- Kategori
- Yolculuk
Cabin Crew Landing Position!

Aklımda yine o güzel melodi…
Uyanıyorum upuzun bir yolculuğun yorgun kollarında…
İniş için alçalmaya başladığımızdan yerlerimize dönmemiz, koltuğumuzu dik pozisyona getirip güneşliğimizi açmamız ve kemerlerimizi bağlamamız gerektiği yönündeki uyarıyı dinliyorum…
Sol kanadın en arka kısmının yalnızca birkaç metre gerisinde oturduğum için midir bilmem iniş takımlarının mekanik açılma sesi belirgin şekilde kulaklarımda…
Ne zaman iniş için alçalacak kadar eve yaklaşmış olduğumuza şaşırarak doğruluyorum…
Hava alabildiğine aydınlık…
Altımızdaki parlak mavilik artık okyanus olmadığını belli ediyor ilerisindeki tanıdık yapılarla…
Ne uzun uyumuşum diyorum kahvaltıdan sonra…
İşte yine hızlı geldik!..
Hem zaten dönüş yolculukları hep daha kısa gelmiştir bana…
Giderken olduğu gibi uzun sürmez varışlar…
Uykuya tattırırım biraz da yolları…
İstanbul trafiği şimdi ne haldedir kaygısıyla hemen tuvalete gitme cüretini gösteriyorum 11 saatlik uçuşun en az 10 saatinde uyuyan ve Brezilyalı olduğunu düşündüğüm çiftten üçüncü kez müsaade isteyerek…
Alçalmanın yarattığı boşluk duygusu dar tuvalette iyice belirginleşiyor…
Bir önceki yurtdışı çıkışımda Londra dönüşünde de aynı senaryoyu yaşayıp neden bu işi son dakikaya bıraktığım konusunda kendime kızıyorum…
Tam o anda kabin ekibinin de iniş için yerlerine geçmeleri yönündeki pilot sesini duyuyorum…
İşte altın vuruş: “Cabin crew landing position”…
Bayılıyorum bu lafa…
Pilotun, yolcuların ardından kendi uçuş ekibini de güvenceye alıp öyle iniş yapacağını doğruladığı bir ekip çalışması ahengi var sanki bu söylemin altında…
Ellerimi bir kez yıkıyorum ki kapı tıklanıyor hızlıca…
Belli ki yerlerini almadan önce kabin ekibi içerde kimsenin kalmadığından emin olmak istiyor…
İniş prosedürünün eksiksiz uygulanmasının bir an ne kadar önemli olduğunu düşünüp, normalde en az iki kere sabunlamadan çıkmadığım ellerimi bu sefer çok da umursamadan bir eksik dozda temizleyip atıyorum kendimi dışarı…
Koridorda dolaşan kimsenin kalmadığını görünce adımlarımı daha da hızlandırıp yerime geçiyorum…
Artık her şey hazır…
İkaz lambaları devrede; son kontroller çoktan yapıldı…
Son dakika tuvalete gidenler bile apar topar çıkarıldı(!)..
Kabin ekibi ortalarda görünmüyor…
Artık top pilotlarda…
En zor prosedür olarak görüyorum inişi…
Türk Hava Yolları filosunun en büyük yolcu uçağını indirecekler birazdan…
Karşımdaki ekran, piste ne şekilde yaklaştığımızı uçağın ön kamerası vasıtasıyla adım adım yansıtıyor…
Bir gözüm de camdan dışarıyı kontrol ediyor kamerayı doğrularcasına…
Üç, iki, bir…
Filonun en büyük uçağı olduğundan dolayı şok absorbsiyonunun daha iyi gerçekleşeceğini varsayarak rahatsız edici bir sarsıntının meydana gelmeyeceğini düşünüyorum bir yandan…
Ön tekerleklerin çarpmasıyla birlikte tam da beklediğim şey oluyor…
Gürültüsüz, tertemiz bir iniş…
Avrupa’daki uçuşlarda birkaç defa şahit olduğum ve pilotun iniş performansını onurlandırmak amacıyla ortaya çıkan alkışlama nezaketini birkaç kişi göstermek istiyor ancak destekçi bulamayınca üç beş alkıştan ötesine geçemiyor…
Artık pistten çıkıp uçağı park etmeye gidiyoruz…
Yolcuların yerinden kalmaya can attığı fark edilmişçesine hemen bir uyarı anonsu geliyor uçağın durana kadar emniyetimiz için kemerlerin takılı kalması gerektiği yönünde…
ve o çok beğendiğim “boarding” müziği başlıyor…
Maceranın sonlandığını; artık sonlandırmam gerektiğini söylüyor her melodisi…
“Eve hoş geldin” der gibi bir canlılığı ve samimiyeti var bu müziğin…
Bir taraftaysa “yorgunluğunu üzerinden atma vakti” diyen ferahlatıcı tınısı…
Dinlerken gülümseten her ne varsa ona kulak vermeli…
Tüm ihtişamıyla Boeing 777-300 ER JET’imiz koca gövdesi ve devasa kanatlarıyla ağır ağır park yerine ilerlerken bu müziğin yaşattığı eşsiz duyguya bayılıyorum…
Her yolculuğun ayrı bir hikayesi vardır…
Bu yolculuğunki ise apayrı…
Öyleydi ve bitti…
BAHA NACİ
30.05.2017