük: bu güne kadar görülmüş en büyük deprem anında hiçbir Japon paniğe kapılmadı, hiçbir bina yıkılmadı ve hiçbir Japon enkazların başında dizlerini dövüp: ”Nerde bu millet, nerde bu devlet!” diye çaresizliğinden ağlamadı. İşte deprem, işte iki devlet, işte iki millet!
Bir öneri: depremler konusunda her zaman en doğru bilgilere şu linkten ulaşabilirsiniz; http://www.sismikhaber.org/
*) 1938 yılının aralık ayında olan 8 büyüklüğündeki deprem, bütün Avrupa’da, Sibirya’dan Kahire’ye kadar çok uzak mesafelerde hissedilmiş, ancak depremin nerede olduğu bir türlü anlaşılamamıştı. O yıllarda henüz dünyadaki sismograf ağı** yeterli olmadığı gibi, bizde numunelik olarak dahi bir adet sismograf yoktu. Depremden bir hafta sonra Ankara’da, Dâhiliye Vekâleti memurlarından biri, vilayetlerden her akşam Ankara’ya çekilen “Asayiş berkemal” telgraflarını tasnif ederken garip bir şey fark etti. Erzincan vilayetinden bir haftadır hiç telgraf gelmemişti! İşte o zaman nerde olduğu bilinmeyen depremin Erzincan’ı vurduğu anlaşıldı. O gün, şehir içinde 2, kırsal kesimde ise 3-4 metre kalınlığında kar vardı. 43.000 kişinin hayatını kaybettiği depremde, sağ kurtulanlarda enkaz altında donarak ölmüşlerdi.
**) Sismograf ağı, depremleri saptamak için değil, ilk kez dünyanın çeşitli yerlerine ABD tarafından, Sovyetlerin yer altı nükleer bomba denemelerini saptamak için yerleştirildi. Daha sonra bu aletlerin verilerini inceleyen sismologlar depremlerin sırrını çözmeye ve bu aletler askeri amaçların dışında bilimsel çalışmalarda kullanılmaya başladı. Kıta kenarlarının, “dalma-batma zonları” boyunca mağmaya dalıp eridikleri de yine bu kayıtlardan anlaşıldı. O zamana kadar kıtaların kayma hareketinin mekanizması henüz aydınlatılamamıştı.