Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ağustos '09

 
Kategori
Öykü
 

Çay, simit ve peynirle....

Çay, simit ve peynirle....
 

Özellikle ağacın altındaki bankı seçmişti. Gözlerini kısmadan denize bakmak istiyordu. Güneş ışığının bile onu rahatsız etmesine tahammülü yoktu.

Ne de olsa bir haftadır deliler gibi koşturmuştu, biraz dinlenmeyi hak etmişti. Akşama ya da en geç yarın sabaha çocukları gelecekti. Onların en sevdiği yemekleri hazırlamıştı, dolmalar, tatlılar, börekler… Her şey onların en sevdiklerindendi, dolabını tıka basa doldurmuştu. Gelir gelmez içecekleri sıcak çorbayı bile daha biraz önce çevirmiş, evden öyle çıkmıştı.

Ne kadar güzel çocuklardı, Allaha tekrar şükretti onları verdiği için.

Daha öğlen olmamıştı, güneş tam karşısındaydı ama ağacın koca yaprakları güneşi engelliyordu. Herşey ışıl ışıl ve o kadar netti ki… Denizin kokusunu içine çekti, uzunca bir ohhhh dedi. “Hey gidi dağların kızı, sen ne zorluklardan ne savaşlardan galip çıktın, dağların her mevsimini gördün defalarca, hiç akıllanmadın yinede, yinede vazgeçmedin o kayalıklardan, yamaç kenarlarında ki çiçeklerden, kardan, buzdan, fırtınadan… Şimdi çek içine şu sakin, masmavi denizin kokusunu, çek ki için rahatlasın bi, çek ki tüm yorgunluğunu unut, umutlarının nasıl güzel çiçek açtığını bir daha gör ….”

Deniz kenarında ki küçük camekan arabanın içinde simit satan çocuk yaklaşıp “simit alır mısın teyze, çayım da taze” diyene kadar onu hiç fark etmediği anladı. Çocuk “teyze” demişti, içinden hafifçe gülümsedi, “ver bakalım hadi, ama simit gevrek olsun…Peynirinde var mı?”, “tabi ki teyzeciğim, buyurunnnn, çayınız, simidiniz ve peyniriniz, size afiyet olsun…”

Latife Hanım her zamanki gibi yine içten gülümseyerek “sağol oğlum” dedi..

Birden aklına Nazım Hikmet’in “Basit Yaşayacaksın” şiiri geldi… İçinden mırıldandı biraz…

Basit yasayacaksın, basit.
Sanki yasamın bir gün sona erecekmiş gibi basit. . .
ÇAY, SİMİT VE PEYNİRLE…

Ne güzel demişti Nazım, ne güzel mısralardı onlar. Şiiri tekrar en baştan okudu içinden, hayat buydu işte, basit ve yalın yaşanmalıydı, yalansız, dolansız. Simidinden bir parça kopardı, peynirden de, öyle lezzetli gelmişti ki tadı. Üzerine çayını yudumladı biraz, ne zamandır bu kadar lezzetli bir şey yemediğini fark etti, çayını hemen bitirip, bir çay daha istedi.

“Belki de” dedi kendi kendine, “basit yaşadığım içindi kimsenin beni anlamaması, hayatın keşmekeşliğinin altındaki o basitliği görmem ve yaşamamdı… Bana her şeyin içinde ki o basitliğin yettiğiydi, fazla bir şey istememem, bir gülüşün, bir sarılışın bana dünyalara bedel olmasıydı. Yaşadıklarım basit değildi, çok savaşlar verdim, çok yıprandım ama hiç yılmadım, çünkü olayların özünü, içindeki basitliği görebiliyordum, bunu kimse anlamasa da, ben çok iyi anlıyordum, değiştirmeye de hiç niyetim yoktu.”

“evet, buldum, işte herşeyin sebebi bu…”

Büyük bir zafer kazanmış gibiydi, kendini tutamadı bir kahkaha atıverdi, etraftan bir iki kişi garip garip baktı, simitçi çocuk ise gözleri parlayarak “teyze bir çay daha vereyim mi?” dedi, ona da güldü, “ver hadi oğlum, çok güzel olmuş çayın, beni ne mutlu ettin sen bugün, farkında mısın?”. Çocuk aslında hiçbir şey anlamamıştı, ama maharet sanki kendindeymiş gibi öyle bir gururlandı ki, “olsun, garibim de mutlu olsun” dedi Latife Hanım içinden, güzel bir sözle birilerini mutlu etmenin neyi kötüydü ki, gülmenin neyi kötüydü ki, birinin yüzünde güllerin açmasının neyi kötüydü ki…

Güneş iyice tepeye çıkmıştı, ağacın dallarının arasından güneş kendine vurmaya başlamıştı, hemen bankın diğer yanına geçti, başına güneş geçirtipte bu güzel günü mahvetmeye hiç niyeti yoktu.

Birden, sağ tarafından ellerine ve üzerine küçük su damlaları sıçradı, gözleri hemen ellerine kaydı, kırışmışlardı artık. Ama üzerinde lekeler yoktu, hep korkardı onunda ellerinin üzerinde küçük kahverengi lekeler oluşacak diye. Elleri zayıftı, biraz kemikliydi, ama hala düzgündü, tırnakları her zaman ki gibi kısaydı. Hayatı boyunca sadece birkaç yıl, genç kız olduğu zamanlar tırnaklarını uzatmış ve oje sürmüştü, sonra doğallığın en güzeli olduğunu fark etmiş ve bir daha ne tırnaklarını uzatmış ne de oje sürmüştü.

Yanda ki bahçe sorumlusu ondan özür dileyene kadar suyun nerden geldiğine bakmamıştı bile. “Kusura bakmayın, fıskiyeyi ayarlarken birden size döndü, istemeden oldu” çok mahcup olmuştu, ne de olsa yaşlı başlı bir kadını ıslatmıştı. “Önemli değil evladım, ne zamandır ellerime bakmamıştım, bak sayende onlara tekrar baktım” dedi. Birden hafızasında geçmişten bir gün canlandı.

Daha çok gençlerdi, otuzlu yaşların en başında, kızına hamileydi. Tatile gitmişlerdi, öyle bir sıcak vardı ki, nefes almak bile imkansız gibiydi. Çarşıdan alacakları bir iki şeyi alıp eve dönüyorlardı, birden önlerinde ilerleyen itfaiye aracını görmüşlerdi. Yolları ıslatıyordu. Eşiyle aynı anda birbirlerinin gözüne bakıp, hadi demişlerdi, hemen arabanın camlarını sonuna kadar açıp, itfaiye aracının yanından yavaş yavaş geçmişlerdi. Buz gibi su arabanın içine ve onların üzerine öyle bir sıçramıştı ki, hemen geri dönüp bunu bir daha yapmışlardı, sonra bir kere daha. İtfaiye aracını kullanan kişide onlara bakıp gülüyordu. Eve geldiklerinde, arkadaşları onların bu halinin ne olduğunu sormuş, gülmekten anlatamamışlardı. Arabanın içi de, kendileri de öyle bir ıslanmıştı ki, ama onların umurlarında bile olmamıştı…

Küçük su damlacıkları… Şimdi bir iki damla su üzerine sıçramış ne olacaktı ki, hele de güzel bir anıyı zihninde canlandırmışsa… Bahçe görevlisine “teşekkür ederim” dedi, sonra yine “sana çoookk teşekkürler”, görevli anlamsızca bakındı, başını hafiften eğip “bişey değil” dedi. Bu parkta çok görüyordu böyle garip yaşlıları, hep anlamsız şeyler söylüyorlardı, sonra da kendi kendilerine gülümseyip, tekrar denizi izliyorlardı. Yine onlardan biri diye düşündü, belki bende bir gün böyle olurum, ancak o zaman anlarım onların ne demek istediklerini dedi içinden. Doğrusu pekte takmadı, işini yaptı uzaklaştı oradan.

Evliliklerinin ilk 11 yılı çok güzel geçmişti, birbirlerini çok seviyorlardı, çok güzel anlaşıyorlardı, mutlulardı, geziyor, eğleniyor, hayatın tadını çıkarıyorlardı, birbirlerinin gözlerine baktıkları zaman konuşmalarına bile gerek kalmadan birbirlerini anlıyorlardı. Ancak bir gün sihirli bir değek onlara dokunmuş ve hayatlarını yavaş yavaş alt üst etmeye başlamıştı. Ellerini neye atsalar kurumaya başlamıştı, eşi çok fazla alkol kullanıyordu, ona engel olamıyordu, borçlar her geçen gün daha da büyüyor, alacaklılar, bankalar, gözlerini açamıyorlardı. Dayanıyorlardı, bu da geçecek diyorlardı hep, biz üstesinden geliriz. Aradan yıllar geçti, yoktu, düzelen hiç bir şey yoktu… O en başlarda sıkındı dedikleri günler meğer sefa günleriymiş o zaman anlamışlardı. Deliler gibi çalışıyordu ikisi de, gezmeyi tozmayı kesmişler, arkadaşlarla gidip gelmeler azalmış, eşinin alkolü çoğalmış, her geçen gün daha da çoğalmıştı…

Söyleyememişti kimselere, anlatamamıştı, saklamıştı hep, korumuştu onu. Eşinin annesi babası yoktu, onu öyle bir kollamıştı ki sanki kendi çocuğuymuş gibi, ona alkolik olarak değil, hasta olarak bakmış, tedavi etmek istemişti hep. Eşi sürekli olarak eve geç vakitlerde ve ayakta duramayacak durumda geliyordu, ama en azından sağ salim geliyordu. Artık onun içmesinden çok eve sağlam gelmesi onu ilgilendirmeye başlamıştı. Çünkü hiç söz dinlemiyordu artık, dışarı hep arabayla çıkıyordu, ya kaza yaparsa, ya ona bir şey olursa, ya başkalarına zarar verirse korkusu daha ağır basıyordu. Eşi defalarca kaza da yapmıştı, borçlarının üzerine borçta katmıştı, sadece kimseye zarar vermemişti.

Defalarca elektrikleri, suları kesilmiş, maaşlarına icralar gelmiş, eve gelecek hacizleri hep kıl payı döndürmüşlerdi. Evde her şey bitmişti, yağ, süt, makarna hiçbir şey yoktu, bugün çocuklarıma ne pişireceğim diye düşünürdü hep, ama yinede bir şekilde onları doyuracak bir şeyler çıkarırdı, onları mutlu etmek için elinden ne geliyorsa yapardı, çocukları da hep gördü bunları, hep bilirlerdi annelerini.

Zaman zaman ağlardı, dayanamazdı, kimseye diyemezdi, anlatamazdı varken nasıl böyle yok olduklarını, kimsenin onlara acımasını istemezdi, üzülmesi de. Kendi kendine yollar bulurdu sürekli, hayata bağlanacak yollar, derdini anlatabileceği yollar. Gizliden gizliye sıkıntılarını bir günlüğe yazmaya başlamıştı, gözü gibi saklıyordu onu. Kimselere anlatamadıklarını kendine anlatıyor, öyle rahatlıyordu. Bazen sabahlara kadar uyumadan işe giderdi, gözleri şiş. Sorana uyuyamadım derdi, kimseyle çok konuşmazdı, hele özel konuları anında değiştirir, günlük sıradan şeylere çeviriverirdi konuşmayı. Çünkü kendinden konuşulduğu an göz yaşlarına sahip olamazdı. Çokta kızardı bu haline, “aciz misin, topla kendini” derdi, “güçlü ol, sen her şeye dayanabilecek güçtesin, seni hiç bir şey yıkamaz, sen dünyanın en tatlı iki çocuğuna sahipsin” derdi. Kendini iyice işine vermişti artık, bütün gün başını kaldırmadan çalışıyor, böylece hiçbir şey düşünmeye vakti kalmıyordu. En azından günün 8 saati kendini bu konulardan soyutluyordu.

Defalarca eşiyle ayrılma noktasına gelmişlerdi, ama yapamadı, onu bu hallerde bırakamadı, onunla geçen onca güzel ve mutlu günleri bir kenara atamadı, onu anlayan tek kişinin kendisi olduğunu bile bile onu yüzüstü bırakamadı. Belki hiç bir şey mükemmel değildi ama en azından birbirlerini çok iyi anlayan iki ev arkadaşı olmuşlardı.

Latife hanım elini göğsüne doğru götürdü, sanki biraz sıkışmıştı, yüzünü hafiften ekşitti, derin derin nefes aldı. Yanında ki sudan biraz içti. Yok bunları geçmeliydi, güzel olanları hatırlamalıydı…

Hafiften rüzgar esiyordu, eskiden olsa o uzun dalgalı saçlarını nasıl havalandırırdı, bir eliyle şimdi saçlarını düzeltiyor olurdu. Ama olsun kısa da olsa saçları, yine rüzgar tarıyor, hem de denizin kokusuyla beraber. Gözlerini kapayıp rüzgara bıraktı kendini, yüzünü saçlarını rüzgarın yalamasını hissetti. Gözlerini açınca aklına hemen çocukları geldi, ne güzel şeylerdi onlar, ne kadar hayırlı evlatlardı, hayatında ki en güzel armağandı ikisi de, hele torunları onlar ise küçük meleklerdi… Yüzü onları düşünürken yeniden gülmeye başladı, gözleri bile daha canlı bakıyordu, ışıl ışıl.

Hava kararmaya başlamıştı, kim bilir kaç saattir buradaydı, hiç fark etmemişti zamanın nasıl geçtiğini. Hoş bugün ömrünün bile nasıl geçmiş olduğunu anlamamıştı, herşey sanki dün yaşanmış gibiydi, çocukluğu bile, halbuki seksen yaşını doldurmuştu, hayat göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor demişlerdi, ne kadar doğruymuş meğer. Derin bir iç çekti, ama bu sıkıntıdan değildi, sadece ciğerlerinin tamamını havayla doldurmak istemesindendi.

“Offf dedi, şimdi Gülşen meraktan deliye dönmüştür, artık eve gitmeliyim”. Yerinden yavaşça kalktı ve ağır adımlarla eve doğru yol aldı.

Çocuklarını okutup, emekli olduktan sonra deniz kenarında küçük bir kasabaya yerleşmişti. Artık zor olan hiç bir şeyi istemiyordu, dinlenmek istiyordu. Yazlığı da en çok çocukları için almıştı zaten, yaz tatillerinde sıkılmadan gelebilecekleri bir yer olsun diye. Bazen çocukları geri döner, o torunlarıyla beraber tüm yazı geçirirdi. Yanına da kimsesiz bir kız almıştı, hem kendisine arkadaş olmuş, hem de her işine bakıyordu. Çokta iyi anlaşmışlardı, bir haftadır o da sanki kendi kardeşleri geliyor gibi canla başla hazırlık yapmıştı.

Eve geldiğinde Gülşen meraktan deliye dönmüştü. “Nerdesin Latife hanım, meraktan öldüm, neden telefonlarımı sürekli meşgule düşürdün, öldüm valla.”

“Geldim işte, sen neler yaptın onları söyle, her şey tamam mı? Eksik yok di mi?”

“Yok, yok her şey tamam, acıktın mı? Kaç saattir yoksun ortada, ne hazırlayım sana?”

“Ben sadece çorba içeceğim, senin canın ne istiyorsa kendine onu hazırla, ama önce bir duş almak istiyorum, yoruldum, rahatlayım.”

Gülşen masayı hazırlayana kadar o duşunu aldı, eline, yüzüne kremlerini sürdü, saçlarını taradı, temiz ütülü kıyafetlerini giydi, beraber yemeklerini yediler. Gülşen hiç durmadan “çocuklarda aramadı, ne zaman gelecekler” diyip duruyordu, Latife hanım “merak etme, benim haberim var işte, bu gece ya da en geç sabaha gelirler.”

Yemeklerini bitirmişlerdi, Gülşen köpüklü bir kahve yapıp getirdi hemen, sohbet ederek kahvelerini yudumladılar. Latife hanım her zaman laf olsun diye fincanını ters çevirir, “bak bakalım Gülşen, bugün ne göreceksin” derdi. Fincanın ters çevrilmediğini görünce Gülşen şaşırdı, “bugün canın fazla laflamak istemiyor heralde “ dedi.

“Yok be Gülşen, ben çok yoruldum, ama keyfimde yerinde, sağol, ben şimdi biraz uzanacağım, sende çok yoruldun, dinlen biraz..”

“Ama erken değil mi daha, hem çocuklar gelirse?”

“Gülşen tamammm, hadi sende dinlen.”

Odasına gitmeden önce dişlerini fırçaladı, sonra saçlarını tekrar taradı, artık boyamıyordu saçlarını, bembeyaz olmuştu ama ona çok yakışıyordu. Odasına girince çekmeceden çıkardığı iki zarfı komidinin üzerine koydu, ellerini zarfların üzerinde gezdirdi, biri oğluna, biri kızınaydı. Yanda duran bardaktan biraz su içti ve yavaşça yatağına uzandı…

Huzurluydu, mutluydu, her şeye rağmen, yaşadığı tüm zorluklara, kayıplara, kalbindeki küçük küçük yaralara rağmen, hayat çok güzeldi, yaşamak çok güzeldi…

Aslında herşey çok basitti, herşey sadece sevgiden oluşuyordu, herşey sadece seni seviyorum diyebilmekten geçiyordu…

Son kez gülümsedi…

Uykuların en derininin içine girmişti..


..............
 

Sabaha karşı evin kapısı deli gibi çalıyordu, Gülşen koşarak kapıyı açtı, çocukların ikisi de koşa koşa merdivenlerden yukarı çıkıyorlardı.

“Gülşen söyle, annem, annem nerdeeee?????”

...........

http://isteoylebirseyy.blogspot.com

 
Toplam blog
: 41
: 1226
Kayıt tarihi
: 11.06.08
 
 

Çoğu zaman düşündüklerimi, gördüklerimi, hissettiklerimi dile getirmekte zorlanıyorum. Çünkü o an..