Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

19 Şubat '11

 
Kategori
Sinema
 

Çağan Irmak'ın "Issız Adam"ıyla; ıssızlık, ayrılık, aşk, şehir vampirliği, Ulysses sendromu üzerine

Çağan Irmak'ın "Issız Adam"ıyla; ıssızlık, ayrılık, aşk, şehir vampirliği, Ulysses sendromu üzerine
 

Issız Adam


"Sen oradaydın ve bir gün benimle tanışacağını bilmiyordun"

Issız Adam, yönetmenliğini Çağan Irmak'ın yaptığı 2008 yapımı Türk melodram sinema filmi. Başrollerini Melis Birkan ve Cemal Hünal'ın paylaştığı film, Alper adlı bir aşçı ile çocuk kostümleri tasarlayıp dikmekle uğraşan Ada adlı genç bir kızın aşklarının özelinde modern yaşamın insanları nasıl yalnızlaştırdığı anlatır.

Çekimleri beş hafta süren film, 7 Kasım 2008 tarihinde Türkiye'deki sinemalarda gösterime girdi.Türk izleyicisinden büyük ilgi görerek Türkiye'deki 15. haftasında 2.765.000 seyirciye ulaştı. Film, 2009 Rhode Island Film Festivali'nde (ABD) "En İyi Film Ödülü" aldı.

Çok duru ve abartısız, Çağan Irmak'ın tıpkı "Babam ve Oğlum" filmindeki gibi. "Ben bu hikayeyi biliyordum ama bu kadar güzel anlatamazdım" dedirten bir film.

Bu filmi tipik bir melodram gibi görerek üzerini çizip geçmek haksızlık olur. Özellikle Çağan Irmak Severler, yönetmenin tarzı ve anlatmak istediklerini iyi bilirler. Her filminde sanki başka bir yönetmendir Çağan Irmak...

Birbirini tanımadan, anlamadan kurulan cinsel ilişkiler...İnternetten tanışılan evli çiftlerle, geçerken uğranan birileriyle kurulan cinsel ilişkiler... Duygu olmadan, insani hiçbir ilişki kurulmadan sadece cinsellikle yaşanan birliktelikler... Bu tür yaşamları anlamaya çalışmak için çaba sarfetmek gerekli. Ama tüm bunları ne bağlanmaktan kaçınmakla açıklamak mümkün ne de modern dünyanın düzeniyle... Aslında biraz daha derine, yaşayanların kendilerine, ailelerine, öğretilerine, sorunlarına, beklentilerine ya da beklentisizliklerine gitmek gerekiyor. Mutluluk arama adına yapılan ancak bireyi daha da daha mutsuz olmaya götüren bu yolu tanımaya çalışmak, beraberinde çözümleri de getirebilir. Bu açıdan Issız adam mutlaka seyredilmeli diye düşünüyorum

Modern yaşam aşkları da kolay tüketilen bir meta haline getirdi. Yalnızlık tercih edilen bir yaşam biçimi oldu. Çekirdek aile ve evlilik kurumu son zamanlarda ağır darbeler alıyor. Boşanmaların sayısı arttı. Şarkılar genellikle ayrılıklar üzerine yazılıp söyleniyor ve yazıldıkça da prim yapıyor. Demek ki modern toplum ciddi anlamda bir zamansız ve sonuçsuz aşk sendromu yaşıyor.

Geçenlerde tesadüf ettim. Ünlü aşk yazarı Cezmi Ersöz, katıldığı bir tv programında küçük komik ama anlamlı birçok anısını kendisine has üslubu ile anlattı. Hatırladığım kadarıyla bir anısında genç bir okurunun "Abi geberiyorum bu aşktan, intihar edeceğim, yardım et sen bu işlerden anlarsın" diyerek telefonla yardım istediğinden bahsetti ve ekledi "Şerefsiz 20 gün önce başka bir kıza aşıktı o zaman da geberiyordu." :)))

Eskiler bir kez aşık olurlar acısını yıllarca çekerlermiş. Türk Sanat Müziğinin eşsiz şarkılarına bir bakın. Aşkı ne kadar güzel anlatır ve yaşatır. Minur Nurettin'ler, Sadettin Kaynak'lar, Selahattin Pınar'lar ve daha niceleri. İnleyen nağmeleri yüreğimizi de inletir. Bir yerlerde gizli ve eksik kalmış sevdamız hep acıtır. Ama günümüzde böyle mi? Dengesiz, düzensiz, renksiz, popülüst popçular artık gençliğin kavuşamama ayrılma terk etme ve terk edilme fenomeni üzerinde nöbetleşe ard arda şarkılar yazıyorlar hem de ne şarkılar, "Allah Belanı Versin" "Geberirsin inşallah" türünden şarkılar. Bu arada bu sağlıksız durumu besliyor teşvik ediyorlar ve keselerini dolduruyorlar. Özel yaşamlarına baktığımızda üçer aylık aşk (!?) larıyla o kucaktan bu kucağa nasıl gezindiklerini görebiliyoruz. Ne güzel söylemiş eskiler (Ziya Paşa) "ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz " diye. (Bu söz hep "aynası iştir kişinin lafa bakılmaz" olarak yanlış söylenir.)Ama eskilere ve kaliteli sanatçılara, bestecilere ve söz yazarlarına bir bakın lütfen. Kendisini terk eden sevgiliye "intizar" ederken bile bir asalet var. Sevgiliye değil bu intizar sevgiliyi elinden alana. Eh bu kadarcık da olsun. (Dilerim tanrıdan ki - Sana açık kucaklar Bir daha kapanmadan Kara toprakla dolsun) Peki günümüz şarkıları ne diyor

"Allah belânı versin

Allah seni kahretsin

Bana gelen sana gelsin yaaa

Hayatımı sen mahfettin

Acımadın neler çektim

Kader seni de kör etsin"

Buyur buradan yak... Ağzımdan baklayı çıkarmamak üslubu bozmamak için zor tutuyorum kendimi ama ... Yapacak bir şey yok millet dinliyor zevkle...

Peki Sezen Aksu'ya bir bakalım: O ne diyor: Usta ve kaliteli sanatçı sözlerini de ustalıkla seçiyor.Ayrıldığı sevgilisini onore ediyor. "Mutluluk onun hakkı" diyor. Onun zarar görmemesi için de artık bir slogan olmuş o sihirli sözcüğü söylüyor: "Adı bende Saklı". Şarkı bir felsefeye de sahip çıkıyor. Evet ayrıldık, terkedildik, kavuşamadık, yarım kaldık ama olması gereken buydu. Şimdi gerçekten onu seviyorsanız, sevdiyseniz yapacağınız tek şey var onu "anlamak" ve sonsuza kadar "susmak" ! İşte hatırlamanız açısından o fevkalade dörtlükler:

"Uzak diyarlarda evli barklı

Mutluluk en çok onun hakkı

Bu yorgun kırık dökük hikayede

Adı bende saklı"

"Uzanıp Kanlıca'nın orta yerinde bir taşa

Gözümün yaşını yüzdürürüm hisara doğru

Yapacak hiç birşey yok gitmek istedi gitti

Hem anlıyorum hem çok acı tek taraflı bitti"

İşte budur diyoruz.

Arabesk ise sevgiliden daha çok kadere kahreder. Onun derdi tasası garibanlığı, kadersizliği, bedbahtlığıdır. Bunun bir alın yazısı olduğundan dem vurur. Öyle bir alın yazısıdır ki Allah'tan gelir ve asla değiştirilemez. Tümüyle taşra ve varoş insanlarını kendine çeker. Kadercidir. Şehirleşmemiş iki kültür arasında sıkışmış kalmış, mutlu olamamış insanlar kurtuluşu ve teselliyi Ferdi Tayfur'un, Orhan Gencebay'ın Müslüm Baba'nın inleyen feryad eden nağmelerinde ararlar. En tehlikelisi de budur. Kadercilik toplumların geleceklerini yok edecek kadar güçlü bir duygudur, teslimiyetciliktir. Aldıkları asgari ücreti, açlığı, insan yerine konulmamayı, sürünmeyi, haksızlığı hep alın yazısı olarak görmeye başlarlar. Tabi o zaman mücadeleye ne gerek var. Ağlayıp sızlarlar ama bir türlü gerçek sebebini göremezler. Her seçimde de kendilerini sefil eden iktidara oy verirler. O iktidar bile kaderleridir.

Ama Orhan Baba da iyi söylemiş yani... :)) Dinletiyor da kendisini. Aslında mükemmel bir müzik dehasıdır kendisi. Hatırı sayılır besteleri vardır. Müzik olarak dinleyin ama felsefesine kaptırmayın.

Evet ıssız adam filminin ışığında aslında ıssız adamın konusu bile olmayan"aşk", "ayrılık", "yarım kalmışlık" olgusunu popülist şarkılarla otopsi masasına birazcık yatırdık.

Gelelim ıssız adama, ıssız adamlara, ıssız kadınlara...Nedir Issız'lık felsefesi... Birazcık Thomas Hardy'nin "çılgın kalabalıktan uzak" romanındaki "insan" portresini birazcık da Yusuf Atılgan'ın "Aylak Ada"ını hatırlatıyor. İnsan sürekli kendisi ile savaş halindedir. "ıssız adam"da Alper'in kendisi ile savaşını açık ve net olarak görüyoruz. Başkalarıyla yaptığınız kavgaları savaşları kazanma şansınız %50 dir ama emin olun kendinizle olan savaşı asla kazanamazsınız. Sanki Çağan Irmak birazcık kendisinden katmış baş karaktere. Çünkü çok ince işlenmiş bu karakter bu kadar güzel anlatılamazdı seyirciye...Filmin ismi çok ilginç iki tarafa da yapılan bir gönderme. Filmdeki kızın ismi "Ada" böylelikle Çağan Irmak kıvrak zekasıyla "Issız Adam" derken Hem adama Hem de "Ada"ya gönderme yapıyor. Ada bu filmde masum tarafı oynuyor. Aşık olmamak için çok direnen ama sonunda kaçamayarak "Fall in Love" durumuna düşen bir kızcağız. (Bu arada ingilizlerin neden "Fall in Love" dedikleri de ortaya çıkıyor) Filmin bitiminde dışarı çıkarken tipik bir durum ile karşılaşıyorsunuz. Çoğunlukla nineler, teyzeler, kadınlar, kızlar, yaşlı veya ağlamaktan şişmiş gözlerle filmi terk ederken, filmin erkek karakterine (Alper'e) lanet okuyorlar. "Allah belanı versin be adam" türünden iltifatların bini bir para... Bu arada çift olarak gelmiş bay ve bayan arasında geçen konuşmalar da ilginç. kız tarafı ağlamaklı sesi ile sevgilisine fırçayı basar: "Siz erkekler hep böylesiniz işte... Lanet olsun... değer bilmezsiniz." Erkek tarafının ağzından tek kelime çıkar: "Haydaaaa !"

Neden hep kadınlar ağlayarak çıkar bu filmden (Elbette ağlayan erkekler de rapor edilmiştir ama kadınların çokluğu bu erkeklerin sayısını önemsizleştirmiştir. Bu erkekler genellikle; "Yok oğlum ne ağlaması gözüme toz kaçtı" manevrası ile sıyrılmayı denemişlerdir.Ama karşısındaki yememiştir.) Neden ağlarlar? Çoğunluk yaşadığı bir aşkı anımsayarak ağlar galiba. Hele sonu ayrılıkla bitmiş bir aşk öyküsü olanlar, kahramanların gözyaşlarında kendilerinin eski gözyaşlarını ve acılarını bulmuşlardır.Peki kaç kişi, Alper ile Ada'nın durumuna ağladı? Çözebilecekleri bir sorunu çözmek yerine vazgeçmelerine... Yıllar sonra karşılaştıklarında "Biz ne yaptık?" pişmanlığına, "Hâlâ seviyorum ama çaresizim, " şeklindeki yanlış düşünce ile kendilerine acımalarına kaç kişi ağladı. Pekiiii.... Kaç kişi Alper için ağladı? Ada'nın hiç bir şeyden habersiz kocasına ağladı?

Şahsen ben ağlasam ağlasam, Ada'nın evlendiği ve çocuk sahibi olduğu biçare adama ağlardım. Zavallı adam. :))

Çoğu da Alper'in finaldeki durumuna "Demek hâlâ acı çekiyorsun, oh olsun, mustahak sana, geber, daha da beter ol" duygusu ile seslendi. Ve belki de bütün terketmiş terkedilmiş sevgililer filmden çıkıp telefonlarına sarıldı, eski sevgililerini aradı. Özür dilemek, pişmanlıklarını dile getirmek belki de çaktırmadan hala iz bırakıp bırakmadıklarını sondajlamak, yıkılmış kırılmış egolarını tamir etmek için. Kimbilir o günlerde kaç kişi "hastir" sözünü işitti.

Filmin çıkışında izlediğim kadarıyla herkes Ada'dan yanaydı... Peki Alper'e hak veren kimse yok mudur? Başta ben :) Kesinlikle hak veriyorum. Alper haklıdır kardeşim.

Alper kendisini bir "Şehir Vampiri" olarak nitelendirmektedir. Şehirle beslenen, dış dünya odak noktası olan bir birey. Modern toplum ve onunla birlikte gelen yozlaşmayı, kopuklukları, pislikleri, tükenmişlikleri içine çekmiş bir ayyaş gibi, gecenin başlamasıyla birlikte tıpkı bir vampir gibi sokağa çıkan, kan emerek beslenen ama gündüz işinde gücünde olan bir adam. Özgürlük onun tek sarıldığı silahtır. (Öyle mi acaba) Bağlanmak ise korkunç bir sondur bu şehir vampiri için. Bağlanırsa besleneceği ortam ortadan kalkacağından yok olur, hatta bu tür insanlar karşısındakini de öldürür. Burada şehre sonradan gelen ve sonradan şehirli olanlardan birisini simgeler Alper. Sorun sonradan şehirli olmaktadır. İyi bir iş, mevki ve statü elde etmelerine rağmen hala kültür şokunu üzerlerinden atamamışlardır. Aslında şehirden beslenmekte ve güç almaktadırlar. Ama şehir de onları hızla tüketmektedir.

İşte Alper böyle birisidir. Ruhsal açıdan hastadır. Hem Ruhu hem bedeni kirlenmiştir. Bu kirlenmenin kendisi de farkındadır. Her yabancıl, hoyrat sevişmenin ardından hızla yatak çarşaflarını, nevresimlerini değiştiren Alper, bunu bir ritüel haline getirmiştir. Onun için sevişmek partneriyle sabaha kadar uyumak demek değildir asla. Sevişeceksin ve gideceksin. Böylelikle kendini suçlamayacaksın. karşındakini değersizleştirirsen sen değer kazanırsın. Kadını değersizleştirmek, aşağılamak ise Alper'in sevişme stiline yansır. hoyratça, küstah, vahşi ten sevişmeleri bu değersizleştirmeye bir örnektir. Alper bunun farkında değildir. Kendi değersizliğinden farkındalıkla yaşam tarzından ve kendisinden nefretini simgeleştirir yattığı günübirlik sevişmelerde...

İnternetin karanlık yüzü hep porno olarak gösterildi. Buna hep karşı çıktım. Aslında porno internetin masum yüzüdür. Yetişkinlere zarar vermez porno. Yeter ki çocukların erişimini engelleyin. (aslında onlar bizden daha fazla bilgi sahibi ya hadi neyse) İnternetin asıl karanlık yüzü imkan verdiği, çabuk tüketilen sahte ilişkiler ve şakkadanak ortaya çıkıp şıppadanak biten sanal aşklardır. Bir gecelik ilişkiler, arayışlar, tanımadan, anlaşmadan kurulan cinsel ilişkiler, geçici hevesler ve tatminler adına yıkılan yuvalar, anasız babasız kalan çocuklar. Hiç o yönünü düşünmeyiz değil mi? Takmışız kafamıza pornoyu. Hangi yetişkin porno izlemekten zarar görür ki? Ama masum gördüğünüz MSN kaç can almış kaç kişiyi mutsuz yapmış kaç insanı tüketmiştir haberiniz var mı? İşte filmin başında o MSN penceresi ve Alper'i gösteren sahne bize gerçek suç aletini gösteriyor. Ne kadar sahte ve basittir İnternet sevdaları. Hiç heveslenmeyin. Hiç kimse MSN veya çöpçatan sitelerinden bulduklarıyla mutlu olamazlar. Nedeni gayet basit. Sanal ortam insanları olduğundan farklı göstermekle ünlüdür. Yüzler ve tenler karşı karşıya gelince az buçuk bir şeyler yaşayınca görürler gerçek yüzlerini. Onun için de MSN aşıkları hep cepte, yedekte sevdalar taşırlar. O olmazsa öteki, öteki olmazsa beriki... Bazen kendimizi kandırırız. "Niye yargılıyorsun, ha sokakta, ha barda, ha kafede, ha internette karşılaşmışız ne farkı var?" Yaşayıp o farkı görünce de, bu muharebede kaybettiklerimizi yerlerine koymak bir daha mümkün olmaz. Bir puzzle'ın eksik ve kayıp parçaları gibi boş kalır oralarımız. Bizi de, bizi seyredeni de rahatsız eder.

Alper tipik bir Ulyses Sendromu yaşamaktadır. Hemen bir parantez açıp her yüz erkekten 70'inde görülen bu hastalıktan söz edeyim. Aslında kadınlarda da görülür. Ama erkeklerde daha yoğundur. Bu hastalığa "Bağlanma korkusu" diye de açıklık getirelim. Neden Ulyses sendromu demişler kısaca anlatayım? Benim gibi Mitoloji severler iyi bilirler. Odyseus namı diğer Ulyses gemisi ile o meşhur Truva savaşından memleketine dönerken, yarı kadın yarı kuş yaratıkların yani "Syren"lerin bulunduğu mekandan geçmeleri gerekir. Bu yaratıkların en büyük özelliği kayalıklarda oturarak, büyüleyici inanılmaz güzel şarkılarıyla yakından geçen gemilerdeki tayfaları (Tabi ki erkekleri) büyüleyerek geminin yönünü kendilerine çevirmelerini sağlamaktadırlar. Tabi sonuç malum. Gemiler kayalıklara çarpıp parçalanırlar. Tayfalar ömür boyu "Syren"lerin eline düşer veya ölürler. Ulysies, tanrıların desteği sayesinde bunu bilmektedir. Kendisini ve tüm tayfalarını geminin direklerine bağlar. Bu bölgeden geçerlerken Syrenler şarkılarına başlayınca hepsi iplerden kurtulmak için deliler gibi çaba sarfeder ama başaramazlar. Böylelikle Syrenlerin tuzağından da kurtulup hayatta kalmayı başarırlar. İşte psikolojideki "Bağlanma korkusu" bu nedenle, Ulyses Sendromu olarak geçer.

Neyse konuyu fazla dağıtmadan Issız Adam filmine ve her defasında acımadan yargılayıp astığımız Alper'e dönelim. Alper'e hak verdiğim nokta onun Ada'ya aşık olması ile başlar.Alper aşık olduğunu anladığı anda paniğe kapılır. Ada bir gecelik ilişki için amaçlanmış ama hiç ummadığı bir anda Alper'i etkilemiştir. Artık Alper'in bütün silahları ve yaşam kaynağı elinden alınmak üzeredir. Bağlanmaktıdır. Ruhu alarm vermeye başlar. Syrenlerin sesi kulaklarında çınlarken, kaç kurtul nidaları da beyninde yükselmektedir. İşin kötüsü sevişirken duygu da girmiştir işin içine ve Ada ona öğretmiştir nasıl adam gibi, şefkatle, duyguyla, aşkla sevişileceğini. Artık yatak örtüsünü hazdan sonra değişmeye gerek görmemişken birine sarılmanın sıcaklığını hissetmişken çok kalabalık gelir kendine ve evine. Sanki kendisini kendisi değilmiş gibi zannetmeye başlar.

Gece ve şehir onu sık sık çağırmaktadır. Tıpkı Jack London'ın ünlü "Beyaz Diş" romanında ehli kurtu çağıran dağlardan gelen vahşi kurt ulumaları gibi. Bir gece fırlar Ada'nın yatağından, kurtulmak istemektedir bu ehlilikten. Adımları jigololuk yaptığı kadınlardan birisinin evine doğru gider. Ama kapıdan döner. İkilem içerisindedir. Bir yanda çürümüşlük ve tükenmişlik, diğer yanda temiz saf duygular. Birisiyle sarılarak yatmak. Tam, asıl olması gerekeni bulmuşken boğuluyor Alper. Sonra annesini yolcu ederken diğerini de yolcu etmek istiyor ıssızlığına, tanıdık bildik kendisine ve en önemlisi hepimizin çok önem verdiği modern zamanların şahı/padihaşı yalnızlığa koşmak istiyor.

İplerin koptuğu ana bir bakalım. Alper'in annesi gelmiş ve o da Ada'yı benimsemiştir. analı kızlı oluvermişlerdir birden. Tehlike çanları artık Alper'in kulaklarını sağır edeck şekilde çalmaktadır. Birden şehir vampiri Alper, şehir kuzusu Alper'e dönüşmek üzeredir. Çok zaman önce terkettiği çocukluk arkadaşının düğününe dahi gitmek ve ona altın takmak anını ve tedirginliğini yaşar. (Laf aramızda ben de sevmem o işi) Anneyi yolcu ettikten sonra sıra Ada'ya gelmiştir. Meşhur dolma yeme sahnesinde "patadanak" söyleyiverir ayrılmak istediğini... Sinema salonunda "aaaa" nidaları ve ardından "Ada"nın okkalı bir tokadı. Yine sinema salonundan "ohhhh" sesleri...

Ama Ada gittikten sonra... Artık günü birlik fahişelere; biraz daha kal, bir fincan kahve iç, hadi biraz konuşalım gibi serzenişlerle Ada'yla kırılan yalnızlık duygusuna yenik düşmektedir. (Şu ademoğlu ne gariptir. Birlik de batar yalnızlık da)Kaybettiği değeri anlar Alper. (Elbette Ada'da simgeleşen iyi hoş ve güzel şeyler yitirilmiştir.) Ama giden gitmiştir. Geri dönülmesi ve herşeyin eskisi gibi olması imkansızdır. (Acaba olmasını da isteyen var mıdır? Sanmıyorum.)

Fimin replikleri de epey ses getirdi: Annesiyle odada kaldığı savunmasız anında Alper ve annesi arasında geçen konuşma; "-Çok zor be anne!-Nesi zor oğlum?-Çok zor be anne!" Bir annenin mustabel gelinine verdiği unutulmaz nasihat:"-Arkadaşlıklar ne dersiniz siz bilmiyorum ki. Neyse zor tabi bunlar ya! Gayret et kızım onu bırakma. Buralar büyük yerler hep kandırır insanı. Bu hay huyda insan yalnız olduğunu bilmez anlamaz. Bir ses bir nefes oluver onun yanında..."

Ada ve Alper ayrılırken Ada'nın söylediği dondurucu söz;"Karlı soğuk bir yerdesin..Uyku tatlı geliyor ama uyursan donup öleceksin farkında değilsin ölüyorsun!"

İşte çok hoşuma giden replik; Final sahnesinde, Ada ayrılıktan sonra, Alper'in annesinin evine gitmiştir gizlice. Onun odasını ziyaret eder. Yatağına oturur ve etrafına bakınır:

"Sen oradaydın ve bir gün benimle tanışacağını bilmiyordun…sen dizime yattın, ben bir hikaye anlattım sana. büyüdün. kafamda bir hikaye, bilirsin bunu çok severdin ikimize bir mutlu son yazdım sonra. o evde seninle birlikte oturduk, sustuk. yanımda durdun sessizce. burası sondu. başka bir yaşamdı .sadece biz vardık.Bana baktın mavi ve telaşsız. sustuk başka bir yaşamda başka bir mutlu son. biz bunu haketmiştik. hikayemiz orda bir yerde, hep benimle duracak. dayanabilmemin tek yolu bu çünkü."insanın kokusu hep aynı mı kalırmış, şaşırdım!sonra sana ait birşey aldım yanıma. bir küçük 45 lik plak , Arda kardeşin masalları, eve uğrarsan bir gün o plağın nasıl kaybolduğunu asla bilemeyeceksin. biliyor musun sen o küçük plakla bende evimdesin hala ve sen bunu bilmiyorsun ve gözlerimi kapattığımda kollarımda başka bir değil sen varsın ve sen bunu bilmiyorsun."

Evet, Alperin anasının da dediği gibi bu hayda huyda gerçekten anlamıyoruz yalnız olduğumuzu...

Alpere'e neden hak verdim?Alper bal gibi biliyordu bu aşkı yürütemiyeceğini... Yapısında yoktu öyle bir şey ve elinde değildi. Tanımıyordu bu duyguyu ona yabancıydı. Eninde sonunda tükenmişliğinin uçurumuna Ada'yı da sürükleyeceğini ve birlikte yok olacaklarını da biliyordu... O dönülmez bir yoldaydı. İflah olmaz bir hastaydı... Ayrılırken söylediği gibi kanında virüs mikrop taşıyordu. Bir şehir vampiri ancak kan emerek beslenir. Ama tüm vampir filmlerindeki gibi, True Blood'daki gibi sevgilinin kanı asla emilmez. Dolayısıyla Ada'ya zarar vermek istemedi. Evlenselerdi (Mutlu Son (?!))Alper ile Ada, üç ay sonra Ada boynuzlu bir halde ve karnı burnunda bir çocukla yapayalnız kalıverecekti belki de... Alper tükenmişliğini anlatmaya çalıştı ayrılırken sokakta Ada'ya... Sebebini ve gerçegi de...Anlamadık anlamazdık Alper'in kendini aşk uğruna feda edişini... Sevgiliyi koruyuşunu... O kutsal koruma içgüdüsünün farkında olmadan ortaya çıkışına tanık olduk.Alper bitirmekte ve gitmekte haklıydı... Aşk en şerefsiz insanı bile asil yapacak kadar güçlü bir duygudur derler... Eğer gerçek aşk ise...Alper ile Ada arasındaki aşk gerçek aşktı. Birden belirip, birden sonlanan.

Hiç bir gerçek aşk sona ermez. Küllenir, üstü örtülür, unutulmaya çalıştıkça ortaya çıkar, unutursunuz belki ama neyi unuttuğunuzu asla unutmazsınız. Nitekim yıllar sonra Beyoğlu'nda sinema pasajındaki karşılaşma küllenen unutulduğu sanılan bu duyguların üzerini açan bir fırtınadır. Bütün gözyaşları o anda dökülür. Sinema salonu hıçkırıklara boğulur. Aslında Alper ve Ada'ya ağlamaz seyirci... Her filmde olduğu gibi kendi kaderlerine ağlar. Kimi hiç böyle bir aşk yaşamadığına, kimi geçmişte yaşadığı aşkına, kimi karşılıksız platonik aşkına, kimi de yürürlükteki aşkına ağlar.Terk edenler terk ettiklerine terk edilenler ise terk edildiklerine ağlar. Kısacası kim takar Alper'i Ada'yı...Final sahnesindeki duygu seli arasında, unutulan bir saç tokasının neleri başardığına tanık oluruz. 45'lik plaklar ve saç tokası. Objeler yaşananların tanığıdır artık. Her görüldükleri yerde vurulmalıdırlar... Aksi durumda, her karşınıza çıkışlarında sinsice hatırlatırlar pişmanlıklarınızı, kaybettiklerinizi...

Ada kızım.. Yuvana çoluğuna çocuğuna dön... Hiç birşeyden habersiz evlendiğin zavallı kocana fikren ve zikren ihanet etmeye devam et. Kapat gözünü onunla seviş. Alper'i düşle... Etik değil ama idare et... Alper sana gelince... Allah belanı versin... Sürüm sürüm sürün. Daha ne diyeyim. :)))

Son bir not: Bence son sahnesi için yapmış bu filmi Çağan Irmak... Filmde namı meşhur tüm uyurlar zınk diye uyanıveriyorlar bu son sahnede... Yine yaptın yapacağını be Çağan. Yahu yapma bir daha böyle filmler. Biz bu öyküleri zaten biliyoruz ve yaşıyoruz. Ama sen filmini yapınca da sorgulayıp deşiyoruz.

Bu densiz, kifayetsiz yazı: Filmi seyretmeyenlere, seyredip anlamayanlara, bu yazı ışığında tekrar seyretmek isteyenlere... Tüm ıssız adamlara ve ıssız kadınlara, bırakılan, unutulan tokalara ve taş plaklara...Adanmıştır... (Bu yazıyı arka fonda hafiften çalan; "Michel Fugain - Une Belle Histoire, Anlamazdın-Ayla Dikmen , Bana yalan söylediler-Semiramis Pekkan, Nil Burak - Yalnızım Ben" eşliğinde okumanız tavsiye olunur.Böylelikle nefis film müziklerine de atıfta bulunduk)Sağlıcakla kalın, aman ıssız kalmayın...

(KE) 

 
Toplam blog
: 4
: 6391
Kayıt tarihi
: 01.01.11
 
 

Kozmik şakacınız eğer sizinle dost ise, yaşam daha kolay ve çekilir hale girer. Elbette ki kozmik..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara