- Kategori
- Ekonomi - Finans
Çağın vebası siyaset

Anlatmaksa eğer gaye; anlatabilmek adına verilecek bir çabadan öte,
Her çirkinliği ve bir o kadar da güzel olanı görebilmekten öte, görmemekte direnmekse gaye; Dinlemekten çok birilerinin bizi dinlemesinde; acıyı, acıları görebilmekten çok acınacak bir durumda olduğumuzu göstermekte; söylediklerimizle raks edip körebe oynar gibi görmeden ilerliyorsak ve sürekli konuşmak istiyorsak belli belirsiz, anlamlı anlamsız ve hayatın böyle sürmesinde ısrar ediyorsak;bir zihniyet buhranı içindeyiz demektir.
Görebilme duyusundan yoksun değilken ezdiğimizi fark edince hala adım atmakta ayak diretiyor, ayağımızın inadına yenik düşüyorsa irademiz ve de yüreğimizin güzelliğini yitirme pahasına da olsa vazgeçmiyorsa kalbimiz; dün yabancı bu gün dost iken yarın dost kalamıyorsak, sorguya çekilmekten çok sorgulamaksa derdimiz; derdimiz başkalarının mutsuzluğunu ve umutsuzluğunu inşa etmek iken derdim başımdan aşkın diyebiliyorsak; onursuzca ve gurursuzca; buhran yakamızı bırakmayacak ve zihniyetimizi çürütecek demektir.
Ne hazin bir gerçekliktir ki siyaset hayatlarımıza bulaşmakta; sevmekten, okumaktan, öğrenmekten, yürümekten, koşmaktan, oynamaktan ve sevilmekten arta kalan zamanı değil bunların tam da yaşayabileceği zamanları çalmaktadır. Hatta öyle ki zihni buhranlara sebebiyet verip sevmenin, sevilmenin ta kendisini yada anlama, acıma, dinleme, aşkla bakma ve sevgiyle görebilme yetilerimizin kaynağını alıyor veya bunların yerine geçip saltanatını körleşen kalp gözlerimizin göz bebeğinde kurmaktadır.
Siyaset konuşmak, siyaset yapmak veya yapmaya çalışmak yada yapanların yön verdikleri çarkın içinde keskinleşen ve kesmekte hiç tereddüt etmeyen dişlilere uzuvlarımızı kaptırmamak için onu yapanları anlama çabası o kadar da kötü olmasa gerek. Peki siyaseti, hayatımıza bulaşan ve bir çok duyumuzu etkileyecek kadar kötü bir virüs gibi görmenin anlamı ne?
Anlamı şu:
Koca bir seneyi ya da çok daha fazlasını öldürerek, masanızın kenarına yazdığınız ismiyle hayalini kurduğunuz üniversitenin kapısındasınız: Yüreğinizde, hayalinizi gerçekleştirmiş olmanın kendinize göre haklı olduğunu düşündüğünüz gururuyla: Başınız belki dinginlik belki de onurun ve gururun kifayeti yukarda ve dik. Tam da baktığınız yerde; büyük harflerle ve altı çizili olarak yazılan bir yazı: ‘Ya sev ya terket!’
Sevmem gereken ne diyor insan kendine? Mesela ben bu yazıyı yazanı sevmiyorsam nereyi yada neyi terk etmeliymişim? Bunu yazan ve söyleyen sevmiş mi hiç? Onun terk ettirme lüksü var mı yada? Vs.. Daha bir çok soruyla boğuşuyor insan.
Sözde özerk ve özgür bir kurum; okuduğunuz, özgür olduğunuzu düşündüğünüz, özgürce düşünmek istediğiniz, girişindeki ilim ve irfan sözcüklerinin geçtiği ve Atatürk’e ait olan söze itibar ettiğiniz için gönül rahatlığıyla girdiğiniz yer: üniversiteniz. Ama biraz daha ilerleyip görece daha küçük ama ilim kapısı tam da bu diyebileceğiniz yere geldiğinizde görmek isteyebileceğiniz en son şey olan; siyasi bir partinin amblemleriyle karşılaşıyorsunuz. Hem de boy boy asılmış olarak. Gözlerinizi kapatmaya, yutkunmaya ve anlamsız bir bakışla neresi burası demeye hiç mi hiç hakkınız yok. Maazallah her an linç edilme şansı ve şerefine layık görülebilirsiniz. Hem de şeref sözünü hiç mi hiç dilinden düşürmeyen haysiyetli, şerefli ve onurlu insanların eliyle. Ne büyük bir şeref değil mi?
İşte bu yüzden siyaset hayatımıza bulaşan ve bağışıklık kazanamadığımız nadir bir virüs. Tıpkı AİDS gibi.
Her şeyi unutup ilimle haşir neşir olma telaşındayken, dost muhabbetine verilen değerle ve yüreğimizdeki insan olsun da ne olursa olsun anlayışı ve insan hayatı ile düşünüş gerçekliğine verdiğimiz saygı nedeniyle sıcak bir çayla hayata mola veriyoruz okulun kantininde.
Anlatmak istiyor insan; en çok da anlamak için. En azından ben böyle düşündüm. O düşle, düşün dünyasında anlık bir geziye çıkıyor düşünme organınız. Sonra bir Filistinlinin İsrail’de maruz kaldığı ayrımcılık konu olarak servis ediliyor masaya hem de sipariş edilmeden. Belli ki birilerinin canı yanmış ve o kişi yanı başımda diyorum...
Karşımdaki Filistinli arkadaşım ve yanımda iki Türk arkadaş ile İsrail’de maruz kalınan ayrımcılık ve İsrail’in Müslümanlara zulmünü konuşuyoruz. Yahudilerin İsrail’de kimliklerindeki üç yıldız ve Müslümanların da 8 yıldızla birbirinden kesin sınır ve katı kurallarla ayrıldığını anlatıyor. Bir çok şey konuşuluyor. O anlattıkça hüzün veriyor her duyulan yeni kelime. Özellikle de insanların bir inanç sistemi nedeni ile dışlanmasını anlatan kelimeler boğazımızda takılı kalıyor. Anlatmak ihtiyacı duyan arkadaşı sonuna kadar dinliyoruz. Ben dinlediğime ve anlamaya çalıştığıma inanıyorum en azından.
Sohbet Türkiye’deki Kürt ve Türk kelimeleri ve bu kelimelerin aynı cümlede beraberce nasıl kullanıldıkları, birbirleri ile olan münasebetleri ve mesela biri özne iken bir diğerinin özneden etkilenen nesne olabileceğini yada olamayacağını konuşuyoruz. Ben anlatıyorum içimdeki anlatabilme çabası ve dolayısıyla da anlaşılma umudu ile:
Söz konusu kelimelerin ülkedeki hangi fiile nesne ve hangisine özne olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Ülkedeki PKK varlığının sonuçlarını konuştuğumuz gibi söz konusu örgütün ortaya çıkış nedenleri üzerinde de durulması gerektiğini anlatma derdindeydim. Ve içimde bu örgütü zerre kadar savunma gereği duymadan; aksine yürütülen politikaların elbette yanlışlığı ve kusurlu oluşunu da ekleyerek. Elbette içimde yanlış anlaşılma korkusu olduğu gibi doğru anlaşılma arzusu da vardı.
Ya da anlaşılmasam bile sonuna kadar olmasa da hiç olmasa yarısına kadar dinlenebilme umudu ile anlatıyorum. Ama yarısına gelmeden sözlerim kesiliyor. Hem de üniversite gibi bir eğitim kurumunda okuyan, kendi kuşağım dediğim, beni en iyi sen anlarsın gözüyle baktığım biri tarafından. Gencecik bir yürek. Beni dinleme ve dolayısıyla anlama zahmetine belliki katlanmamış, dün dost yarın korktuğum şey olmasından korktuğum gencecik bir beden.
Benim kendi dilimde okuyabilme hayalimi anlayabilir miydi acaba?
Ya da Hemid Dılbıhar’ın tadına doyum olmayan şiirlerini akıcı okuyabilme ve yazabilme arzusu ve bunu yapabileceğim gün yaşayacağım gururumu?
Ya da okurken gözlerimin dolduğunu hatta taşan göz yaşlarımı silme gereği bile duymadığım Süleyman Karataş hocamızın Şu Bizim Akif adlı yazısını? Ve daha nice Akifler’in var olduğu gerçekliğinden duyduğum kaygı ve derin hüznü?
Sohbet uzun sürmüyor. Yada süremiyor. Ben anlatmak, dinlemek ve anlamak istiyorum. Ama bana bakan o çift göz bana soğuk bir gerçekliği anlatıyordu. Belki de yüzleşmekten korktuğum bir gerçeklik.
‘Benle aynı haklara sahip birilerinin dışlanma bahanesiyle ülkede çıkardıkları isyan ve haykırışın anlamı ne? ‘
‘Dışlanan kim yada verilmeyen hak hangisi?’
‘Bu ülkeye ihanet değil de nedir?’ Gibi sorulardan başka hiç bir şey demiyor ve hiçbir şey de dinlemiyor. Ayrımcılık sözcüğünü kesinlikle kabullenmiyor.
‘Belli ki senin beni anlamaya niyetin ve tahammülün yok diyorum:’ masadan kalkarak tekrar ilim yuvasının kapı eşiklerinde, insana huzur veren, ufkunu açan yazıları okumaya ve ezberlemeye koyuldum:
Ya sev ya terket!
Kızamadım anlatma çabamın yarıda bırakılmasına. Çünkü arkadaşımın bir şeyleri hazmedebilme yetisi hiç gelişmemişti. Ve ben kızmaktan çok üzüldüm tabi. Kendine lider diye seçtiği yada seçmek zorunda kaldığı kişilerin ondan aşağı kalır yanı yoktu. Büyüklerini ve büyüklerinin her dediğini alkışlayarak ve bire bin katarak, yalan yanlış haber yapan medyayı düşündüğüm zaman sadece üzülmekle yetindim. kızamadım...
İşte tüm bunlar, bize bulaşan kirli bir siyasetin ve ‘bu siyasetin içine sürüklendiğimiz gerçeğinin’ bir sonucu. Birbirimize karşı duymakla yükümlü olduğumuz ortak saygı gerçekliğinde buluşmak ümidiyle...