Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ağustos '09

 
Kategori
İş Yaşamı - Kariyer
 

Bodrum Bodrum

Bodrum Bodrum
 

Bodrum Bodrum!
Bir şarkı vardı belki hatırlarsınız, “Bodrum Bodrum” diye başlardı. Bana ilginç gelirdi bu şarkı. Tek bildiğim dizesi, bu iki kelimeydi ve kafamda tutamadığım birde melodisi vardı.

Şimdi Bodrum nereden geldi aklıma, bilmiyorumki.

1995 yılının Nisan ayında ilk kez gitmiştim Bodrum’a. Bir iş görüşmesiydi. Memleketin önde gelen tur şirketlerinden birisine ait olan otelde, altıncı kez yapmış olduğum görüşme sonrasında departman müdürü olarak işe alınmıştım ve birlikte çalışmak durumunda kalacağım Genel Müdür ve çalışacağım oteli görmek için atlamıştım otobüse ve soluğu almıştım Bodrum’da. Sabaha karşı koyların o muhteşem görüntüsüde bir başka oluyordu hani.
Hele hele o güneşin doğuşuna denk geldiğim bir koy vardıki adını bilmiyorum ama gün doğumu esnasındaki güneşin kızıllığı zihnimin en müstesna yerinde kendisine bir tapu almış oldu o sabahın köründe. Bodrum’a sabahın saat 08.00’inde indiğimde ortalık sessiz ve sakindi. Sokaklar pislik içerisinde, tiril tiril bir güneş vardı ve ben, hemen bir taksi çevirip otelin adını söyledikten sonra, taksici direksiyonunu otele doğru kırmış ve kısa bir süre sonra soluğu otelde almıştık. Saat 09.00 sularında Genel Müdür olacak beyefendi ile tanışma şansına nail olmuştum ve Genel Müdür beyefendi ile oteli gezdikten sonra kahvaltı yapıp, akşam tekrar Antalya’ya dönmek için otelden ayrılmıştım ve tam bir hafta sonra tekrar Bodrum’a dönerek yeni işime başlayacaktım.

Akşama kadar Bodrum’un içerisinde dolaştım. Akşam saat 23.00’de Antalya otobüsü kalkacaktı ve ben bu saate kadar Bodrum’un merkezini hallaç pamuğu gibi atmıştım. Lakin aynı günde iki ayrı psikolojinin içerisine düşmüştüm. Gün içerisinde dolaştığım Bodrum’un esnafı bitkin bir vaziyetteydi ve sokaklarında hareket namına bir şey yoktu. Akşam saat 21.00 sularında otogarda bulunan bir bankın üzerine çökmüş, yorgunluk atarken, insanların akın akın üzerime doğru geldiğini gördüm ve yanımdan geçerek bir yerlere doğru yol aldıklarını izledim. Ardı arkası kesilmiyordu insanların. Adeta bir renk cümbüşünü andırır vaziyette ortalığı arenaya çevirmişlerdi. Laf aramızda, bu kadar alımlı ve çalımlı güzel kızları ilk kez bir arada görüyordum. Hepsi yanımdan saçlarını savurarak geçiyordu ve ben merak ediyordum, bu hatunların ve çevrelerini sarmış olan yakışıklı beylerin nereye doğru yol aldıklarını. Aradan bir hafta geçti ve tekrar soluğu Bodrum’da aldım. Otel henüz inşaat aşamasında olduğu için Ortakent’te bir pansiyonda kalıyordum. Gündüzleri iş görüşmesine gelen personelle görüşmeler yapıyordum ve akşamları dilim dışarıda bir vaziyette soluğu Ortakent’teki pansiyonda alıyordum. O yorgunlukla vuruyordum kafayı yastığa ve dalıyordum uykuya. Henüz o meşhur Bodrum’un, meşhurluğuna özgü durum ve vaziyetlere nail olamamıştım. Gün geldi, otel açıldı ve normal gündelik çalışma periyodumuza döndük. Otel müşteriden geçilmiyordu. Hoş, 1995 yılı turizmde tavan yapılan bir yıldır ve halen turizmciler o yılı bir of çekerek dile getirirler. Akşamları mesai bittikten sonra soluğu Bodrum’un içerisinde almaya başlamıştım. Merak ettiğim o Bodrum’un eğlence yaşamını göz ucu ile izlemeye çalışıyordum ve bir süre sonra bu durum beni sıkmaya başlamıştı. Akşamları mesai biter bitmez aldığım beş adet kutu bira ile doğruca kalenin dibine gidiyor ve dalga kıranların üzerine oturup, hem fıstık yiyordum ve hem de bira yudumluyordum. Bir süre sonra Sezai’de katılmaya başladı bana. Lakin o benim gibi içmezdi. İki tane birada kalırdı, ben devam ederdim demlenmeye. Sezai Antalya’da, şirket merkezinden sistemin kurulmasına ön ayak olmak için gönderilen bir jokerdi. O zamandan bu zamana dostluğumuz devam eder Sezai ile.
O kalenin dibindeki dalga kıranların üzerinde bira içip, demlenirken etmiş olduğumuz sohbetlerin tadını halen anarım ama nedense bunun dışında Bodrum’u sevdiğim tek bir yan dahi olmadı.
İşe başlamadan önce altı defalık bir görüşme sonrasında kabul edildiğimi yukarıda küçük bir cümle ile ifade etmiştim. Hiç unutmam bu anı. Sözleşmeyi karşılıklı imzaladığımız merkezde, bağlı olduğumuz en tepedeki Genel Müdür bana son olarak şöyle demişti.
“Nihat Bey, şirketimizin en hassas olduğu konulardan birisi, personelin sendikal faaliyet yürütmesidir. Bu konuda lütfen gözünüzü ve kulağınızı açık tutunuz, bu konuda şüphe duyduğunuz her hangi bir personelin işine derhal son veriniz.”
Bu tümce beynime adeta kazınmış ve kafamı hafif yollu salladıktan sonra sözleşmenin bir suretini alıp, odadan ayrılmıştım. Asansörde giderken kara kara düşünüyordum. Bu denli dolaysız ve direkt bir şekilde böyle bir ifadenin muhatabı olmak canımı sıkmıştı. Nede olsa serde devrimcilik vardı. Olur muydu böyle bir şey? Hem kendime kızıyordum ve hem de çare yok, çalışmak zorundayım diye mırıldanıyordum kendi kendime.
İşe başlamadan önce ön derslerde almıştım bu beyefendiden. İsmini zikretmeyeyim, kendisi tanınmış bir şahsiyettir. Bana söylediği sözlerden kafama kazınanlardan birisi “Bakınız Nihat Bey, ilk kez Bodrum’a gideceksiniz ve belki de Bodrum’u sevip, tümü ile oraya yerleşeceksiniz. Bilemeyiz. Yalnız işinizle ilgili şu hususa dikkat ediniz. Bodrum, itin ve kopuğun bol olduğu bir tatil beldemizdir. O denli çok personelle uğraşmak durumunda kalacaksınızki, her biri istisnasız olarak sizi eşeğe tersten bindirmek isteyecektir. Gözünüzü dört açıp, siz onları eşeğe tersten bindireceksiniz.” Bu diyalog tümü ile bir yaşamsal tecrübe olarak hayat tarihimin, geçmişimin bir yerlerine kazındı. Pratik olarak yaşarken olayları, bu sözü hep kulağıma küpe olarak taktım ve öyle hareket ettim. Müdürüz ya, önüne gelen personel şahsımı kafalamakla meşgul. Yemem tabi. Kolay mı öyle, önden almışım ben neler olacağı bilgisini. Yurdun dört bir yanından Bodrum’a gelen proleter kardeşlerimiz sıraya girmiş, bana kız ayarlama sevdasındalar. Olmadık dalkavukluklar, olmadık şaklabanlıklar enflasyonu yaşanıyor. Ve ben mesai biter bitmez otelden kaçıyorum. Alıyorum başımı, gidiyorum. Sağıma soluma bakmadan hem de ve Bodrum’un içerisinde ayağımın alıştığı bir büfe var, oradan alırdım beş adet birayı ve doğruca kalenin dibine, dalga kıranların üstüne. Kafam gece geç saatlerde ancak tütsülenirdi ve doğruca yatmaya, tekrar otele. Sabah her zamanki saatte masamın başında olurdum.
O otelin, yani beş yıldız damgalı otelin personel yemekhanesine hayrandım!!!!!!.... Labirent misali dehlizlerin arasından geçip, farelerin cirit attığı, karanlık ve izbe bir yemekhaneydi, personelin yemek yediği yer. Kokudan içeri girilmezdi ama ilginçtir, personel halinden hayli memnundu. Lakin o memnun olan personel, o yemeklerden yemezdi. Personel yemekleri aynen çöpe. Bu denli rezil yemekleri daha önce hiçbir arada görmemiştim. Yazın sıcağında en adi sos ve yağın basılarak yapıldığı bu yemekleri yemek için insan üstü bir iradeye sahip olmak gerektiğini sonraki günlerde kavramıştım. Müdürdüm ve ben sonuçta bir işveren temsilcisiydim, ana restaurant ve diğer bar ve alacart restaurantlarda her türlü yiyecek ve içecek biz müdürlere ücretsizdi ve ben sonuçta bir emekçi dostu olmam sebebi ile o farelerin cirit attığı mekânda proleter kardeşlerimle birlikte yemek yemeliydim ama ne yalan söyleyeyim, sakın kızmayın bana, bir hafta bu duruma katlanabildim ve bir akşam soluğu ana restauranta aldım. Envayi çeşit yemeklerden seç, beğen al ve hapır hupur ye. Aynen böyle yapmıştım ama her nedense kendimle çelişiyor olmaktan dolayı ayrıca ızdırap duyuyordum. Lokmalar boğazımdan geçerken kılçık batmış misali acı veriyordu bana. Ama yaşamın gerçeği buydu ve ben bu gerçeği bodrum’da kavramıştım.
Üniversite yıllarında okulda olmadık dedikodular dolaşırdı ve ben nedense bu dedikodulara pek itibar etmezdim. Kulağıma gelen o dedikoduları duymamaya ve üzerinde konuşmamaya özen gösterirdim. Ama şimdi tamda buraya yazıyorum işte. Bir sabah Bodrum’un merkezinde volta atarken bir de ne göreyim? Borçlar Hukukuna giren bir prof. hocamızla, o güzeller güzeli asistanı sarmaş dolaş değiller mi? Alın size dedikodu işte. Yahu bu durumu okulun kantininde dillendirirlerdi, e tabi güler geçerdim ben bu dedikoduya. Bir tarafta Halis Toprak’tan daha yaşlı bir hoca, hemen yanı başında daha dün bir, bu gün iki, asistanlık yapan o güzel öğrencisi. Gözlerimle görmesem inanmazdım, ne yalan söyleyeyim.

Günler gelip geçiyordu Bodrum’da ve çekilmez bir hal almıştı Bodrum’un yaşantısı. Her gece Bodrum’un içerisine gidip beş adet bira içip, tekrar otele dönüp yatakta sızmanın pek de keyifli bir yanı kalmamıştı. Arada barlar sokağında tur atardım ama oda keyif vermezdi. Bir akşam barlar sokağında dolaşırken iki yüz kadar Amerikalı turist ortalığı kaplamıştı. Başlarında bir amigo ve arkasına kümelenmiş cemaat, amigo ne yapıyorsa aynen onun yaptığını tekrarlıyorlardı. Bir ara amigo donunu indirip, çıplak poposunu sallamıştı, bütün cemaat aynısını yapmıştı. Gülmekten kırılıp geçmiştim. Amigo sağ elini kaldırırdı, cemaatte sağ elini kaldırırdı. Amigo yere yatardı, cemaatte yere yatardı. Amigo kafasını nereye çevirse cemaatte o yöne çevirirdi. İlginç bir topluluktu vesselam. Ortalığı arenaya çevirip gözden kaybolmuşlardı.

Günler hayli sıkıcı geçmeye başlamıştı Bodrum’da benim için. Bir an önce tekrar Antalya’ya dönmek istiyordum ama tekrar aynı konum ve pozisyonda iş aramak gibi bir düşünce canımı sıkıyordu. Her gün personel çıkartıp, personel almaktan sıkılmıştım. Genel Müdür canı sıkıldıkça personel çıkarırdı işten ve nedense işine son verilen personele bu akıbeti söylemek hep bana düşerdi. Bursalı bir karı kocaya işten çıkarıldıklarını söylediğimde henüz yirmialtı yaşındaydım ve ilk kez yaşını başını almış bu insanların çaresizlikten bana yalvardıklarına tanık olmuştum. Ve ilk kez bir erkeğin, eşinin yanında gözünden yaşlar damladığına o zaman tanık olmuştum. İşte bu durum istifamı vermemin mihenk taşı oldu.
Antalya’ya döndükten bir hafta sonra henüz iş bulamamıştım ve ablamla birlikte kaldığımız evimizde televizyon izliyordum. Ege Aydan ve Meral Oğuz’un başrolünü oynadıkları bir filme denk gelmiştim. Adını bile bilmiyorum filmin ama sürekli olarak “Romance” çalıyordu filmde. Bodrum’a gelen bir grup arkadaşın melankolik ilişkilerini anlatan bir filmdi. İçtenlikle izlemiştim bu filmi ve filmde en beğendim şey o müzik olmuştu işte. “Romance”.

Aradan geçen onca yıl boyunca sanırım bir kez daha Bodrum’a gidersem, kalenin dibindeki dalga kıranların üzerinde yine beş adet bira alıp içeceğim ama bu defa yanımda eşimde olacak. Ona birçok kez anlattığım bu durumu fiilen de onunla yaşamak isterim.
Çünkü; Bodrum’la ilgili bana tek mutluluk veren yan kalenin dibinde içtiğim biralardı.

 
Toplam blog
: 1509
: 1145
Kayıt tarihi
: 07.08.07
 
 

Yazarım... Okurum... Öğrencilik yıllarımda çok yazdım... Kompozisyon derslerinde yazdım... Duvar ..