- Kategori
- Blog
Bölücü, yıkıcı, kökü dışarıda bir şebekenin olağan bir günü

Msn’den kafasını uzatıp <ı>“N’aber Celal Hocam?” dedi Bibliyofil. <ı>“İyiyim Bibliyofil, senden ne haber?” diye karşılık verdim. Gündelik, olağan bir hatır sorma diyalogu gibi görünen bu sözler aslında bir parolaydı. O bana “bölücülük işleri nasıl gidiyor, bugün ne kadar nifak tohumu ekmeyi düşünüyorsun?” derken, ben de ona “Fena değil, uğraşıyoruz işte, sen de karşı-devrim işlerini ihmal etmiyorsun inşallah” demiş oluyordum. Biz beynelmilel, yıkıcı, bölücü, Sorosçu, renkli devrimci, karşı devrimci, laiklik düşmanı, Fettullahçı, Siyonist, liberal, Kürtçü, AB, ABD ve bilumum emperyalizmin ajanı bir şebekeyiz. Bibliyofil, karşı - devrim işlerinden sorumlu genel sekreterimizdir.
Onunla günlük görevlerimiz üzerinde konuşurken, Kerem Oğuz’un mesajı göründü bu kez. “Pazar, Beyoğlu, şarap?”, “Pazar günü Beyoğlu’nda buluşup şarap içerek vatanı satalım mı?” demek istiyordu. “Cuma, Boğaza karşı, viski” dedim. “Abi Boğaza karşı viski içerek vatan satma işi çok deşifre oldu, Beyoğlu’nda şarap içelim, hem bu arada Alperenleri de tahrik etmiş oluruz, bir taşla iki kuş” dedi. Teklif mantıklıydı; kabul ettim. “İkindi namazımızı eda edip buluşalım” dedim. Kerem, güldürmekten ve toplumun genel ahlakını bozmaktan sorumlu hesap uzmanımızdır. Milliyet Blog’da “Lodosta s.çılmaması gereken ev” gibi ahlaka mugayir başlıklar taşıyan yazılar yayınlayarak genç kuşakları dejenere etmek için çalışır.
Kerem’le randevu tarihi ve yeri konusunu karara bağlarken kapı çalındı. Sekreterim Burcu, kuryenin getirdiği zarfı masama bıraktı. Üzerinde gönderici bilgisi olmayan mektubun kimden geldiğini tahmin etmekte zorlanmadım. Yüce Türk yargısını yıpratmaktan sorumlu genel müdür yardımcımız Ariadne’nin aylık raporuydu gelen. Zarfı ikiye bölerek açtım. Polisle girdiği çatışmada kendi sırtına ve ellerine 13 kurşun sıkarak kendi kendini öldüren 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ı öldürmekle suçlanan polislerin Yargıtay’da beraat ettirilmesini eleştirdiğini, böylece Yüce Türk yargısını yıpratma görevini yerine getirdiğini rapor ediyordu. Hemen cevap yazdım: “Aferin Ariadne; bu ayki görevin ‘çanağına yal konulunca ve etli kemik vaadini duyunca yaltaklanan, kuyruk sallayan kanişler’ ifadesinin hakaret olmadığına karar veren Yargıtay’ı topa tutarak yargıyı yıpratmak; gazan mübarek olsun.”
İşi bittikten sonra Ariadne’nin mektubunu bine, sabah kahvaltımı oluşturan kaşarlı poğaçayı dörde, 96’yı da 8’e böldüm. Söylememe gerek yok, en sevdiğim işlem bölmedir.
Kesif bir duman kokusu genzimi yaktı. Hemen terasa koşup gökyüzüne baktım. Sekiz parçalık siyah bir duman bulutu havada nazlı nazlı salınıyordu. Sağ elimi gözüme siper edip gökyüzüne bakarak mesajı okudum. “Hoş geldin Yağızoğlan, bay Baykal sana by by!” Deniz Baykal’ın manevi şahsiyetini tahkir ve tezyif etmekten ve aynı zamanda Türkçeyi yabancı dillerin boyunduruğuna sokmaktan sorumlu grup başkanvekilimiz Hasan Basri Özgen’in mesajıydı bu da… Mail adresimiz, telefon numaramız falan olmadığı için onunla dumanla haberleşiyorduk. Soros’tan aldığım maaş bordrolarını yakıp cevap verdim: “Sondaki ‘by by’ okey ama keşke ‘hoş geldin’ yerine de ‘welcome’ deseydin!"
Terastan odama dönerken sekreterim Burcu’yla çaycımız Fatoş’un sohbetini böldüm: “Çayım soğudu, çabuk tazele!”
Masama geçtim. Blog sayfamı açıp yeni mesaj yorum falan var mı diye kontrol ettim. En üstte Ümit Culduz’un mesajı duruyordu. Kendisi dış mihraklardan ve Milliyet Blog’u karıştırmaktan sorumlu şansölyemizdir. “Laptop işi tamam, artık gurbetin gurbetinde şantiyede çalışırken bile ortalığı karıştırıp Türk milletini birbirine kırdırabilecem” diyordu. “Hey maaşallah, hey maaşallah, teey teey teey!” diye cevap yazdım ona da…
Culduz’un cevabını gönderir göndermez kalkıp pencereyi açtım. AK Parti’yle ilişkilerden sorumlu imamımız Ali Açıköz’ün posta güvercini gelmek üzereydi. Masama dönüp milliyet.com.tr’nin Fotogaleri köşesindeki “Eva Mendes’in su keyfi” fotoğraflarına bakarken güvercin pencereden süzülüp omzuma kondu. Ayağına bağlı kâğıdı çıkarıp mesajı okudum. “Önümüzdeki seçimde İzmir tamam; AK Parti yüzde 51 oy alacak. Sadece benim Milliyet Blog’da yürüttüğüm propagandayla oyumuzu yüzde 10 arttırdık” diyordu. “Sen yüzde 10 arttır, üstüne 10 puan da benden bonus” diye cevap yazıp güvercini geri yolladım.
Tam o sırada telefonum çaldı. Açtım. Selam sabah etmeden “bugün diaspora için ne yaptın?” diye sordu karşıdaki. Diasporadaki bağlantımız Onnik’ti bu... Cevap verirken kekeledim. Doğrusu son günlerde Ermeni sorunuyla ilgili pek dişe dokunur bir şey yapmamış, Türk tezlerini çürütecek yeni tezler geliştirememiştim. Sıyrılmak için aklıma gelen ilk öneriyi açıkladım: “Sınır kapısının açılmamasını protesto için Sarp sınır kapısında kendimi yaksam nasıl olur?” “Sınır kapısı bizi ilgilendirmiyor, daha mantıklı önerilerle gelin bana” diye tersledi. Düşünmek için izin isteyip kapattım.
Telefonu elimden bırakmadan Başak Altın’ı aradım. “Nasıl gidiyor mozaikleme işleri?” diye sordum. Kendisi Türkiye’yi mozaik haline getirmekten sorumlu Ankara istasyon şefimizdir. Mozaikçi dükkânı kisvesi altında güzel Türkiyemizi bölüp parçalamak için uğraşır. Mozaikçilik sanatını seçmesinin tek sebebi Türkiye halkının bir mozaik olduğunu kanıtlamaktır. Bir kere Türkiye’nin mermer değil mozaik olduğu fikrini kafalara yerleştirince işimiz kolaylaşacak. Başak, günde 50 kişiye mozaik kursu verip onların bilinçaltına mozaik kavramını yerleştirerek nifak tohumları eker. Mermer desenli bir Türkiye haritası hazırlıyormuş. Ama aslında harita mozaikmiş, X ışınından geçirince mozaik olduğu ortaya çıkıyormuş. “Yahu aferin, bu işte sen benden başarılısın, daha ben Türkiye’yi yedi parçaya bölen haritayı bile bitiremedim” dedim. “Çalış hocam çalış, sadece blog yazarak parçalayamayız bu ülkeyi” dedi.
Haritayı hatırlattığı iyi olmuştu. Hemen cetveli pergeli alıp Türkiye’yi bölme parçalama işine kaldığım yerden devam ettim. Ama bir sürü teknik sorun vardı. Doğuyu Kürtlere mi vermeliydim Ermenilere mi, Akdeniz bölgesini İtalyanlara versem İngilizlerin hatırı kalmaz mıydı, hadi Ege’yi Yunanlılara verdim, Çanakkale Boğazı ne olacaktı?
Gmail’de Beran Uzer’in mesajı düştü. “Dikkat! Bu ay maaşlar gecikecek” diyordu. Kendisi ekonomiden sorumlu CEO’muzdur. Soros’tan aldığımız aylık 50 bin dolarlık maaşın küresel mali kriz nedeniyle gecikeceğini haber veriyordu. “Lanet olsun Soros’a da onun maaşına da; biz burada Türkiye’yi batırmak için kendimizi harcayalım, o iki centlik faizin hesabını yapsın, yuh artık; bunu İngilizceye çevirip söyle o beyaz kıçlı cimri Macar Yahudisine ” diye yanıtladım Beran’ın mailini.
O sinirle haritayı alıp sert çizgiler çizdim. Doğuyu Kürtlere, Kilikya bölgesini Ermenilere, Antalya’yı İtalyanlara, İzmir'i Yunanlılara, Çanakkale Boğazını Anzaklara, Doğu Karadeniz bölgesini Pontuslulara, Kırklareli civarını da Roman vatandaşlara verdim. İstanbul’u kendime ayırdım. İtalyanlara verdiğim bölge karşılığında yılda bir tekne dolusu İtalyan dilberi istedim. Yunanlılara İzmir’e karşılık Kerem Oğuz’u Çeşme valisi yapma şartı getirdim. Pontuslulara Doğu Karadeniz’in karşılığında İsmail Türüt’e Türkçeyi unutturma ve terlete terlete tuzlu bir su damlası haline gelinceye kadar eritme şartını dayattım. Biraz itiraz ettiler ama Sümela Manastırına kavuşmanın sevinciyle kabul ettiler. Benim açımdan gayet karlı bir alışveriş olmuştu.
Gmailden yeni mesaj uyarısı geldi. Konu başlığı “Köprüyü satıyorum”. Liberalleşmekten sorumlu menejerimiz DG hocanın iletisiydi bu da… “Satılmadık bir Malabadi Köprüsü kaldı memlekette, üzerinden geçen olsa onu da satacağız ama kimse kullanmıyor. Hangi köprüyü satıyorsun hocam sen” diye sordum. “Üçüncü ve dördüncü Boğaz köprüsünü” diye karşılık geldi hemen. “Sat hocam sat, yabancılara sat; ama sözleşme mümkün olduğunca Türkiye hazinesini zarara uğratacak biçimde olsun” dedim. Cevap olarak bir gülümseme ikonu gönderdi sadece. “Tamam” anlamına geliyordu bu. Bu arada Malabadi Köprüsünü Deli Dumrul'la ortaklaşa işletme fikri uyandı kafamda. Onunla ortak olurum, o da geçenden 10, geçmeyenden 20 dolar alır, parayı kırışırdık.
Habercime demokratikleşmeden sorumlu departman yöneticimiz Salih Erdağı’nın mesajı düştü. Aydın Tiryaki’yle girdiği demokrasi tartışmasında 453. bölümü yazmıştı. Muhatabı ikna olmasa da Milliyet Blog okurlarının demokrasiye eğilimlerinde gözle görülür bir artış olmuştu. “Devam et Salih, yanındayız” diye yorum yazdım.
Mmelda’yla telepati yöntemiyle mesajlaşıp son gelişmeler hakkında bilgi aldım. Kendisi Mossad, El Muhaberat ve Filistin’le ilişkilerinden sorumlu haber alma sektör şefimizdir. Sorumluluk alanı aşırı gizlilik gerektirdiği için ancak telepati yoluyla haberleşiriz. O yüzden içeriğini de açıklayamam.
Çekmecemdeki makaralı teybi açıp kaydı dinlemeye başladım: “Ula uşağum neydiysunuz? İyisunuzdur inşallah. Bu Obama marsığı keldi keleli, bizim CIA’da işler karuştu. O yuzden size yeni corev de veremiyrum. Yeni cuvenluk konseptu belli oluncaya gadanu uykuda kalun. Bu arada Fettullah Culen Hocaefendunun vaazlarunu takip edup sözlerundaki kriptolaru çözun. Ha bu teyup bu mesaju size ilettuktan sonra beş sanuye içinda gendi gendunu imha edecektur”
Banttaki ses CIA’nın Ortadoğu operasyonlarından sorumlu yetkilisi ve şebekemizin yöneticisi Walter Burton’a aitti. Kendisi su gibi Lazca konuşurdu. Kayıt biter bitmez teyp küçük bir patlamayla beyaz bir duman haline geldu; keldı; pardon geldi.
....