- Kategori
- Kültür Turizmi
Çizmeyi adımlamak: İtalya
Pisa
Ünlü besteci Giuseppe Verdi’nin ‘’ İtalya’yı bana verin; tüm kâinat sizin olsun! ‘’ sözünü hatırlayarak dünyanın en çok turist çeken ülkelerinden birini, Napoli’ den itibaren gezmeye başlıyoruz.
Napoli, pek çok özelliği bakımından İtalya ile pek ilgisi olmamasına karşın, ülkenin üçüncü büyük kenti. Daha çok kendi içinde bağımsız bir ülke izlenimi veren bu kent insanı, Türklere çok benziyor; günlük konuşma dillerinde geçen ‘’ inşallah, gule gule ‘’ gibi Türkçe ve Arapça kelimeler kulağınıza çok tanıdık geliyor. Yaygın olarak kullandıkları nazarlıkları bile mevcut; minik kırmızı biber figürünü nazarlık amacıyla kullanıyor Napoli halkı.
Şarap, müzik ve futbol maçları hayatlarının olmazsa olmazlarından. Futbol konusunda Napolililer için Maradona’ nın Hz. İsa’dan bile önce geldiği gibi bir gerçek var.
Napoliten şarkılar eşliğinde süren gezimiz sırasında dünyada gecekondunun bulunduğu nadir Avrupa kentlerinden birinde olduğumuzu görüyoruz. Çoğu arabanın hasarlı ve özellikle jant kapaklarının eksik yani çalınmış olması gözümüzden kaçmıyor. Fakat hiç sorun değil, bir tamirciye gittiğiniz anda elinde sizin aracınıza uyan bir kapak yoksa bile, iki sokak ötede park etmiş bir arabadan söktürüp anında tedarik ediveriyormuş. =)
Napoli yakınlarındaki Pompei antik kenti bir haftalık gezinin belki de en ilginç bölümüydü diyebilirim. M.Ö 5.yy’ da kurulmuş olan bu kentte günümüzden yaklaşık 2500 yıl önce yaşanan modernite unsurları, gezenleri şaşkınlık içinde bırakıyor. Örneğin son derece gelişmiş su tesisatıyla evlere su verilmesi, sokaklardaki çeşmeler, dükkân kapılarında yerden istifade edebilmek için raylı, sürgülü kapıların kullanılması ve sayamayacağımız pek çok yeniliği kullandıklarını görüyorsunuz.
Bu antik kentte birçok konuda seks ağırlıklı figürler görülüyor. Pompeililer, modern yaşamlarına karşın aşırı sapkınlıklarıyla tanınan bir halk. Vezüv Yanardağı’ nın lavları altında kalarak korkunç şekilde can verdiklerine, bozulmadan çıkartılarak sergilenen cesetleri gördüğünüzde bizzat şahit oluyorsunuz.
Napoli’ den sonra İtalya’nın dört milyon nüfuslu en büyük kenti Roma’ ya, başka bir dünyaya doğru doğru yola çıkıyoruz. Vatikan, İtalya’ daki iki mikro devletten biri ve katolik mezhebinin de merkezi.
Vatikan’ ın projesini Mikelangelo çizmiş fakat inşasını yapmak Bernini’ ye düşmüş. Papa 2. Jean Paul hariç tüm papalar burada yatıyor, 2. Jean Paul ise vasiyeti üzerine Polonya’ ya gömülmüş.
Orjinal Roma, şehrin altında yatıyor. İtalya’ da şehirler dişi olarak kabul ediliyor ve tarihte şehirleri kadınlar temsil ediyor.
Tüm turistlerin akınına uğrayan ünlü Trevi- Aşk Çeşmesi, sadece bizde aşkı temsil etmesiyle tanınıyor. Aslında çeşmeye para atanların Roma’ ya yedi kez daha gelecekleri gibi yaygın bir inanış söz konusu.
İspanyol Merdivenleri, Collesseum gibi normalde mahşer kalabalığında olan turistik ziyaret yerlerini kış ayında sezon dışı gitmenin avantajıyla rahatça gezebiliyorsunuz.
Roma sokaklarında bir gece geçirmenin tadı oldukça farklı. Kentin birçok yerinin ışıklandırılmış hâli çok etkileyici.
Roma’ nın en eski tapınağı ise Panteon... Panteon, Roma’ nın tepelerinden birinin oyulmasıyla inşa edilmiş. Katedrale dönüşmüş olan bu pagan tapınağı yaklaşık 2150 yıldır ayakta.
Şubat ayında olmamıza rağmen, son derece ılık bir Roma gecesindeyiz. Sokak çalgıcısının gitarının nağmeleri eşliğinde Panteon’un üzerinde beliren yeni ay manzarası, unutamayacağımız anlardan biri olarak hafızalarımızda yerini alıyor.
Roma’ daki otellerin çoğu oldukça eski ve sokaklarında da oturacak bank göremiyorsunuz. Bu uygulamadaki amaç, turistleri dükkânlarda yeme içmeye ve alışverişe yönlendirerek ticareti canlandırmak.
Papa’ nın yazlık sarayının da bulunduğu Castel Gondolfo ve göl kıyısında yer alan Nemi Köyü’ ne yapılan ziyaretler tam anlamıyla terapi yerine geçiyor. Doğal güzelliklerle dolu bu dakikalarda, dağ çileklerinin, çilekli turtaların ve çilek likörlerinin tadına bakabiliyorsunuz. Bu modern köylerin birbirinden güzel sokaklarında kaybolmak isteğine de elbette çok zor engel oluyorsunuz.
Roma’ dan sonraki durağımız Floransa. Henüz Roma’ nın izlerinin etkisindeyken bu kez yine bir başka dünyada, Floransa’ da açıyoruz gözlerimizi. Floransa, Rönesans’ ın da başladığı şehir olması itibarıyla, dünya tarihindeki en önemli şehirlerden biri. M.Ö. 5.yy’ da Romalılar tarafından kurulmuş ve son derece bereketli topraklara sahip. Adı çoğu kaynakta Fiyorentin olarak geçiyor ve ‘’Fiyora’’ yani ‘’çiçek’’ ten geliyor.
Ünlü Medici ailesinin kendi içlerinden üç papa çıkartarak tüm sanatçılara kol kanat gerdiği Floransa, bu sayede rahat bir nefes alarak modernliğe kucak açmış. Rönesans, özellikle burada insanın kulluktan çıktığı, insan bedeninin önemsendiği bir dönem.
Başta tüm zamanların delisi ve bilgini olarak kabul edilen Leonardo da Vinci olmak üzere, Rafael, Mikelangelo gibi ünlü sanatçılar bölgeye ve Rönesans’a damgalarını vurmuşlar. Leonardo da Vinci aslında bir heykeltıraş; hepi topu on yedi adet resmi var ve bunları da sadece para kazanmak amacıyla yapmış. Mikelangelo ise Vinci’nin hayranı. Anatomiyi onun kadar iyi kullanmayı başararak en gerçekçi heykelleri yapar ve geceleri de uyumadığı için hızlı çalışır. Rafael dışında bu sanatçıların çoğunun dönem ve şartlar nedeniyle eş cinsel ilişkiler sürdürdükleri gerçeği de oldukça ilginç.
Floransa’ ya bağlı olan ve bir gece konaklama imkânı bulduğumuz Monte Catini kasabası, sakin ve şirin bir kaplıca bölgesi ve Pinokyo’ nun babası Gepetto Usta’ nın yaşadığı yer olarak anılıyor.
Floransa’ daki Duomo Kilisesi ( Santa Maria Del Fiore ) , Çiçek Meryem Kilisesi adıyla da anılıyor. Köln’ deki Duomo Kilisesi ile yarışarak dünyanın en büyük üçüncü kilisesi ünvanını taşımakta. Beyaz, pembe ve yeşil renkli mermerlerden oluşmuş dış cephesiyle mermerin dantel gibi işlendiği, saatlerce seyredilesi harika bir görsellik sunuyor.
Kentte yer alan Senyörler Meydanı, dünyada en çok orjinal heykelin bulunduğu bir meydan. Davud Heykeli, Poseidon, Cosimo, Herkül, Perseus heykelleriyle gözleriniz sanata doyuyor.
Bir açıkhava müzesini andıran Floransa’ nın bizlere cömertçe sunduğu görselliklerden sonra Toscana Bölgesi’ne doğru yola çıkıyoruz. San Gimignano ve Siena’ yı geziyoruz. Siena, İspanya’ daki Toledo ve Belçika’ daki Brugge ( Brüj ) le birlikte, dünyanın üç büyük ortaçağ kentinden biri.
Özellikle San Gimignano’ nun yapısal özelliği çok etkileyici . Sarımsı bej yapı taşlarından oluşmuş sokakların, evlerin duvarları ve asfalt taşları büyük bir uyum içinde. Tepede oturan ve bölgeyi çok seven Aziz Gimignano burayı kutsadığı için onun adıyla anılıyor. Bu iki kentin de sokaklarında gezmenin karşı konulmaz bir zevki var.
Siena’ dan sonraki güzergâhta bulunan Pisa Kulesi ise etrafındaki diğer iki yapı ( kilise ve vaftizhane ) ile birlikte mükemmel bir üçleme oluşturuyor. Pisa Kulesi’ nin bu üçlemedeki yeri, çan kulesi olması. Kuleyi İkinci Dünya Savaşı sırasında uçurmayı kimse başaramadığı için papa tarafından buraya Mucizeler Meydanı adı verilmiş.
Siena ile Floransa arasında ezeli bir rekabet olduğunu da öğreniyoruz. Siena, Toscana bölgesinin en güçlü şehirlerinden biri. Dünyanın ilk bankası burada kurulmuş ( 1472 ). Dünyanın ilk borsası burada. Dünya televizyonlarında en çok seyredilen yarışma olan eğersiz at yarışması Palio Müsabakası da burada yapılıyor.
Siena’ dan sonra Venedik’ e çevrilen rotamızın başında Liberto Köprüsü’ nün ardından San Marco adalar topluluğuyla birlikte Venedik adası karşımıza çıkıyor.Venedikliler sürat limiti, yol şeridi gibi bildiğimiz tüm trafik kurallarını denizde uyguluyorlar. Vaporettolar ile 20-30 dakika arasında adaya transfer oluyoruz.Yüzde seksen beş-doksan arasında bulunan nem oranı, havayı oldukça soğuk hissettiriyor.
Meydanda bulunan Kanatlı Aslan ( San Marco ) heykeli, Venedik’ in en önemli sembolü . Kanatlı aslan, Aziz Marco’ nun adaletini simgeliyor. Adalete o denli önem vermişler ki avukatlık sistemini de ilk kez Venedikliler kullanmışlar. San Marco Meydanı ve buradaki aynı adlı kilise oldukça dikkat çekici güzellikte ve büyüklükte. Öyle ki Napolyon’ un ‘’Bir daha dünyaya gelirsem ve tekrar evlenecek olursam düğünümü San Marco Meydanı’ nda yapacağım. ‘’ dediği söyleniyor.
Malum kanalları, gondolları, bin bir çeşit maske satan dükkânlarıyla ünlü bu kentteki en ucuz otelin minik bir odasının 375 Euro olması gibi olumsuz bir turistik özelliği de bulunmakta.
İtalya’nın en en büyük şehrine gelince, dünyanın da yüzölçümü bakımından en büyük kenti olan Milano... Milano kozmopolit bir kalabalığa sahip fakat aynı zamanda da dünyanın en planlı kenti. Adeta bir örümcek ağı dizaynına sahip. İki buçuk milyonun üzerinde nüfusu var ve mobilya ile tekstil modası konularında merkez kabul ediliyor.
Venedik-Milano arasında yer alan Como Gölü’ ne yapılan gezi, doğal güzellikler sunan dakikalar geçirmenizi sağlıyor. Zamanında Almanya ve İsviçre’ ye geçemeyen Türklerin yerleşmesiyle şu anda Como’ da dört binin üzerinde Türk yaşıyor. Gözlerden uzak olduğu için pek çok ünlünün dinlenme evi de bu gölün kıyısında yer alıyor. Göl üzerinde yapılan bir tekne turuyla doğal güzellikleri izleyip fotoğraflayabiliyorsunuz.
Como Gölü’ ne iki dakika uzaklıktaki İsviçre sınırını geçer geçmez karşınıza çıkan bir başka doğal güzellik de Lugana Gölü. Bu kadar yakın olunca Milanolular, hafta sonu gezmesi için İsviçre’ ye geçmeyi sıkça tercih ediyorlarmış. Biz de program dahilinde olmadığı halde doğaçlama bir gelişmeyle bu tecrübeyi yaşamış olduğumuz için şanslıyız.
Bu ülkedeki son durağımız ise Cenova... Milano- Cenova arasında izlediğimiz yol, sisli dağ manzaralarıyla Karadeniz Bölgesi’ ni andırıyor. Limanından Avrupa’ nın pek çok yerine seferler düzenlenen Cenova, üzerinizde ferah bir kent izlenimi bırakıyor. Özellikle Galata ve Beyoğlu’ na benzerliği dikkatlerden kaçmıyor. Cenevizlilerin ellerinin her iki bölgeye de değmiş olması ilk bakışta kendisini hissettiriyor. Son günümüzde sabah mahmurluğunu henüz atamamış Cenova sokaklarında dolaşıp limana yakın küçük semt pazarını gezerek İtalya macerasını sonlandırıyoruz.
Hayata vermiş olduğumuz bir haftalık Ortaçağ molasının sonundayız. Bir Rönesans ve Ortaçağ masalının tam içindeymiş gibi hissetmek sanırım hepimize iyi geldi. Hemen her sokaktan, her binadan başlarını uzatarak bakan sanatçılar, filozoflar, âlimler, din adamlarıyla göz göze gelmek çok hoştu. Sadece kitaplardan tanıdığımız bu tarihi karakterlerle kendi mekânlarında karşılaşma zevkini yaşadık. Zaman içinde zamansızlığın, mekân içinde mekânsızlığın tadına vardık.
Tüm tarihi ve doğal güzelliklerine hayran kaldığımız çizme’yi bir kez daha adımlamak dileğiyle bu kez güzel bir Cenova sabahına elveda diyoruz.