Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

01 Nisan '10

 
Kategori
Siyaset
 

Bürokratik Elit'in Vesayetinde Şekillenen Devlet

Bürokratik Elit'in Vesayetinde Şekillenen Devlet
 

Türkiye’de, en zor olan şeylerden biriside, şüphesizki, Milli Mücadele dönemine ve Tek Parti dönemine ilişkin eleştirel bir takım yaklaşımlarda bulunmaktır. Bu yönde yapılan eleştiriler, koro halinde bastırılır ve yine aynı koro, nakarat halinde, Milli Mücadele dönemini ve Tek Parti dönemini kutsama çabasına girişir. İlgili dönemlere eleştiri yapanlar ise hiç tereddütsüz bir şekilde “Soros’un Çocukları”, “AB’nin paralı askerleri”, “AB uşağı” gibi yaftalamalara maruz kalır. Bunlar yetmez “Vatan Hainliği” yaftalamasına kadar bu tip yaklaşımlar taçlandırılır.

Oysa şu gerçek alenen ortadadırki, bu topraklarda Milli Mücadele dönemine ve Tek Parti dönemine ilişkin eleştiriler, her zaman bir otokontrol ekseninde yapılmıştır. Otokontrolü bırakanlar ise bu dönemlere yönelik eleştirilerinde, demir parmaklıklar arkasına gönderilmiştir, türlü türlü işkencelere maruz kalmıştır. Prof. Fikret Başkaya bunlardan birisidir. “Paradigmanın İflası” isimli kitabından dolayı Fikret Başkaya kaç kez yargılanmıştır, kaç kez hapse girmiştir? Bilen Var mı?

Türkiye’nin böyle bir yer olduğu zaten alenen ortada ama bu ülkede geçmişi kutsama yarışına girenlerin, kendisini Marksist bir geleneğin temsilcisi olarak görmeleri ve kendilerini sosyalist kampta nitelendirmeleri pek tabiki hayli komik kaçmaktadır. Özellikle geçmişi kutsama hususunda en kallavisinden Kemalistlere taş çıkartan kimi Marksistlerin, hızını alamayarak, Kemalist olmayanlara birde dönek yaftası vurmaları hakikaten bu toprakların tuhaflıklarından birisi olsa gerek.

Bu tuhaflıkları bir yana bırakırsak; sömürge yada yarı sömürge olupda sonradan kapitalist ülkeler safına geçip, bu safta kendisine yer edinme çabasında olan ülkelerin tarihi bizlere bir takım gerçekleri alenen sunmaktadır. Sömürge yada yarı sömürge konumunda olupda ulus-devlet kurma çabasında olan bu ülkelerin tarihi, türlü benzerlikler taşır. Bu ülkeler, ulus-devlet kurma sürecinde, kendilerini, antiemperyalist, halkçı, devrimci olarak tanıtır ve halk yığınlarına kendilerini böyle lanse ederler. Lakin iktidarlaşma sürecinde, örgütlü halk gücünden yoksun bir karakteri temsil ettikleride yaşanılan deneyimlerle ortaya çıkmıştır. Ulus-Devlet olarak inşa edilen ülkelerde, bu süreci yürütenlerin kendilerini ortak bir tanımlaması vardır, bu tanımlamanın adı “Ulusal Devrimcilik” tir. Aslında ortada bir halk hareketi yoktur ve tümü ile var olan, milliyetçi bürokratik seçkinlerin tekelinde, devrimci, halkçı, antiemperyalist olduğu ileri sürülen, tepeden inmeci bir yapı vardır orta yerde.

Pek tabiki bu seçkinler topluluğu, iktidarlarını güçlendirebilmek adına türlü demagojilere başvurmuşlardır. Devrimcilik ve halkçılık gibi kavramlar söylem düzeyinden öteye gitmemiştir. Zaten bu tip ülkelerde öyle aman aman bir devrimci dönüşüm dahi söz konusu olmamıştır. Eski düzenin devamından başkaca, kimi sosyal yaşama tekabül eden hususlar yasalaştırılmıştır ama halk, nedense bu tip ülkelerde yasalardan pek bi haber kalmıştır. Sosyal yaşama ilişkin kimi düzenlemelerde, o dönemdeki iktidar elitlerinin çevresinde kümelenenlerin nasiplendiği bir şey halini almıştır.

Sömürge, yarı sömürge ülkelerden biriside şüphesizki Osmanlı idi ve Osmanlı’nın ortadan kalkması ile birlikte kurulan Türkiye Cumhuriyeti’de bahsetmiş olduğumuz Ulus-Devletlere örnek bir devlettir. Kendisini devrimci olarak tanımlayan yeni Türkiye Cumhuriyeti, kapitalist kampta yer edinebilmek adına, türlü çabalara girişmiştir. Bir tarafta kapitalist kampta yer alma çabası söz konusuyken, diğer tarafta kurucu kadroların kendilerini halkçı, devrimci olarak tanımlamaları ve cumhuriyeti modern olarak takdim etmeleri pek tabiki bir dizi eleştirel yaklaşımında ortaya çıkmasına neden olacaktı.

Resmi tarih yazımının, yıllardan beri antiemperyalist olarak takdim etmeye çalıştığı ülkemizdeki bürokratik iktidar, gerçekte bürokratik seçkinlerin sultasında kurulmuş, azgelişmiş ülke örneklerinden birisidir. Türkiye’yi çağdaş batı uygarlığına ulaştırmayı hedeflemiş olan kurucu bürokratik elit, daha baştan kapitalist bir toplum kurmayı kendisine amaç edinmişti ve siyasal rejiminide bu anlayışa göre dizayn etmişti. İlgili dönemi incelediğimizde, karşımıza ilginç bir görüntü çıkmaktadır. Kurucu bürokratik elit, bir taraftan milli bir burjuva sınıfı yaratma çabasına girişmişken, diğer bir taraftanda halk üzerinde otoriter ve baskıcı bir rejim yapılandırmayı ihmal etmemiştir. Fakat bu baskıcı rejimi maskelemek adına (ulus devlet inşa sürecine girmiş olan bütün ülkelerde izlenen yöntem hep aynı olmuştur) kendisine vehmetmiş olduğu yegâne söylemler, antiemperyalist olmak, halkçı ve devrimci olmak şeklinde tezahür etmiştir. Daha tuhaf olan ise bu tip ülkelerde, korporatif yapı bütün bir topluma dayatılmıştır. Bu yapı sınıfsız, imtiyazsız bir yapıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal’de bizatihi, imtiyazsız, sınıfsız, homojen bir kitle oluşturduğunu ilan etmiştir. Oysa 1923 yılında kurulan Cumhuriyet, en kallavisinden milli diye etnik bir grubu tanımlayarak, Türk Burjuvazisinin çıkarlarını esas alan bir anlayışı bütün bir topluma dayatmıştır.

Mustafa Kemal’in homojen bir toplum yaratma çabasını meşrulaştırma girişimine yöneldiği yıl 1923’tür. Bu tarihte Mustafa Kemal, yapmış olduğu bir konuşmada, ülkede zengin olmadığına vurgu yapmış ve biraz parası ve birikimi olanlarada düşman mı olacağız minvalinde bir takım yaklaşımları ortaya koymuştur. Zaten cumhuriyetin kurulması ile birlikte, zeki! Türk girişimcileri kılıçlarını kuşanmışlar.. Ankara’nın başkent olmasından hareketle, arsa rantının arttığını gören bu zeki girişimciler, kısa sürede ucuza kapattıkları arazileri bir süre sonra devlete fahiş fiyatlarla satmış ve devlet eli ile zenginleşmenin türlü örneklerini vermişlerdir. Aynı girişimci zümrenin palazlandığını gören dönemin yabancı sermayedarları ki güya Milli Mücadele döneminde kovulmuşlardı ve gerçek hiçde öyle değildi, Cumhuriyet döneminde koşa koşa yeniden ülkeye gelmeye başlamıştı bu sermayedarlar. Ülke içerisinde temsilcilikler açmış ve aynı dönemin sermayedarları ile iş ortaklıklarına girişmişlerdi. Tabi biz halen aynı dönemi antiemperyalist olarak nitelemekten beri durmuyoruz.

Cumhuriyetin ilk evresinde sermaye sınıfının devleti doğrudan yönetmesi diye bir şey söz konusu değildi. İktidar mekanizması içerisindede yer almıyordu sermayedarlar. Bu ilk evrede sermayedarlar kendilerine iktisadi bir rol biçmişti ve bu iktisadi rolün uzantısı olan siyasal aktörleride bürokrasi oluşturuyordu. Bunun anlamı şudur. “Cumhuriyetin ilk evresinde, siyasal demokrasi ve siyasal liberalizm hiçbir şekilde işlemeyecektir”.

Cumhuriyet Halk Partisi ilgili dönemde, asker ve sivil bürokratik elitin partisi konumundadır ve ilgili dönemin sermayedarları ancak CHP içerisinde siyasal faaliyetlerini yürütmek durumundadır. Zira kendisine ait olan bir parti yoktur. İşte bu sebepten dolayı ülkede, siyasal yapıyı ve demokrasinin düzeyini belirleyecek olan şey sermayedarlarla, bürokratik elitin ittifakıdır. Cumhuriyetin ilk evresinde sermayedarlarla, bürokratik elit arasında herhangi bir çıkar çatışması ve iktidar çatışması belirgin bir düzeyde yaşanmamıştır. Cumhuriyetin ilk evresinde yaşanan iktidar çatışması, sadece ilgili dönemde Milli Mücadeleyi yürüten kadroların iktidar çatışması olmuştur. Bu iktidar çatışmasının sonrasında idam edilenler, sürgüne gönderilenlerin ardından Mustafa Kemal’in siyasal gücü iyice pekişmiştir.

Cumhuriyetin ilanından sonra, meclis içerisindeki tek partinin CHP olduğunu biliyoruz ve bu dönemde Mustafa Kemal, siyasal partilerden, ülke insanının çok çektiğini ifade eder ve partilerin iktisadi maksatlardan dolayı kurulduğunu söyler. Mustafa Kemal, çok partili yapıya sahip olan ülkelerde, siyasi partilerin varlığını, çeşitli sınıfların varlığından hareketle meşru görmektedir. Oysa Mustafa Kemal, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni, sınıfsız ve imtiyazsız bir yapıda inşa etmek istiyordu. Kurulan partiye Cumhuriyet Halk Partisi adını vermesi, bütün bir milletin bu partinin içerisinde örgütlenmesi gerekliliğindendir ve ülkede korporatif bir yapının mevcut olduğunu dünya aleme göstermektir. Esasen bu anlayışın altında yatan gerçeğin, muhalefete tahammülsüzlük olduğu aşikârdır. Bu anlayışın ülkeyi otoriter bir rejime götüreceği aşikârken, bu yapıyı ve anlayışı savunmak ne kadar doğrudur? İlgili dönemde, yani Cumhuriyetin ilk yıllarında ve devam eden yıllarında ki bu dönem çok partili rejime geçiş dönemine kadardır, ülkede liberal bir partiye ve işçi sınıfın ait ekonomik bir örgütünün kurulmasına müsaade edilmemiştir.

Yani daha açık ifade etmek gerekirse “Bürokratik elit'in vesayetinde şekillenen bir devlet yapılanması”.

 
Toplam blog
: 1509
: 1145
Kayıt tarihi
: 07.08.07
 
 

Yazarım... Okurum... Öğrencilik yıllarımda çok yazdım... Kompozisyon derslerinde yazdım... Duvar ..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara