Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Temmuz '06

 
Kategori
Mizah
 

Bu vantilatör sizi hasta eder

Bu vantilatör sizi hasta eder
 

Sıcaklar kötü çöktü temmuza doğru. Ben deyim, bin derece, siz deyin bir milyon derece! Hem de gölgede!..

Adana’nın bir kötü yanı var ki, sıcaktan da beter! Müthiş bir nem var havada. İnsan nefes bile alamıyor. Vıcık vıcık ter boşanıyor vücudunuzun her bir noktasından ayrı ayrı… O her bir nokta yapış yapış oluyor!..

Geçen yıl da böyle bir sıcak olmuş, paraya kıyıp taksitle filan bir klima almıştık işyerimize. Rahat ettirmişti bizi bu klima yaz boyu. Yayla gibiydi işyerimiz, dışarısı çatır çatır yanarken!

Bu yıl da kafamızı rahattı işin aslına bakacak olursak. Klimamız var ya, gelsin sıcağın en kralı!.. Umurumuzda mı? Açarız klimamızı, otururuz efil efil.

Mayıs ayı ile birlikte sıcaklar ufukta görünürken, servisi çağırıp, bakımını yaptırdık klimamızın.

Artık sıcaklar başlayabilirdi!

İş yerimizden dışarı çıktığımız zamanlarda terimiz bilmem neremizden akmaya başladığında karar verildi:

“Klimayı çalıştırma zamanı gelmiştir!..”

Tüm pencereleri, kapıları kapadık önce… Sonra, klimanın uzaktan kumandasını alıp, “Yaa Allah, bismillah!..” deyip bastık düğmesine. Klima önce bir guruldadı, sonra tıkırdadı; “Ih-tıs” gibi sesler çıkardı ve başladı çalışmaya. Çok sürmedi, iş yerimiz buz gibi olmuştu.

Hepimizin yüzü gülüyordu. Mutluyduk.

Sabahın dokuzunda, memleket cayır cayır yanar mı? Adana ise bu memleket yanar!.. Ama ne gam? İş yerimizde klimamız var ya. En çabuk yoldan atıyorduk kendimizi iş yerimize. Sekreterimiz sabah gelir gelmez klimayı açıyor, biz gelmeden bize cennet gibi bir ortam hazırlıyordu. Sabah kahvelerimizi, sigaralarımızı bu serin ortamda içiyor, gazetelerimizi okurken soğutuyorduk terimizi. Çalışmaya başladığımızda, dünyanın en huzurlu insanları oluyorduk.

Bu mutluluk çok sürmedi!

O ayın elektrik faturası geldiğinde yıkılmıştık. Üzerinde, bizden geçen sene klimaya verdiğimiz para kadar para talep edildiğini belirtir bir fatura getirip bırakmıştı adamın biri kapımızın altından.

Bu olamazdı! Bir yanlışlık olmalıydı!..

Aldım faturayı gittim, bize bu faturayı veren adamın karargahına.

“Kardeşim ne bu? Bu paraya biz giden sene klima almıştık. Bir ay için bu kadar elektrik parası istenir mi?”

Ne yalan söyleyelim, saygılı, efendi bir adam çıktı karşımdaki görevli. “Verin inceleyelim, yanlışlık varsa düzeltiriz” dedi. Aldı faturayı, önündeki bilgisayara bir şeyler yazdı, tuşlara bastı; sonra başka tuşlara bastı… “Yanlışlık yok” dedi çok saygılı bir şekilde. “Fakat geçtiğimiz yıl, elektriğe çok yüklü zamlar gelmişti. Biraz da bu yüzden sizin faturanız böyle yüksek.”

Anında cep telefonuna sarıldım oradan, işyerimizi aradım:

“Hemen klimayı kapayın. Ben de geliyorum az sonra!..”

İşyerimize döndüğümde, klima kapanmış, tüm kapı ve pencereler açılmıştı ardına kadar. Tüm personel, ellerine gazete, dergi ne buldularsa almışlar, yelpaze gibi kullanıp, serinlemeye çalışıyorlardı.

Günler geçmek bilmiyordu. Çok sıcaktı! Üstelik temmuzun ortalarına doğru daha da sıcak olmaya başlamıştı.

Elimiz klimanın kumandasına gidiyordu farkında olmadan… Elektrik faturasını düşününce, anında çekiyorduk kumandadan elimizi.

Çok sıcaktı!

Yanıyordu memleket!

Terliyorduk şarıl şarıl!

Bu sıcakla, terle nasıl mücadele edecektik?

Bir arkadaşımız, “Büronun içinde şortla dolaşalım” dedi. İyi fikirdi ama. Çok gayrı ciddi bir ortam olur diye kabul görmedi bu öneri. Başka bir arkadaşımız, “Bornozla çalışsak? Sıcak neyse de, hiç olmazsa terden kurtuluruz.” dedi… Bu öneri ise, hiç kabul görmedi!.. Zaten o da sıcaklardan dolayı saçmaladığının farkındaydı.

Biz çaresiz bir şekilde, beyin fırtınası yapmaya gayret ediyorduk ama… Bu sıcakta, bırakın fırtınayı, bir yaprak bile kımıldatamıyorduk. Bürodaki tüm personel, sürünüyordu sıcaktan ve terden. Artık konuşmak bile mümkün olamıyor, birbirimizle işaretle anlaşmaya çalışıyorduk.

O anda kapı çaldı. İçimizdeki en genç arkadaşımıza, göz ve kafa işareti ile “Kapıya bak” talimatı verdik. Emekleye emekleye gitti kapıya, kapının oraya vardığında kalan son enerjisini kapının kolunu çevirip kapıyı açmaya harcadı… Uzattı elini kapının koluna… Terden ıslanan eli, kapının kolundan kaydı, oraya yığılıp kaldı gencecik çocuk. Sıra diğer genç arkadaşta idi. O hareketlendi yattığı yerden, kapıya doğru süründü… Elini pantolonun dizlerine bir güzel sürüp kuruladıktan sonra kapının kolunu çekti aşağı doğru, kapı açıldı. Ama kapının önünde kimse yoktu. “Tamam. Biz sıcaktan kafayı yedik, hayal görmeye başladık” diye düşünürken, kapının eşiğinde duran bir kağıda gözümüz ilişti. Kapının önündeki arkadaşlardan biri kalan enerjisini de o kağıdı almak için harcadı, aldı kağıdı eline. Baktı kağıda… “Buldummm!..” diye bir çığlık atar gibi ayırdı gözlerini; hatta bağırdı bile denebilir. Ama çıkan sesi, kendi bile duymadı ki, biz duyalım.

Sürüne sürüne getirdi, bıraktı kağıdı odanın ortasına. Herkes, yığılıp kaldığı yerden kağıtta yazılanları okumaya çalışıyordu. Kağıdın üzerinde pervane resimleri vardı. Çeşitli renklerde ve boylarda pervaneler… Ama bir dakika!.. Bunlar pervane değildi!. Vantilatördü bunlar!.. Aldık kağıdı yerden, okuduk en ince ayrıntısına kadar…

Herkes birbirine baktı… Yüzümüz gülüyordu artık. Karar vermiştik. Vantilatör alacaktık. Çünkü vantilatör klima gibi fazla elektrik de harcamazdı. Ama hangi modelini almalıydık? “En güçlüsünü alalım” diye fısıldadı bir arkadaşımız. “Fırtınalar essin büronun içinde. Kağıtlarımız uçuşsun, onları yakalamaya çalışalım hatta!..” diye devam etti nefesini çıkarabildiği kadarıyla. “Tamam” dedik. “Akşam serinliğinde gidip alalım bir tane”.

Vantilatörü almakla ben görevlendirildim. Mağazaya gittiğimde şaşırdım kaldım. O kadar çok çeşit vardı ki? Görevli bayan yaklaştı, nasıl bir vantilatör istediğimi sordu. Çok çekmiştik sıcaklardan çok!.. “En güçlüsün verin!” dedim.

Ödemeyi yapıp, heyecanla yüklenip çıktım vantilatörü. Kurduk büromuzun orta yerine… Çalıştırdık. Aman Allahım!.. Sanki büromuza bir B52 ağır bombardıman uçağı park etmişti de, motorları çalıştırmış, uçuşa hazırlanıyordu. Sesi fazlaydı belki ama, nefesi de güçlüydü! Masaların üzerinde, panolarda ne kadar kağıt varsa darmaduman olmuştu!. Olsun. Biz memnunduk bu yapay fırtınadan.

Heyecanla, mutlulukla ve neşeyle çalışmaya başladık havanın kararmasına rağmen. Hepimizin pili dolmuştu yeniden.

Elbet klimanın yerini tutmuyordu ama sıcağı da iyiden iyiye unutturmuştu bize. Günlerimiz güzel geçiyordu artık.

İş yerimizin üst katında oturan Erol Amca o akşam bizi ziyaret edene kadar güzel güzel sürdü gitti bu mutluluk.

Bir akşam kapımız çaldı, açtık… Erol Amca’ydı gelen. “İyi akşamlar gençler.. Hayranım size valla! Geç saatlere kadar çalışıyorsunuz. Aferin. Ben de gençliğimde sizin gibiydim. Gece demez, gündüz demez çalışırdım. Allah çalışanı sever. Çalışın çalışın” diyerek geldi oturdu. Bir çay da ona doldurduk. Hem sohbet ediyor, hem çalışıyorduk. Sohbet gitti, geldi… Sıcaklarda durdu. Erol Amca, neden klimayı çalıştırmadığımızı sordu. Elektrik faturasının durumunu anlattık. Vantilatör ile idare etmeye çalıştığımızı söyledik. Hak verdi bize, “Aferin çocuklar. Devir israf devri değil. Müsrifliğin manası yok” dedi. Çayından bir yudum aldı, kalktı yerinden… Vantilatörümüzün yanına gitti… Vantilatörün çevresinde bir tur attı. Baktı, inceledi… Düğmelerini kontrol etti. Açtı, kapadı… “Çok gürültülü değil mi bu çocuklar?” dedi.

Gerçekten de öyleydi ama… Biz alışmıştık artık. Duymuyorduk o sesi. Ama büromuzun içinde estirdiği fırtınanın farkındaydık. Farkında olmamamız mümkün değildi zaten. Bürodaki her kağıt tomarının üzerinde bir ağırlık vardı. Sürahi, daktilo, telefon, plaket, kül tablası… Kısacası, vantilatörün rüzgarının uçuramayacağı ne varsa kağıtların üzerindeydi. Gürültülü filandı ama iyi serinletiyordu!

“Çok gürültülü bu çok!..” dedi Erol Amca tekrardan. "Bu gürültü sizi çok rahatsız eder!"

“Alıştık Erol Amca” dedik. “Yok yok” dedi Erol Amca. “Farkında bile olmazsınız siz bu gürültünün. Alıştınız zannedersiniz ama gizliden gizliden kemirir beyninizi. Baş ağrısı yapar, sinirlerinizi bozar”

Erol Amca bardaktaki son yudum çayını da dikti kafasına, “Hadi bana eyvallah” dedi. “Ben kalkayım. Yatsı namazı olma üzere. Anca giderim.”

Erol Amca gittikten sonra, arkadaşlardan biri, “Erol Amca haklı mı ne?” dedi. “Bu vantilatörü aldığımızdan beri bana bir baş ağrısı musallat oldu. Önceleri pek önem vermedim ama… Demek bundanmış…”

Çalışmaya devam ettik.

Ertesi gün yine aynı saatte geldi Erol Amca. Yine aynı yere oturdu. Bir yandan çayını içip, bir yandan da vantilatörümüze bakmaya başladı. Hem bakıyor, hem de kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. Mırıldanması çok geçmeden konuşmaya dönüştü:

“Çocuklar… Bu vantilatör sizi hasta eder. Şu sese bakar mısınız? Böyle bir gürültü olabilir mi? Belediyenin çöp kamyonları gibi valla!.. Hatta onlardan da gürültülü bu be!.. Çok gürültülü bu çok!..” Erol Amca çayını bitirdi, yine bizden izin isteyip, yatsı namazına gitti.

Erol Amca gittikten sonra, bu kez başka bir arkadaş, “Yahu gerçekten gürültülü bu be!.. Kafa beyin koymuyor. Bu nasıl uğultu böyle!..” dedi. Dünkü arkadaş da onun söylediklerinin ardından girdi lafa, “Ben dün size ne dedim?.. Beni hastalıklara koydu bu vantilatör!.. Artık baş ağrısı hapı almadan çalışamaz oldum!..”

Her akşam Erol Amca yatsı namazından önce bizim büroya uğruyor, vantilatörümüzün gürültüsünü ve zararlarını anlatıyor, gidiyordu. Erol Amca’nın gitmesinin ardından ise başka bir arkadaşımızın başına ağrılar giriyor, ağrı kesici kürlerine başlıyordu.

Erol Amca bu kez, gündüz geldi. Cuma namazından önce. Çayını doldurduk verdik. Anlatmaya başladı yine:

“Çocuklar dün bizim camiye vantilatör almışlar… Tam beş tane. İnanır mısınız, çıt ses yok. O kadar sessiz çalışıyorlar ki! Muazzam da serinletiyor gavurun icadı! Caminin içi bir serin bir serin ki!.. Ama en ufak bir ses yok. Hiçbir ses yok. Sanki birisi fısıldayıp, camiyi serinletiyor!.. Sizinki çok gürültülü çocuklar. Bu uğultuya dayanılır mı? Bravo valla!.. Siz iyi dayanıyorsunuz. Ama farkında bile olmadan beyninizi yorar sizin. Akşam olduğunuzda yorgunluktan bitap düşmüş olursunuz da, bunun nedeninin vantilatörün gürültüsü olduğunu anlamazsınız bile! Gelin cumaya birlikte gidelim. Bakın bizim camiye alınan vantilatörlere. Onlardan alın. İnan olsun en ufak bir ses yok.”

Buraya kadardı.

Erol Amca camiye gitti, biz vantilatörün başına. Hemen topladık vantilatörü, balkona koyduğumuz kutusunu getirdik, yerleştirdik içine. Verdik büronun şoförüne, “Hemen bunu götür, değiştir” dedik. “Çok gürültülüymüş. Kullanamıyoruz, başımıza ağrılar girdi” diye söyle dedik. “Giderken de şu camiye uğra, bak bakalım neymiş oradaki vantilatörlerin markası, tipi!.. İyice öğren, onlardan al” diye peşi sıra bağırdık. …

Artık sessiz bir vantilatörümüz var. Gerçi sesli vantilatörümüz kadar iyi serinletmiyor ama… Olsun. Hiç olmazsa Erol Amca’nın övgülerine mahzar oluyoruz her akşam.

“Aferin size çocuklar!.. Çok doğru bir iş yaptınız o vantilatörü değiştirmekle. Bakın. Ne kadar sessiz. O sizi hasta ederdi Allah muhafaza. Çok iyi yaptınız çok!.. Aferin. Aferin.”

* İllüstrasyonlar: Sefa Sofuoğlu

 
Toplam blog
: 118
: 1658
Kayıt tarihi
: 20.06.06
 
 

70'li yılların sonlarına doğru (1977 veya 1978... Belki de 1979...) tüm zamanların efsane dergisi..